Anne Phillips – Demokrasinin Cinsiyeti

POLİTİK DÜŞÜNCENİN ortaya çıkışından beri demokrasi ya bir karabasan ya da bir düş olarak var oldu. Feminizm daha kısa bir zamandır bizimle birlikte ve birçok yorumcuya göre kökenleri on yedinci yüzyıl Avrupası’nda yatıyor. Feminizm de demokrasi de eşitlik nosyonlarıyla ilgilendiği ve ikisi de keyfi iktidara karşı çıktığı için, iki geleneğin çok fazla ortak noktası vardır ama birbirlerine koşut bir şekilde gelişmemişlerdir: eşitlik ideallerinin onları birleştirdiği düşünülebilirse de, ikisi arasında otomatik bir bağ olmadığı görülmüştür. Eski Yunanlılar, kadınları ve köleleri dışlama konusunda hiçbir vicdan azabı duymadan demokrasiyi düşünebiliyorlardı; ilk liberaller herkesin oy kullanmak isteyebileceği konusuna hiç girmeden insanların eşit olduğundan söz edebiliyorlardı. Eşitlik ve demokrasi arasındaki ilişkinin kendisi yeni bir olgudur, kaçınılmaz bir şekilde feminizm ile demokrasi arasındaki ilişki de öyle. 1 700’de Mary Astell, bir kralın mutlak egemenliğini şiddetle reddedenlerin, bu egemenliğin bir kocada olmasını neden doğal kabul ettiklerini sorduğu zaman, bugün apaçık olan bir bağlantıyı kuruyordu. Astell kendini adamış bir kralcı olarak, paralı<Hiği ironik bir etki yaratmak için kullanıyordu. Doksan yıl sonra, politik olarak daha radikal olan Mary Wollstonecraft da, “kadınların, hükümet tartışmalarında kendilerine hiçbir şekilde doğrudan yer verilmeden keyfi bir şekilde yönetilmeleri yerine, temsilcilere sahip olmaları gerektiğini … ima ettiğinde, gülüşmelere yol açacağını” biliyordu (1975: 259-60). Wollstonecraft tartışmayı daha ileri götürmedi. İlk feministler, feminizm ile demokrasi arasında bir bağlantı olduğunu görüyorlardı ama daha acil sorunlarla meşguldüler. 14 DEMOKRASİNİN CİNSİYETİ Uzun bir tartışma ve yazma tarihinin aktif bir hareket içinde birleşmeye başladığı on dokuzuncu yüzyıla kadar, kadınlar kendileri için demokratik haklar talep etmediler. Bu noktadan itibaren, demokratik gelenekle bağlantılar sürekli olarak güçlendi; gerçi, iki hareketin ilişkili olduğu inancının feminist tarafta daha güçlü olduğu ortaya çıkmıştı. Bizim dönemimizde, çağdaş kadın hareketi bu alanda özellikle güçlü bir bağlantı oluşturdu ve kararlı hiyerarşi eleştirisi ve değişmeyen anti-otoriterliğiyle, kendisini, demokrasinin en radikal idealleri için gerçek bir sınama zeminine dönüştürdü. Yalnız bu nedenle bile iki gelenek arasındaki ilişkide araştırılması gereken bir deneyim zenginliği vardır. Kadın hareketi içindeki demokrasi, bu kitabın bir bölümünü oluşturuyor.


Ama feminizmle demokrasi arasındaki ilişki bu kadarla kalmıyor. Toplumsal cinsiyetin, bizi her konumu ve kavramı yeniden incelemeye zorlayarak tüm politik pespektiflerimize meydan okuduğu düşüncesi, tartışmamda merkezi bir yer tutuyor. Feminist eleştirinin artan ağırlığına karşın, politik kuram büyük ölçüde buna kapalı kalmıştır. Politik kuramda (hemen hemen her araştırma alanında olduğu gibi) rakip gelenekler birbirini izlemiştir; her çağ, hakim ya da “ortodoks” yaklaşım olarak birinde birleşme eğiliminde olmakla birlikte, buna, geniş kapsamlı tartışma ve fikir alış verişleri yoluyla varılmıştır. Bu tartışmalarda, politik düşünürler ahlaki, psikolojik ve tarihsel çok çeşitli savlardan yararlanırlar ve yalnızca tek bir noktada anlaşır gibi görünebilirler: sözkonusu olan ne olursa olsun, toplumsal cinsiyet konu dışıdır ve herhangi bir tarafın savlarını etkilemeyecektir. Demokrasi üzerine tüm tartışma, tek bir istisnayla, yüzyıllar boyunca sanki kadınlar yokmuş gibi süregelmiştir, ya da Rousseau’da olduğu gibi, yalnızca yerimizi bildirmek için bizden söz edilmiştir. Çağdaş yazarlar genellikle bu konuda en azından kısaca yorumda bulunurlar (çok da uzun olmayan bir süre önce, farkına bile varmazlardı), ama bunun yalnızca utanılacak bir gözden kaçırma olduğu ve bu durumda bile anlaşılabilir bir hata olduğu varsayılır. Yalnızca gerçek, yaşayan erkekleri değil, erkek kategorisinin kendisini amansız bir şekilde ayrıcalıklı kılmanın, politik kuramı ve pratiği ne derece biçimlendirdiğini ve biçimini ne derece bozduğunu araştırmak feministlere kalmıştır. Ve bir düzeyde, tartışma açısından kadınları po- FEMİNİZM VE DEMOKRASİ 15 !itik kuramın daha önce ” toplumsal cinsiyet açısından tarafsız” (bunu erkek tanımlı diye okuyun) olan meselelerine dahil etmenin, niceliksel olduğu kadar niteliksel bir değişikliğe de yol açacağı hemen hemen aşikar görünüyor. Kadınların, özgürlük, eşitlik ve tam da doğru bir şekilde adlandırıldığı gibi “rights of man” (erkek/ insan haklan) için yapılan çağrılarda dikkate alınmamış olmaları yeterince endişe vericidir: görünürde daha adil olan bir çağda kadınların, resmi taleplerde tanındıkları durumda bile kuramdan dışlanmaları da aynı derecede endişe vericidir. İlk politika kuramcıları, kadın düşmanlıklarını gerekçelendirmek için bundan açıkça söz eden çeşit çeşit savlar geliştirmişlerdir, ama daha sonraki yazarlar kadınların değersizliğini öylesine veri almış görünüyorlardı ki, onları dışarıda bıraktıklarını bile fark etmiyorlardı. Mary O’Brien’ın (1981) “male-stream” (erkek egemen) olarak adlandırdığı kuramın bütün repertuarında kadınlar neredeyse tamamen dışlanmışlar, gözardı edilmişler ya da erkeklerin altında sınıflandırılmışlardır; bugün birçok feminist bunu tamamlanmamış bir çalışmanın küçük bir eksiği olarak ele almak yerine, cinsel eşitsizliğin hem klasik hem de çağdaş düşüncenin ta temellerine kazınmış bir şey olduğu görüşündeler. Eğer durum böyleyse, yeniden inşa işi birçok (erkek) kuramcının umut ettiğinden çok daha büyüktür. Politika, toplumsal cinsiyetin kör nokta olarak kalmadığı bir şekilde yeniden kavramlaştırılmalı ve demokrasi her iki cinsiyet de dahil edilerek yeniden düşünülmelidir. Eski kavramların yeniden biçimlendirilmesi gerekiyor.

Bu, üstlenilmesi heyecan verici ve zor bir konumdur, ama bu savın coşkusu kadınlara mahsus değildir: özgürleştirici bir politikanın belirleyici özelliğinin benzer iddialarda bulunmak olduğu söylenebilir. İnsanlar pek seyrek olarak eşitlik taleplerini yalnızca adalet temelinde savunurlar, ahlaki iknanın sınırlarını ihtiyatla gözeterek, genellikle ellerinin altında başka bir koz bulundururlar. Bu, tam anlamıyla faydacılıktan (toplum gereksiz yere kendini bir yetenek deposundan yoksun bırakmıştır), yaklaşmakta olan kaosa ilişkin korkunç uyarılara (özlemlerimizi daha fazla baskı altında tutamayacaksınız) kadar uzanabilir. Çekiciliği tekrar tekrar kanıtlanmış bir versiyon, mülksüzleri toplumun sorunlarına yanıt olarak sunar ve tam da bu tabiyetlerinin doğruya ulaşmada onlara ayrıcalık sağladığını düşü- 16 DEMOKRASİNİN CİNSİYETİ nür. Karı Marx evrensel bir sınıf olarak proletarya kuramında bu versiyonu çok kullanmıştır; çağdaş feministler de benzer temalar geliştirmişlerdir. Önce açık açık, sonra daha ince yollarla tam yurttaşlık saflarından dışlanan kadınlar, taleplerini yalnızca bir adalet meselesi olarak değil, dünyayı dönüştüren bir görüş adına getirmişlerdir. Yeni değerlerin ve perspektiflerin taşıyıcıları olarak olumlu bir şekilde ya da susturulmuş ve engellenmiş bir çoğunluk olarak daha olumsuz bir şekilde, kendilerinin politika sahnesine yeni bir şey getirdiklerini düşünmüşlerdir. Çok gecikmiş katılımları yalnızca sahnedeki oyunculara katkıda bulunmakla kalmayacak, zorunlu olarak oyunu da değiştirecektir. Bu, hem politik hem de kuramsal olarak, ortodoks görüşler için önemli bir sınavdır. Feministler, kadınların, kamusal olan ile özel olan arasına keskin bir ayrım çizgisi çeken bir dizi güçlü uzlaşımla politika dışında tutulduklarını ileri sürdüler. Bu ayrım, kamu meselelerinin kapsamını ve içeriğini önemli ölçüde daralttı ve sıradan yaşamın küçük kaygıları olduğu düşünülen her şeyi özel olana havale etti. Kadınların çocuk doğumu ve beslemeyle çok yakından ilişkide olmasının, daha fazla sözü edilmeye değer sayılan boyutlara yeni bir hayatiyet kazandırdığı iddia ediliyor: savaşın mahvediciliğine ilişkin bilincin keskinleşmesi; genç, hasta ve yaşlılara yönelik ilginin güçlenmesi; ekonomik politika ya da dış politika soyutlamalarının, gündelik ihtiyacın daha sevecen bir şekilde anlaşılması üzerinde temellendirilmesi gibi. Feminizm ile barış politikası arasında sık sık kurulan ilişki bunun örneklerinden yalnızca biridir. Kadınlar, içerikte olduğu kadar biçimde de, demokrasinin pratiklerini radikalleştirme vaadinde bulundular: erkek retoriğinin tantanasına son vermek; gereksiz hiyerarşileri yıkmak; karar sürecini, daha önce politikanın nesnesi olanlara açmak; dünyayı yeni baştan yaratmak. Bunun, kendini en çok adamışları huzursuz edebilecek millenarian* bir yanı var ve feminist düşüncenin geniş yelpazesi içinde farklı uçlarda yer alanlar arasında bir anlaşmazlık ve tartışma sürüyor.

Pragmatizmin kullanıldığı durumlar oldu: oy hakkının genişletilmesine karşı olanlar, kadınların “kendi” erkekleriyle aynı şe- • millenarian: Kıyametten önce barış ve selametin hüküm süreceği farzolunan bin yıllık devreye ait. -ç.n. FEMİNİZM VE DEMOKRASİ 17 kilde oy kul !anacaklarını ileri sürdüklerinde, onlara bunun ne sakıncası olduğu soruldu. Ama kadınların eşitliğini savunanların çoğu, arzu ettikleri değişikliklerin nicel olduğu kadar nitel bir yanı da bulunduğu inancını taşıyor. Mesele yalnızca politikada daha fazla kadın olması değil; bu, politik alanı dönüştürmek için bir fırsat. Daha felsefi bir düzlemde, feminist yazarlar, kadınların farklı bir iktidar anlayışları (Hartsock 1 983) ve farklı bir ahlak sistemleri (Gilligan 1982) olduğunu ileri sürdüler; ve çağdaş düşüncenin en temel kategorilerinden bazılarının -birey kavramı (Pateman 1 988, 1 989), çıkarlar nosyonu (Diamond ve Hartsock 1981 ), eşitliğin benzer muamele anlamına geldiği varsayımı (Eisenstein 1 989)- eril bir tarzdan çıkarsandığını iddia ettiler. Böylelikle kimsenin söylenenleri dinlemeyeceği şeklindeki kasvetli duygu, feministlerin söylemeleri gereken şeye duyulan güvenle kısmen dengelenmiş oluyor ve bunun önceki tartışmaların temellerini sarstığı konusunda giderek artan bir mutabakat var. Judith Evans gibi, “önyargı, politika kuramcılarının varsayımlarında vardır ama kullandıkları tekniklerde yoktur” ( 1 986: 1) iddiasında bulunarak, daha ılımlı bir görüş benimseyenler de her zaman çıkıyor. Günümüz literatüründe, bu tutumu benimseyenler azınlıkta görünüyor. Çağdaş feministlerin çoğu kendilerinin içeriğin yanı sıra çerçeveyi ve teknikleri de ele aldıklarını düşünüyor ve el atılmamış pek az şey kalacağı inancında. Giderek güçlenen bu mutabakata karşın, önemli bir bölünme ortaya çıktı: gerçekten toplumsal cinsiyetten arınmış bir kuramın gelişmesini öngörenler ile cinsel farklılığı zorunlu ve sabit bir ayrım olarak görenler arasında. Feministler -kendi aralarında ve yeterince sık bir biçimde kendi içlerinde- cinsiyetin konudışı hale geldiği bir dünya için mi, yoksa cinsel farklılığın artık bizi eşitsiz kılmanın bir temeli olarak etkide bulunmadığı bir gelecek için mi mücadele etmek gerektiği konusunda her zaman anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bu, çağdaş politika kuramının kalıplarına tercüme edildiğinde, evrensel kavramlar ve hedefler üzerine bir tartışma biçimini alır. Susan Moller Okin’in Women in Western Political Thought ‘uyla (Batı Politik Düşüncesinde Kadınlar) başlayıp, Jean Bethke Elshtain, Carole Pateman, Mary Dietz ve Iris Marion Young gibi yazarların önemli katkılarıyla devam ederek, feministler klasik ve çağdaş kuramın aldatıcı soyutlamalarına meydan okudular ve bunların baştan sona cinsi- 18 DEMOKRASİNİN CİNSİYETİ yetle dolup taştığını ortaya koydular.

İlk bakışta bir eksiklik olarak görülen şeyin daha yakından incelendiğinde dile getirilmeyen ama güçlü bir mevcudiyet olduğu ortaya çıkmıştır, çünkü toplumsal cinsiyete ilişkin masum bir tarafsızlık kisvesi altında, tartışmanın terimlerini erkeklik belirlemiştir. Politika kuramcıları işlerini, gündelik yaşamın küçük şeylerinden ya da toplumsal cinsiyet ve sınıf arazlarından kasıtlı olarak soyutlanmış bir şekilde yürütmüşler, ama bunu yaparken standart olarak tek bir cinsiyeti almışlar, diğerini boyun eğmek ya da lanetlenmek durumuna itmişlerdir. Feministlerin önünde, bu aldatmanın büyüklüğü konusunda başkalarını ikna etmek için aşmaları gereken uzun bir yol varsa da, feminizmin gerçek meseleleri bir adım sonra ne yapılacağı konusunda ortaya çıkıyor. B ir ihtimal, politik kuramın beyan edilen evrenselliğini ciddiye almak, varsayılan tarafsızlığına erişememesine yol açan sayısız nedeni ortaya koyarak, onu toplumsal cinsiyetten arınmış hedefine doğru itmek. Bu kendi başına bile çok büyük bir görevdir ve bu konuda şu anda epeyce çalışma yapılmaktadır. Giderek öne çıkan bir alternatif ise, evrenselliğin kendisini bir sahtekarlık olarak ele alır. Feminist Challenges’ın (Feminist İtirazlar; Pateman ve Gross 1 986) girişinde, Carole Pateman, editörler yalnızca genel ilkeleri belirledikleri halde, kitaptaki yazıların temalarının ve ilgi alanlarının çarpıcı bir benzerlik taşıdığını belirtiyor. Hiçbirinin Pateman’ın “ehlileştirilmiş feminizm” adını verdiği şeye -kadınları ve cinsiyetler arası ilişkileri, var olan düşüncelere dahil edilmesi gereken ve kendilerine ait özel kuramsal sorunlar getirmeyen bir şey olarak gören en yumuşatılmış versiyonlara- tahammülü yoktu. Makaleler yeni bir mutabakatı (çözümler konusunda değilse de sorunlar konusunda) yansıtıyordu ve Pateman bu anlaşmadan yeterli cesareti alarak feminist kuramı neyin oluşturduğu konusunda güçlü bir önerme yapmaya girişti. “Ayırt edilebilir feminist kuram, bireylerin dişi ve eril olduklarının kabulünden, bireyselliğin üniter bir soyutlama olmayıp insanlık birliğinin cisimleşmiş ve cinsel olarak farklılaşmış bir ifadesi olduğunun kabul edilmesinden başlar” (s. 9). O halde mesele, modası geçmiş bir önyargının, cinsiyetle lekelenmemiş kavramlarla ikame edilerek nasıl ortadan kaldırılacağı değildir. Cinsel farklılık doğrudan kuramın içine sokulmalıdır ve bu, yapılmış olan hemen her şeyin yeni baştan yapılması anlamına gelebilir.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir