Anthony Burgess – Doktor Hastalandi

“Evet, bu ne kokusu?” diye sordu Dr. Railton. Edwin’in burnunun dibine bir çeşit mürekkep hokkası uzattı. “Yanılıyor olabilirim ama nane sanırım.” Sınav sorumlusunun gongunu bekledi. Yatağının çevresini saran perdelerin arkasında koğuşun geri kalanının yemek yediği duyulabiliyordu. “Ne yazık ki yanıldınız,” dedi Dr. Railton. “Lavanta.” Gonk. Yine de hâlâ raunttaydı. “Ya bu?” “Herhalde turunçgillerden.” “Yine yanlış. Çok yanlış. Karanfil.


” Kibar seste ahlaki bir itham tonu vardı. Dr. Railton yavaşça yatağın kenarına oturdu. Kibarca, kadınsı, uzun kirpikli gözlerle Edwin’e yukarıdan baktı. “Pek de iyi olmadı, değil mi? Hiç de iyi olmadı.” Bıçak ve çatallar çarpışıyor, hafifçe sürtünüyordu; bir özürlü orkestrası. “Nezlem var,” dedi Edwin. “Ani iklim değişikliği.” Sonu yaklaşan İngiliz yılı, bir yatak için yalvarır gibi koğuşun pencerelerinde takırdıyordu. “Moulmein’den ayrılışımız doksanlı yılların epey sonlarındaydı.” “Karınız da sizinle mi gelmişti?” “Evet. Resmen hemşirem olarak. Ama onu hep uçak tutardı.” “Anlıyorum.” Dr.

Railton sanki bu sahiden çok önemliymiş gibi başını salladı da salladı. “Evet, denememiz gereken başka çeşitli testler var. Şimdi değil, tabii ki. Pazartesi günü gereğince işe koyuluyoruz.” Edwin rahatladı. Bunu gören Dr. Railton, bir diyapazonla üzerine atıldı. Ocak süngüsü gibi cızırdayan aleti Edwin’in sağ yanağına getirdi. “Bunu hissedebiliyor musunuz?” “Do.” “Hayır, hayır, hissedebiliyor musunuz?” “Ah, evet.” Dr. Railton, Edwin’in zafer kazanmasına izin vermeyerek surat astı. Söze hemen şöyle devam etti: “Helezonu nasıl tarif edersiniz?” “Helezon mu? Ha, yani bildiğiniz helezon, merdiven gibi. Vida gibi.” Edwin’in iki eli birden havada helezoni kıvrımlar çizmeye başladı.

“Yukarı, daha yukarı, sürekli dönerek, ama her dönüşte gittikçe küçülerek, sonunda kaybolana dek. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz.” Edwin gözleriyle bu tarifin kabul edilmesi için yalvardı. “Kesinlikle,” dedi Dr. Railton yeniden surat asarak. “Kesinlikle.” Ama anlaşılan bunu tarif için söylememişti. “Şimdi,” dedi. Yatağın kenarından kalktı ve yatak perdelerini kaba bir tavırla kenara itti. Perde rayları gıcırdayarak bir metre kadar açıldı ve dondurma yiyen bir koğuş dolusu insan korkutucu bir hızla ortaya çıktı. Şimdi yeniden kabalaşan Dr. Railton, bu hastalık numarası yeter gibilerinden bir hareketle “Çıkın o yataktan,” dedi. Edwin’in pijama pantolonu uçkurunu Moulmein ile Londra arasında bir yerlerde kaybetmişti ve Edwin bileklerine inen çizgili kumaşı yukarı çekerken kızardı. Dondurma yiyenler bir televizyon reklamına bakar gibi sessiz sakin seyrettiler. “Şimdi,” dedi Dr.

Railton, “buradan oradaki adamın yanına kadar dümdüz bir çizgi üzerinde yürüyün.” Faydalı bir deneye katkıda bulunmaya hevesli olduğunu gösterircesine kafasını sallayan gergin görünüşlü bir hastayı işaret etti; kafesler ve lastik tüplerden yılanlar içinde hapsolmuş hastayı. Edwin sarhoş gibi yürüdü. “Haydi,” dedi gergin hasta, cesaret vererek. “İyi gidiyon, gerçekten.” “Şimdi geri yürüyün,” dedi Dr. Railton. (“Sonra görüşürüz,” dedi gergin hasta.) Edwin, öncekinden de sarhoş, geri yürüdü. “Şimdi yatağa dönün,” dedi Dr. Railton. Sonra aslında bunların hiçbirinin fazla ciddiye alınması gerekmiyormuş gibi, sadece böyle davranmak için para alıyormuş gibi, birkaç kadehten sonra rastlayabileceğiniz en tatlı adam o olurmuş gibi, Dr. Railton çocukça gülerek Edwin’in göğsünü şakadan yumrukladı, saçlarını karıştırdı ve omzunun bir parçasını kopartmaya çalıştı. “Pazartesi,” diye söz verdi kapıda gülerek, “sahiden başlıyoruz.” Edwin karnı doymuş, çenelerini kenetleyip dilleriyle cık cık ses çıkararak yan gelip yatan koğuş arkadaşlarına baktı.

Gergin hasta dedi ki: “Onun kim olduğunu biliyon mu?” “Dr. Railton, değil mi?” “Yoo, onu biliyoz. Daha önce neydi demek istiyom. Bilmiyom mu diyosun? Bu Eddie Railton.” “Sahi mi?” “Doktor olmayı öğrenirken tv’ye çıkardı. Güzel trompet çalardı, valla çalardı. Aklında bulunsun, he mi?” Zenci bir koğuş hademesi Edwin’in yatağının başucuna geldi. Kalın çerçeveli entelektüel gözlüğünün ardından parlak gözlerle bakarak ağır ağır yatak örtülerini okşadı. “Şimdi,” dedi, “yiyin.” “Hayır, cidden, canım istemiyor.” “Evet, evet, yiyin. Yemelisiniz. Herkes yemeli.” Zenci bir vaizin kalın ses tonu. Ağırbaşlı bir tavırla kapıya doğru yürüdü.

Gergin hasta tüp yuvasından seslendi: “Hey, bize bir akşam gazetesi getir. Tam şu sıralar herifin biri satar.” “Hiç vaktim yok,” dedi zenci hademe, “akşam gazetesi getirmeye.” Dışarı çıktı. “Buyrun işte,” dedi gergin hasta nefretle. “Aklında bulunsun, he mi? Al işte sana lanet olası bir yardımseverlik örneği, di mi? Yani belli işte, di mi? İnsanın tepesini attırıyo, di mi? Attırıyo valla.” Edwin koğuşa bakarken keyfi kaçarak balık buğulaması ve bir kepçe dolusu patates püresini didikledi. Hemen yanındaki komşusu hariç herkes yataktaydı. Çoğunda Mekke’ye giden hac yolcuları gibi beyaz türban vardı; bu, zarafete değil, tıraş edilmiş başlara işaretti. Bir koğuş dolusu hasta hacı. Edwin’in komşusu üzerinde sabahlığıyla yatağına oturmuş, hüzünlü bir halde sigara içerek dışarıya, hareketsiz meydana çöken Londra akşamına bakıyordu. Soğuk ve alaycı bir ifadeyle dudağı bükülmüştü; karmaşık bir sendromun parçası. O akşamüzeri, Edwin’in gelişinden kısa bir süre sonra başka bir koğuştan iki ziyaretçi, yine dudakları alaycı bir şekilde bükük, dudak bükülmelerini karşılaştırmak için gelmişlerdi. Bir çeşit dudağı bükükler kulübü. Edwin’in, dudağı alaycı şekilde bükük komşusuna hoşça kal diye dudak büktüler ve dudak bükerek dışarı çıktılar.

Çok moral bozucu. Kadrolu bir hemşire, moral bozacak kadar sağlıklı, içeri daldı; kafes ve tüplerin gergin adamı “İyi akşamlar hemşire,” dedi. Kadrolu hemşire cevap vermeden koğuşun sonuna ilerledi. “İşte,” dedi gergin adam, “belli, di mi? Lanet olası yanlış bi şi mi yaptım şimdi? İyi akşamlar diyom, o iyi akşamlar demiyo, kıçımın kenarı. İnsanın tepesini attırıyo, valla attırıyo?” “Hayır,” dedi Edwin. “Dondurma istemiyorum. Hayır, çok teşekkür ederim, dondurma istemiyorum. Hayır, lütfen, hayır. Dondurma yok.” “Rahatlayın,” diye geldi zenci vaiz tonu. “Rahatlayın, küçük dostum. Onun için buradasınız, rahatlamak için. Dondurma istemiyorsanız kimse size dondurma yedirmeyecek. Fikrinizi değiştirir, daha sonra yemek istersiniz diye dondurmayı başucunuza bırakıyorum.” “Hayır,” dedi Edwin, “hayır, dondurma sevmem.

Lütfen götürün.” “Sakin olun şimdi. Belki sonra yemek istersiniz.” Zenci hademe ağırbaşlı bir tavırla dışarı çıktı. Edwin gergin bir halde yataktan kalktı, erimekte olan soğuk kâseyi aldı, atmaya hazırlandı. Sonra düşündü: “Dikkatli ol şimdi, dikkat, sakinleş, böyle bir şey yapman çok hoşlarına giderdi.” “Onu istemiyorsan,” dedi tüplerin gergin adamı “bana ver. Bu akşam geldiğinde benim ufaklığa veririm. Bunun gibi her şeyi sever. Soğuk her şeyi. Yalayıp yutar, valla yutar.” Edwin sabahlığını giydi, ejderhalarla kaplı Çin ipeğinden bir sabahlıktı ve adamın yatağına doğru yalpaladı. Yatağın ayakucunda bir sürü ihtişamlı çizelge vardı – su giriş çıkışı, tuz akışı, beyin-omurilik sıvısındaki protein miktarı, bunların yanı sıra tepeler ve derin vadiler çizen ateş ve nabız grafikleri. Bütün bunların üzerindeki isim mağrur ve basitti – R. Dickie.

“Sana gazhaneyi göstermemi ister misin?” dedi R. Dickie. “Şu tepedeki ters duran şişeye bağlı tüp içime ilaç gibi bir şey döküyor ve bu tüp benim eski zımbırtıma bağlı, şu da arkama gidiyor, şunun ise nereye gittiğinden pek emin değilim. Böyle bir vinç kendimi kaldırabilmem için ve bu türden bir kafes de bir şeylerin bacaklarıma değmesine engel olması için. Neler düşünebiliyorlar hayret verici, di mi? Yerdeki şişeyi tekmelememeye bak, çünkü bir ucundan ona tutturulmuş olan tüp diğer ucunda benim eski zamazingoma bağlı. Bütün gün damlayıp duruyor. Sonra ölçüyorlar. Harika, di mi? Cidden.” Kırmızı, elli yaşında bir yüzü vardı ve saçları dağınıktı, hastanede kalışı sanki balıkçı teknesinde geçen çetin bir seferdi. “Sana ne oldu?” diye sordu Edwin. “İşyerinde lanet olası bir merdivenden düştüm. Ben, kendim yapı ustasıyım.” Basit ve dramatik bir kaza, onurlu ve tehlikeli bir iş. Edwin kendi işini, kendi kazasını düşündü. Burma’da bir üniversitede bir gün hiçbir uyarı olmaksızın, ders verirken sınıfta yere düşen dilbilim okutmanı.

Halk etimolojisi hakkında konuşuyordu (çatı katı, çuhaçiçeği, yerelması) derken aniden bayıldı. Kendine geldiğinde endişeli, yassı, hafif kahverengi Burmalı yüzleri aşağıya, ona bakarken buldu ve kendisi şöyle diyordu: “Bu, aslında bilinmeyeni bilinene kaynaştırma sorunudur; yani, yabancı bir sözcüğün gerçekten yabancı olduğunu kabul etmemek.” Serin zeminde yatarken açıkça görebilmişti ki, kendisini çevreleyen grubun bir ucunda duran bir iki öğrenci söylediklerini defterlerine yazıyorlardı. Dedi ki: “Yatay vaziyette olanlar dışında kimseye saygı göstermiyoruz.” Defterlere bu da yazıldı. Doktorlar bu sorunu ciddi bir şekilde incelediler, kendisine bir dizi tatsız tıbbi tetkik yaptılar. Bir lumbar punktur, beyin-omurilik sıvısında aşırı miktarda protein olduğunu göstermişti. Dr. Wall şöyle demişti: “Bu gösteriyor ki orada, orada olmaması gereken bir şey var. Sizi bir nöroloji uzmanına görünmeniz için İngiltere’ye geri yollasak iyi olur.” İşte buradaydı, merdivenden düşmüş bir yapı ustasıyla konuşuyordu. “Almanya’da olmuştu,” dedi R. Dickie. “Belki burada olsaydı, durum farklı olabilirdi. İşte geliyorlar, bak.

Onları içeri alıyorlar.” Onları içeri alıyorlardı. Çiçekler servis arabalarıyla dışarı taşınıyordu, su şişeleri gece için dolduruluyor ve ziyaretçileri içeri alıyorlardı. R. Dickie’nin yatağına birkaç kır saçlı kadınla parmak emen küçük bir oğlan geldi; oğlan Edwin’in dondurmasını yemeye başladı. Alçakgönüllü Mekke hacılarına üzüm yüklenmiş neşeli aileler, ayrıca The Autocar dergileri getiren kazak giymiş samimi adamlar geldi. Edwin Spindrift’e Sheila Spindrift geldi. Sheila Spindrift’in yanında Edwin’in tanımadığı bir adam vardı. “Hayatım,” dedi Sheila. “Bak, bu Charlie. Charlie’ydi, değil mi? Doğru. Charlie’yle pub’da tanıştım ve beni buraya getirme nezaketini gösterdi. Karanlıkta yolu bulabileceğimden emin değildim.” Sheila’nın zihni biraz dağılmış gibi bir hali vardı; siyah saçları dağınıktı; yüzüne sürdüğü pudra kalıp gibi duruyordu. Edwin, onun ne kadar içtiğini, neredeyse her milimetre küpüne kadar tahmin edebiliyordu.

Onu suçlamıyordu, fakat şu Charlie’yi getirmemiş olmasını dilerdi. Charlie Edwin’in sağ elini iri, sıcak, şehvetli pençelerinin içine aldı. Pürüzlü bir Cockney bariton sesle “Demek siz Edward’sınız,” dedi samimiyetle. “Karınız pub’da hepimize sizin hasta olduğunuzu anlatıyordu. Sizinle tanışmak,” dedi, “benim için onurdur.” İşçi sınıfından birinin en iyi giysisi olan mavi takımı içinde esrarengiz ve kaba bir yakışıklılığı vardı. “Ve beni buraya kadar getirdi,” dedi Sheila, “çünkü karanlıkta yolu bulabileceğimden emin olamadım. Ve o çok kibardı. Bak senin için ne getirdi. Bunları satın almak için benzincide durmakta ısrar etti. Senin bir şeyler okumak isteyeceğini söyledi.” “Gerçekten memnun oldum,” dedi Charlie ve ceplerinden bir tomar cicili bicili dergi çıkardı – Kızlar, İlahi Form, Gül Geç, Mükemmel Sağlık, Çıplak, Yalın Gerçek, Sırıt, Vahşi Güzellik. “Çünkü” dedi, “karınız bana sizin okuyan bir adam olduğunuzu söyledi, tıpkı benim kendim gibi ve hastayken en iyi vakit geçirme yolu okumaktır.” Ürün tanıtımı yaparcasına derginin birini yelpaze gibi açtı, kadın ve erkek çıplaklar Âdem’le Havva’nın Cennet’ten kovulmaları sonrası bir çağa uygun biçimde, koğuş ışığında ölgün ölgün sırıttılar. “Oturalım, olur mu?” dedi Charlie ve Edwin kötü bir ev sahibi olduğunu hissederek misafirlerini yatağına götürdü.

“Şimdi,” dedi Charlie, “karınız söylemişti ama, ne işle meşguldünüz?” “Dilbilim.” “Hah.” Üçü bacak sallayarak, yatakta oturdular. “Ben hiç duymadım,” dedi Charlie, “ve bu gerçek. Dinleyin, böyle bir şey olmadığını söylemiyorum, ama bundan bahsedildiğine daha önce hiç rastlamadım.” “Ah,” dedi Edwin, “böyle bir şey var.” “Olabilir, ama eğer varsa, benim ve onun gibilerinin aklının ermeyeceği bir şeydir.” Başıyla Sheila’yı işaret etti. “Ben, kendim pencere temizliyorum. İşimin ne olduğunu herkes anlayabilir ve öyle bir iş yapıyorsanız, sizi bunun gibi yerlere kimse yatırmaz. Unutmayın ki pencere temizleyicisiyseniz hastaneye yatırılabilirsiniz, ama bunun gibi bir hastaneye değil, çünkü pencere temizlemek beyni etkilemez. Yani bu işe uygun bir yaradılıştaysanız. Bazıları yapamaz, düşünüyorum da büyük ihtimalle siz kendiniz de yapamamışsınız. Niyetim sizi aşağılamak değil, ama herkes kendi işini yapmalı. Orada bir merdivenin tepesindeyseniz muhtemelen donarsınız.

Yeni başlayan gençleri gördüm –‘akrobatlar’ deriz onlara– merdivenin tepesinde donakalırlar ve aşağıya inmeye hazır değillerse onları aşağı indirmek için kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Demek istiyorum ki, ancak kendi rızalarıyla donmaktan kurtulabilirler. Bu akrobatlardan biri yirmi kat yukarıda donduğunda beni tehlikeye soktuğunu hatırlıyorum. Çok rüzgâr vardı, pencere pervazında elimin kenarıyla mücadele ettim ama donmasını önlemek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.” Edwin’de yükseklik korkusu vardı. Başı dönmeye başlamıştı, usulca ayaklarını yere indirdi. “Peki, ne yapacaklar hayatım?” diye sordu Sheila. “Testler yapacaklar,” dedi Edwin. “Sanırım beynin içine bakmayı deneyecekler.” “Bunu yapmalarına izin vermeyin,” dedi Charlie. “Eğer henüz çatlak değilseniz de sizi çatlak yaparlar. Sonra sizi bir yerlere kapatırlar, çıkamazsınız ve her şeyin sizin değil, onların suçu olduğuna kimseyi ikna edemezsiniz. Sizin beyniniz sizin malınız, kurcalamalarını istemezsiniz. Benim beynimin içine bakmaya çalışsınlar hele,” dedi küçümseyerek. “Beyin çok narin bir makine, duvar veya kol saatinden farklı değil.

” Arka taraftan bıyıklı Hintli bir rahibe servis masasıyla geldi ve dedi ki: “Bağyan Speendreeft? Doktor sizinle odasında görüşmek istiyor.” “Senin iznini istiyorlarsa,” dedi Charlie, “onun beynine bir şeyler yapmak için, sadece yo de. Sadece bunu de, yo. Dilimizdeki en kısa kelime ve en çok şey anlatanlardan biri.” Ama Sheila koğuşun sonundaki büyük, cam bir tanka benzeyen ofise gitmişti bile. “Bilgi olsun diye,” dedi Edwin, “o dilimizdeki en kısa kelime değil.” Pijamaları, bir yatak, bir su şişesi hariç her şeyinden yoksun kalmış bir halde, sahip olduğu tek şey olan uzmanlığıyla gösteriş yaparak, bu esmer, şehvetli pencere temizleyicisine karşı durmak zorunda hissetmişti kendisini. “Belirsiz tanımlık,” dedi Edwin, “basit haliyle, tabii ki, en kısa kelime. Tek bir fonem. Belirsiz tanındığın sessiz bir harfle başlayan bir kelimeden önce kullanılan halinden bahsediyorum haliyle.” Bunu söyleyince kendini daha iyi hissetti. Ama Charlie dedi ki: “İyi kız şu karınız. ‘Kız’ derken niyetim sizi gücendirmek değil, daha çok kadını ya da belki genç bir kadını kastediyorum, görüşe göre değişir. Sizinle aynı yaşta sanırım ve size otuz sekiz diyorum, hâlâ epey saçınız olmasına rağmen. Anchor’daki bara geldi bugün ve Fred Titcombe’u dartta yendi.

Benimle bir sürü kadeh devirdi. Bardağımı ona vermem bile gerekti.” Edwin kendisine hasta olduğunu gösteren o istenmeyen öfke nöbetlerinden birinin daha yaklaştığını hissetti. “Kastettiğimi anlamıyorsunuz,” dedi, “belirsiz tanımlık konusunda. Fonemin ne olduğunu sormuyorsunuz bile. Ve eminim ki bilmiyorsunuz.” “Neyse,” dedi sakin Charlie, “bunun konumuzla bir ilgisi yok, öyle değil mi? Maksat o değil, doğrusu. Bilmediğim bir sürü şey var ve öğrenmeye başlamak için artık çok geç.” “Değil, değil.” Edwin sel gibi gözyaşlarını bastırdı. “Gayet iyi biliyorsunuz ki, hiçbir zaman geç değil.” Yakındaki bazı ziyaretçiler, zilin onları dışarı çıkartmasını dört gözle beklerken, her şeyi konuşmuşken ve söylemeleri gerekenden fazlasını bile söylemişken, umutla Edwin’e baktılar. Ama o, kontrolü elden bırakmadan, gözlerini kırpıştırıp gözyaşlarına engel olarak, sessizce tekrar yatağına oturdu. “İyi olacaksınız,” dedi Charlie. “Bakın şuraya yazıyorum.

Bunun üstesinden geleceksiniz ve turp gibi olacaksınız.” O sırada Sheila geri geldi, fazla hayat dolu, fazla neşeliydi. Dedi ki: “Evet, görünen o ki her şey yoluna girecek, endişelenecek hiçbir şey yok.” “Hepsi bu mu,” diye sordu Edwin, “sana söylemek istediği bu muymuş?” “Ee, evet, hemen hemen. Diyor ki tamamen iyi olacaksın. Dediği bu.” “Ben de aynen öyle diyordum,” dedi Charlie. “Hem doktor da değilim.” Abanoz ağacından yontulmuş gibi zarif başlı bir Nijeryalı hemşire, elinde çanla geldi. “Bütün ziyaretçiler dışarı,” dedi, “mahzuru yoksa.” Rahatlama koğuşta bir hareketlenmeye yol açtı. Edwin üzülerek karısının onu öpüp gitmeye, ertesi gün geleceğine söz vermeye, dışarıdaki sağlıklı dünya için rujunu sürüvermeye fazlasıyla istekli olduğunu gördü. Charlie dedi ki: “Size getirdiğim bu kitapları okuyun. Neşenizi korursunuz. Sizi meseleler hakkında kara kara düşünmekten alıkoyar.

” Ziyaretçilerin ayrılmasıyla koğuşun her yanından sessiz bir tatmin ifade eden bir iç çekiş duyuldu sanki: Zil sesinin dışarı kovaladığı insanlar yabancıydılar ne de olsa. Onlar, berrak sesleri, düzgün kıyafetleriyle, önem ve ciddiyetten yoksun bir dünyayı temsil ediyorlardı. Şimdi herkes ciddi hastalık meselesine dönebilirdi, hastalık sonuç olarak insanın gerçek haliydi. Yabancı âlemden gelen üzüm ve dergilere bir süre dokunulmadı; ortama uyum sağlayacakları, benimsenecekleri kadar bir süre. Edwin’in, hiç ziyaretçisi gelmemiş, kıpırdamadan yatağında oturup düşünceli bir halde sigara içen yakın komşusu, şimdi ilk defa onunla konuşuyordu. Hareketsiz çarpık ağzıyla “Karınız sahiden bir içim su,” dedi dudak bükerek. “Onları öyle severim. Kumral hem de.” Sonra sessizce dudak büktü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir