Anonim – Binbir Gece Masallari – Cilt 6

Anlatırlar ki, ama her şey üzerinde bilgi ve hikmet sahibi ancak Tanrı’dır, Bağdat’ta, çok zengin, geniş ticaret olanakları olan bir tacir varmış. Her bakımdan onurlu, saygın ve ayrıcalıkları olan bu kişi hiç de mutlu değilmiş. Çünkü Tanrı ona, kız çocuğu bile olsa, bir evlat vermemiş. Böylece keder içinde yaşlanmış ve birçok karısı ve cariyesi olduğu halde teselli edici bir sonuç alamadan kemiklerinin günden güne saydamlaştığını, sırtının kamburlaştığını fark etmiş. Ama günün birinde çok miktarda sadaka dağıtıp sofu kişileri ziyaret etmiş; sonra da oruç tutup ibadet ettikten sonra tam bir inançla dua etmiş; ve eşlerinden en genciyle yatmış; ve bu kez, Yüce Tanrı’nın lütfuyla, o an ve o saatte karısını hamile bırakmış. Günü gününe dokuz ay sonra tacirin karısı mutluluklar içinde ay parçası gibi güzel bir oğlan çocuğu doğurmuş. Tacir de, Tanrı’ya duyduğu minnetle, duaları kabul olunduğunda yerine getirmeyi düşündüğü gibi fakirlere, dullara ve yetimlere yedi gün boyunca sadaka dağıtmış; yedinci günün sabahında da oğluna bir ad vermeyi tasarlayarak onu Ebül Hasan olarak adlandırmış. Çocuk aklı başına gelip ergenliğe ulaşıncaya kadar sütanalarının göğüslerinde, güzel esirelerin kollarında taşınmış ve değerli bir varlık olarak evdeki kadınlar ve hizmetçiler tarafından özenle bakılmış. O zaman da onu en bilgili hocalara emanet etmişler; onlar da kendisine Kuran okumayı ve onun yüce anlamını kavramayı, güzel yazı yazmayı, şiiri, riyaziyeyi ve özellikle ok atmayı öğretmişler. Böylece öğrenimi, kendi kuşağının ve kendi çağının sınırlarını aşmış; bu kadarla da kalmamış, gerçekte, bütün bu niteliklerine büyüleyici bir güzelliğe sahip olma üstünlüğünü de katmış. Çağının şairleri onun delikanlılık inceliklerini ve yanaklarının tazeliğini, çiçek açan dudaklarını ve onları süsleyen ayva tüylerini şöyle tanımlamışlar: Yanaklarının tarhındaki açılma çabası veren gül goncalarını görüyor musun? Oysa bahar, gül fidanlarına uğrayıp çoktan geçip gitti! Yine de güllerin açmakta ve dudaklarının gölgeli bir köşesinde yapraklar altındaki menekşeler gibi ayva tüylerinin belirdiğini görerek şaşırma! Genç Ebül Hasan böylece bahtın daha önceden saptadığı oldukça uzun bir süre babasının sevinci ve göz bebeklerinin zevki olmuş. Ama yaşlı adam kendisine bağışlanan ömrün tükenmekte olduğunu anlayınca, günlerden bir gün, oğlunu karşına alıp ona “Oğlum, işte artık ömrüm bitiyor; ve artık bana Yüce Tanrı’nın huzuruna çıkmak üzere hazırlanmaktan başka yapacak şey kalmadı. Sana büyük bir servet: birçok zenginlikler ve mallar, köyler, verimli topraklar ve meyve bahçeleri bırakıyorum; bunlar sana da yeter, senin çocuklarının çocuklarına da! Sana sadece abartıya kaçmadan bunlardan yararlanmanı ve Nimet Dağıtıcısı olan Tanrı’ya şükredip ona gerekli saygıyı göstererek yaşamanı öneriyorum!” demiş. Sonra yaşlı tacir hastalığı dolayısıyla ölmüş. Ebül Hasan bundan son derece kederlenmiş.


Gerekli her türlü cenaze görevlerini yerine getirdikten sonra, yasa bürünmüş ve acısını bir yere kapanarak sürdürmüş. Ama arkadaşları onu arayarak kendisini oyalamayı ve derdinden arındırmayı başarmışlar; onu ferahlaması için hamama götürmüşler; sonra da giysilerini değiştirmişler; onu tam olarak avutmak için “Senin gibi evlat yetiştirenler ölmezler! Kederden uzaklaş, gençliğinden ve servetinden yararlanmaya bak!” demişler. Böylece Ebül Hasan, babasının nasihatlerini unutarak ve sonunda servetin ve mutluluğun bitmeyeceğini sanıp o andan başlayarak tüm heveslerini doyurmaya ve kendini her türlü zevkin kollarına atmaya ve çalgı çalınan ve raksedilen yerlere gitmeye ve de her gün epeyce bol miktarda piliç yemeye başlamış. Çünkü piliç yemeyi pek severmiş; bir yandan da sarhoş edici içki testilerini boşaltıyor, birbirine çarpan kadehlerin sesinden keyif alıyormuş. Böylece, yıpratılacak şeyleri yıpratmış, çökertilecek şeyleri çökertmiş, devrilecek şeyleri de devirmiş; sonuçta bir gün uyanarak elinde avucunda o eski varlığından hemen hemen hiçbir şey kalmadığını anlamış. Babasından kendisine kalan bütün o kadınlardan, hizmetçilerden ve esirelerden arda bir tek cariye kalmış. Ama bahtın bir cilvesi olarak sanki mutluluğunun sürmesi sağlansın diye, Canayakın adıyla anılan bu cariye rahmetli tacirin oğlu Ebül Hasan’ın artık parlaklığını yitirmiş olan evinde yaşayan Doğu’dan ve Batı’dan gelmiş birçok cariye içinde en harikası imiş. Gerçekten, bu esire, hiç kimsenin üzerinde bulunan niteliklere bu denli uyamayacağı kadar adının sahibiymiş. Canayakın adlı cariye “elif harfi kadar dik vücutlu ve ölçüleri birbirine uygun imiş; öyle ince ve narin bir bedeni varmış ki, gölgesini yere düşürmek isteyen güneşe âdeta meydan okuyabiliyormuş; yüzünün güzelliği ve tazeliği harikaymış; tüm çizgileri âdeta iyi düşünceleri ve hayırlı haberleri yansıtıyormuş; ağzı da sanki içindeki incilerden oluşmuş hâzineyi saklamak için Süleyman’ın mührüyle mühürlenmiş gibiymiş; dişleri birbirine eşit inci gerdanlıklar gibiymiş; bağrındaki iki nar en büyüleyici bir aralıkla birbirlerinden ayrılmış bulunuyormuş; göbek deliği bir ölçü Hindistan cevizi yağını içine alacak kadar derinmiş. Anıtsal kalçalarına gelince, burada endamının inceliği bitiyor ve oturduğu her koltuk ve şiltede derin izler bırakacak önemde bir irilik oluşturuyormuş. Şairin şu şarkısında söz konusu olan da onunla ilgiliymiş: O güneşle, ayla ilgilidir; güneş kadar, ay kadar, gül fidanı kadar kederin renklerinden uzaktır. O görününce, varlığı derinden derine yürekleri oynatır; ayrılınca da yürekler yok olur. Gökyüzü üzerindedir; aralarında yaşam kaynağının aktığı Cennet çayırları, gömleğinin altında uzanır; ay, örtüsünün altında ışıldar. Büyüleyici bedeni üzerinde tüm renkler uyumlaşır: güllerin pembeliği, gümüşün göz alan beyazlığı, olgun üzümün siyahlığı ve sandal ağacının rengi. Güzelliği öylesine büyüktür ki, onu arzuya karşı bile savunur.

Güzelliği onun üzerine saçan Tanrı’ya şükürler olsun! Sözlerinin zevklerinden tat alabilen âşık da ne mutludur! Savurgan Ebül Hasan’ın hâlâ elinde bulunan tek hazine Esire Canayakın işte böyleymiş. Anlatısının burasında Şehrazat, sabah olduğunu görerek yavaşça susmuş. Ama İki Yüz Yetmiş İkinci Gece Olunca Demiş ki: Savurgan Ebül Hasan’ın hâlâ elinde bulunan tek hazine esire Canayakın işte böyleymiş. Ve Ebül Hasan, bir daha geri dönmeksizin dağılıp giden mal varlığının durumunu düşünerek, onu uykudan eden ve yeyip içmekten alıkoyan bir perişanlığa düşmüş; ve de yeyip içmeksizin ve uyumaksızın üç gün, üç gece geçirmiş; öyle ki, esire Canayakın onun ölümünü görür gibi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onu kurtarmaya karar vermiş. Giyilmeye değer durumdaki giysileriyle, elindeki kalan mücevher ve süs eşyalarıyla donanmış ve dudaklarında ümit veren bir gülüşle efendisinin yanına gelerek ona “Tanrı, benim aracılığımla seni sıkıntılarından kurtaracaktır. Bunun için, beni, Abbasi Hanedanı’ndan gelen beşinci halife Emir-ül-Müminin Harun Raşit’in huzuruna çıkarman ve benim için, satış bedeli olarak, on bin dinar istemen yeter! Eğer bu bedeli yüksek bulursa, ona ‘Ey Emir-ül-Müminin, bu genç kız daha da fazla eder, bunu deneyerek anlayabilirsin! O zaman gözünde değeri yükselecek ve benzeri olmadığını göreceksin; ve gerçekten Halife efendimize hizmet etmeye layıktır!’ dersin!” demiş. Ve de çok ısrar ederek, fiyatı düşürmekten kaçınmasını öğütlemiş. O ana kadar güzel cariyesindeki nitelik ve yetenekleri fark etmemiş olan Ebül Hasan, onda bulunabilecek değerleri artık takdir edebilecek durumda değilmiş. Sadece ileri sürdüğü fikrin fena olmadığını ve başarılması ihtimali bulunduğunu anlamış. Ve hemen o saatte ayağa kalkmış ve Canayakın’ı peşine takarak Halife’nin huzuruna götürmüş ve orada cariyenin kendisine söylemeyi önerdiği sözleri tekrarlamış. Bunun üzerine Halife kıza doğru dönerek ona “Senin adın ne?” diyerek sormuş. Kız da “Bana Canayakın derler!” demiş. Bunun üzerine Halife “Ey Canayakın, bilgi alanında uğraşmışlığın var mı? Bana ilgilendiğin bilgi alanlarının çeşitli dallarını sayabilir misin?” diye sormuş. Kız da “Ey efendim, nahiv, şiir, medeni hukuk, şer’i hukuk, musiki, yıldızbilim, hendese, miras hukuku ve içtihatları, büyü kitaplarının ve eski elyazmalarının çözümlemeli okunuş konularını inceledim. Kuran-ı Kerim’i ezbere bilirim ve yedi ayrı makamdan okuyabilirim; surelerin, ayetlerin ve bölümleriyle çeşitli kısımlarının adedini bilir ve de her birinin kaç satır, kaç sözcük ve kaç harften oluştuğunu, bunların ne kadarının sesli, ne kadarının sessiz olduğunu, hangi surelerin Mekke’de indiğini ve yazıldığını, hangilerinin Medine’de indiğini ve yazıldığını kesinlikle belirleyebilirim; yasaları ve nasları 2 , bunların geleneklere göre ayrımlarını ve doğruluk derecelerini bilirim; mantık, mimarlık ve felsefeye yabancı değilim; sözsellik, dili iyi kullanma, hitabet ve şiir kuramlarından da anlarım; güçlüğe uğramadan şiir düzenleme ve uyumlu olarak yapılandırmada becerim vardır; sıradan kişiler için basit ve akıcı dizeler ortaya koyduğum gibi, sırf zevkleri ince olanların anlayışlarına da doyum sağlayacak karmaşık ve anlaşılması güç dizeler de yazabilirim; ve bunları bazen karanlığa boğarak veriyorsam, bu, dikkati daha iyi çekmek, ince ve narin konuları çözecek ruhlarda hayranlık uyandırmak içindir.

Sonuç olarak, yaşamda pek çok şey öğrendim; öğrendiklerimi de unutmadım diyebilirim. Tüm bunlarla birlikte, mükemmel şarkı söylerim ve bir kuş gibi raksederim; ut ve flavta çaldığım gibi, tüm telli sazları da ustalıkla kullanabilirim; ve elli çeşitli makam üzerinden icrada bulunabilirim. Ve de, şarkı söyleyip oynadığım zaman, beni görüp işitenler âdeta çarpılırlar; giysilerime bürünmüş, kokularımı sürünmüş, salınarak yürürken, göreni kahrederim; kalçalarımı sallarsam, yıkarım; göz kırparsam, deler geçerim; bileziklerimi oynatarak kör ederim; dokunursam eğer, yaşam veririm; çeker gidersem, öldürürüm! Tüm sanatlara kendimi vermişimdir; bu konuda o denli ileri gitmişimdir ki, ancak bilgelik kazanmak için uzun yıllar emek vermiş ender kişiler sanat ufkumun derinliğini fark edebilir!” demiş. Halife Harun Reşit bu sözleri işitince, şaşırmış kalmış ve bunca sözsellik ile birlikte bunca güzelliğin birarada bulunmasından ve bunca bilgiyle, önünde gözleri saygıyla yere eğilmiş genç kızın tazeliğinin bağdaşmasından büyülenmiş. Sonra Ebül Hasan’a dönmüş ve ona “Esirenin bilgisini denetlemek ve bundan güven duymak ve de güzel olduğu kadar gerçekten bilgili olup olmadığını herkesin içinde ve kesin bir tarzda anlamak için şimdi emir verip bütün üstat bilginleri çağırtacağım. Bu deneyde başarı sağlarsa, sana sadece on bin dinar vermekle kalmayacak, böylesine bir harikayı bana getirmiş olduğun için seni onurlandıracağım. Ama tersi çıkarsa, hiçbir şey olmayacak ve kız sende kalacaktır!” demiş. Sonra, toplantı sürerken, çağının en büyük bilgini olan ve insanla ilgili tüm bilimlerde yetki sahibi bulunan İbrahim bin Seyyar’ı ve onunla birlikte tüm şairleri, dilbilimcileri, Hafiz-ı Kuran’ları 3 , yıldızbilimcileri, tabipleri, feylosofları, müçtehitleri 4 ve ilahiyatçıları da çağırtmış. Hepsi de sarayda bulunmak için acele etmişler ve kendilerinin ne gibi bir nedenle çağırıldıklarını bilmeksizin sarayın toplantı yerinde biraraya gelmişler. Halife onlara buyruk verince, hepsi birden çepeçevre halı üzerine oturmuş; orta yere yerleştirilen bir altın iskemlede de yüzü ince bir örtüyle örtülü olduğu halde aradan parlayan gözleri ve gülen dişleri sezilen Canayakın adlı genç kız yer almış…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir