Anton Çehov – Bütün Öyküler 2 (1885-1886)

Avukat Kalyakin katedral korosunun şefi Gradusov’un odasında oturmuş, Gradusov! [1] adına sulh mahkemesinden gelen celp kâğıdını elinde evirip çevirerek bazı açıklamalarda bulunuyordu: —Siz ne derseniz deyin, Dosifey Petroviç, bütün kusur zati alinizde. Size saygım sonsuz, bana karşı gösterdiğiniz yakınlığı takdirle karşılıyorum, gene de üzülerek belirteyim ki, bu işte haksızsınız. Evet, haksızsınız. Müvekkilim Derevyaşkin’e [2] hakaret ettiğiniz bal gibi ortada. Ne diye hakaret ettiniz ona? Yüzünden lanet okunan, uzun boylu, basık alınlı, kalın kaşlı, göğsünde tunç bir madalya sallanan ihtiyar Gradusov öfkeli bir sesle; —Ne hakaret etmesi! dedi. Ona hakaret etmedim ki! Yalnızca biraz ahlak dersi verdim, o kadar. Budalalara ahlak dersi vermez, onları yola getirmezsek şu dünyada rahat yüzü göremeyiz. —Ama, Dosifey Petroviç, siz ahlak dersi filan vermemiş, düpedüz hakaret etmişsiniz. Dilekçesinde belirttiğine göre herkesin önünde yüzüne «sen» diye bağırdıktan sonra ne alçaklığını bırakmışsınız, ne eşekliğini… Bir keresinde de elini kaldırıp fiilen hakaret yolunu seçmişsiniz. —Anlamadım! Adam hak etmişse dövmekten başka çıkar yol var mı? —Ama şunu iyi bilin ki, buna hiç hakkınız yok! —Benim mi hakkım yokmuş? E, bağışlayın ama bunu benim külahıma anlatın! Böyle lafları yutmam ben! Bu adam piskoposluk korosundan kapı dışarı edildikten sonra gelip benim koroma girdi, orada tam on yıl çalıştı. Bilmek istersiniz diye söyleyeyim ki, ben onun kurtarıcısı, velinimeti sayılırım. Onu ben de koromdan kovdum diye bana kızdıysa bunda tümüyle kendisi suçludur. Felsefeyle uğraşmak ona mı düşmüş? Felsefeyle yalnız aklı başında, yükseköğrenim gören kişiler uğraşabilir. Eğer sen budalaysan, aklın her şeye ermiyorsa kapa çeneni, otur oturduğun yerde! Ağzını açma da akıllı insanların söylediklerine kulak ver! Ama bizimkisi fırsatını buldukça zırvalamaktan geri durmaz. Tam koro ilahi söylemeye ya da ayine başlayacağı zaman Bismark’tan, Gladstone’dan dem vurur.


İnanır mısınız, salak herif bir gazeteye bile abone olmuş, her gün alıyormuş… Gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz, Türk-Rus savaşı yüzünden kaç kez tokatladım dürzüyü! Koro ilahi söylerken o, tenorların kulağına eğilmiş, bizimkilerin Türk zırhlısı «Lütfi Celil»i mayınla havaya nasıl uçurduklarını anlatıyor. Söyler misiniz, bu ne demek oluyor? Bizimkilerin zafer kazanması insanın hoşuna gider elbet, ama ilahi söylememek için bir sebep değildir bu… Öğle ayini bitsin, ondan sonra konuş konuşabildiğin kadar. Sözün kısası, domuzun biridir o herif! —Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz! —Ama eskiden gücenmiyordu ki… Bunları kendi iyiliği için söylediğimi biliyor, sesini çıkarmıyordu. Büyüklerine, velinimetine karşı gelmenin günah olduğunun bilincindeydi. Ama ne zaman emniyette göreve girip yazıcılığa başladı, artık hepsine paydos! Tafrasından yanına varılamaz oldu. «Ben ilahici değilim, memurum» diyor da başka bir şey söylemiyordu. Bu arada «Evrak memurluğu sınavına gireceğim!» diye tutturdu. Ben de dedim ki: «Sen budalanın birisin. Felsefe yürüteceğine burnunu silsen daha iyi edersin. Rütbe, mevki düşünmek senin neyine? Sana rütbe düşünmek yerine boynunu büküp bir köşede oturmak daha çok yaraşır.» Ama laflarım kafasına girmiyor ki! Sözün gelişi şu son olayı ele alalım. Beni mahkemeye verişinin asıl nedenini biliyor musunuz? Bu adam hödük oğlu hödük değil de nedir?. Samopliuyov’un [3] meyhanesinde oturmuş, bizim katedralin zangocuyla çay içiyorduk. iiçerisi öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmez! Baktım, bu dürzü de orada, yazıcı arkadaşlarıyla birlikte bir şeyler zıkkımlanıyor. İki dirhem bir çekirdek, cakası da yerinde ha! Ellerini havaya kaldıra kaldıra konuşup duruyor.

Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline dolamış, felsefe yürütmüyor mu? Siz olsanız ne yaparsınız? Sesimi çıkarmadım, dişimi sıktım… «Anlat bakalım, anlat, dilin kemiği yok nasıl olsa!.» dedim kendi kendime. Ama şu işe bakın ki, tam o sırada meyhanenin laternasını çalmaya başladılar. Bizim hödüğün duyguları kabarmış olacak ki, ayağa kalkıp arkadaşlarına şöyle seslendi: «Uygarlık, ilerleme adına içelim! Ben, ülkemin öz oğlu, yurtsever bir Slavcı’yım! Yurdumun uğruna her güçlüğe göğüs germeye hazırım! Kendine güvenen varsa çıksın karşıma! Bilek güreşinde kim gelirse yeneceğim!» Böyle diyerek masaya bir yumruk indirdi. Eh, artık bu kadarına dayanamadım. Yanına yaklaşarak nazikçe, «Bana bak, Osip! Sen eşeğin birisin, hiçbir şeye aklın ermez. O bakımdan otur oturduğun yerde, çeneni de kapat! Yalnız okumuş, akıllı adamlar tartışmaya girebilirler, senin böyle şeylere hakkın yok! Çünkü sen bir hiçsin, sıfırsın!.» dedim. Ben ona bir söyledim, o bana on karşılık verdi. Açtı ağzını, yumdu gözünü… Oysa benim söylediklerim onun iyiliği içindi. Buna karşılık aptal herif ne yaptı? Tuttu beni mahkemeye verdi. Kalyakin içini çekti. —Dosifey Petroviç, işte dilinizi tutamadığınız için, bakın, başınıza ne işler açtınız! Çoluk çocuk sahibi, saygıdeğer bir kişisiniz. Mahkemeye gelip gitmelerden, dedikodulardan, ağız dalaşlarından, belki de tutuklanmaktan kurtulamayacaksınız.

Bu işi fazla uzatmadan bitirmek gerek. Bakın, size ne diyeceğim! Bugün akşam üzeri, saat altıya doğru Samopliuyev’in meyhanesine gidelim; yanlarında ona hakarette bulunduğunuz yazıcıların, tiyatro oyuncularının bulunduğu sırada Derevyaşkin’den özür dilersiniz. Böyle yaparsanız dava dilekçesini geri aldırırım ona. Anladınız mı? Böylesi daha iyidir, Dosifey Petroviç, kabul edeceğinizi sanıyorum. Bu çözüm yolunu dostunuz olarak açıkladım size. Müvekkilim Derevyaşkin’e hakaret ettiniz, herkesin önünde onu kepazeye çevirdiniz, daha da önemlisi onun gururuyla oynayıp duygularıyla açıkça alay ettiniz… Biliyor musunuz, bu zamanda böyle şeyler yapılmaz. Daha dikkatli davranmak gerekir. Sözlerinize öyle bir anlam vermişsiniz ki, nasıl söyleyeyim… günümüzde… şey… pek uygun kaçmıyor… Şimdi altıya çeyrek var. Benimle gelecek misiniz? Gradusov gitmemek için direndi, ama Kalyakin onun sözlerinin taşıdığı «anlam»ı, bu «anlam»dan doğacak sonuçları öyle keskin çizgilerle ortaya koydu ki, koro şefi korkarak gitmeye razı oldu. Mahkemeye giderlerken avukat; —Dikkat edin, gönül alıcı sözlerle özür dileyin, diye akıl veriyordu. Yanına gidip, «Sizden» diye başladıktan sonra, «Özür diliyorum… sözlerimi geri aldım.» filan dersiniz… Meyhaneye vardıklarında her zamanki müşterilerin çoğunlukla geldiğini gördüler. Akşam oldu mu, çay, bira içmek isteyen bütün orta halliler orada toplanırlardı. Bu sefer de esnaf takımı, artistler, memurlar, yazıcılar masaları doldurmuşlardı. Derevyaşkin yazıcıların arasına oturmuştu.

İlk bakışta yaşı anlaşılmayan, sinek kaydı tıraşlı, baykuş gözlü bir adamdı Derevyaşkin. Fırça gibi sert saçları vardı, onu görünce çizmelerini fırçalamak gelirdi insanın aklına. Yüzünün mutlu görünüşünden bu yüzün sahibinin hem ayyaş, hem kalın sesli, hem de aptal olduğu kanısına varırdınız. Yalnız onun aptallığı, kendini dünyanın en akıllı adamı sanacak derecede değildi. Koro şefinin içeri girdiğini görünce Derevyaşkin azıcık yerinden doğruldu, kedi gibi bıyıklarını oynattı. Topluluk önünde özür dileneceğini daha önce öğrenmiş bulunan kalabalık sessizleşti. İçeri girer girmez Kalyakin; —Bay Gradusov razı oldu, dedi. Koro şefi kalabalık arasından bazılarıyla selamlaştı, mendilini çıkarıp gürültüyle sümkürdü, kızara bozara Derevyaşkin’e yaklaştı. Onun yüzüne bakmadan; —Bağışlayınız… Buradaki bayların önünde geçen gün söylediğim sözleri geri alıyorum, dedikten sonra mendili cebine soktu. Derevyaşkin kalın sesiyle; —Bağışlıyorum, dedi. Oradakileri utku kazanmışçasına süzdükten sonra yerine oturdu. —Bu bana yeter. Bay avukat, davanın düşmesi için gerekeni yapınız, lütfen. Gradusov rahat değildi. —Evet, özür diliyorum.

Bağışlayın! Can sıkıcı şeylerden hoşlanmam… Sana «siz» dememi mi istiyorsunuz, işte «siz» diyorum. Seni akıllı adam yerine koymamı mı istiyorsun? Ona da peki! Canın cehenneme, nasıl istiyorsan öyle olsun! Ben kardeşim, kinci bir adam değilim. Senin gibi mendeburlara aldırdığım yok! —Ama izin verin, özür dileyeceğiniz yerde sövüyorsunuz bana. —Yahu, daha nasıl özür dileyeyim? İstediklerin yerine geldi ya! «Sen» diye konuşuyorsam alışkanlıktan ileri geliyor. Bir de önünde diz çöküp yalvaracak değilim herhalde… Hem özür diliyorum, hem de bu işi kısa yoldan çözdüğüm için Tanrı’ya şükrediyorum. Mahkemelerde sürtecek vaktim yok benim. Ömrümde mahkemeye gitmiş değilim, gitmek de istemem… Sonra sana… size de tavsiye etmem. —Size katılıyorum… Bu duruma göre, şimdi birlikte Ayastefanos Barışı onuruna birer kadeh içmeye ne dersiniz? —Neden içmeyelim? İçeriz içeriz… Ancak sen, kardeşim Osip, domuzun birisin! Bunu sana sövmek için söylemiyorum. Lafın gelişi işte… dilim öyle alışmış… Domuzun tekisin sen, Osip! Piskoposluk korosundan kovduğum gün ayaklarıma kapandığını ne çabuk unuttun? Sonra da tutup velinimetini şikâyete kalkışıyorsun! Nah senin suratına!. Bunları yaparken hiç utanmadın mı? Baylar, bu adamın yaptığı ayıp değil mi? —İzin verin ama… gene sövmeye başladınız. —Ne sövmesi? Ben sana öğüt veriyorum, yol gösteriyorum… Biz artık barıştık. Şunu son kez söyleyeyim ki, sana kesinlikle küfretmek niyetinde değilim. Velinimetini şikâyet eden senin gibi bir dangalakla neden uğraşacakmışım? Cehenneme kadar yolun var! Aslında seninle konuşmaya bile değmez. Elimde olmadan demin sana «domuz» demişsem gerçekten domuzsun da ondan… On yıldır yedirip içirdiği, nota öğrettiği için bir büyüğüne dua edeceğin yerde nankörcesine mahkemede dava açıyorsun, üstelik iblis avukatını üzerime salıyorsun. Kalyakin gücenerek söze karıştı: —Müsaade buyurun, Dosifey Petroviç! Size gelen iblis değil, bendim.

Söylediklerinizde biraz dikkatli olun. Çok rica edeceğim! —Ben sizi kastetmedim. Gelmek istiyorsanız her gün gelin bana, başımın üstünde yeriniz var. Ancak bir noktayı anlamış değilim: Hukuğu bitirmiş, kültürlü bir adam nasıl oluyor da bu babahindiye öğüt verecek yerde onunla el ele verip bana karşı çıkıyor? Sizin yerinizde olsam bu herifi hapislerde çürütür, süründürürdüm. Sonra, ne diye kızıyorsunuz bana? Özür diledik ya işte! Benden daha ne istiyorsunuz? Anlamıyorum, doğrusu… Baylar, tanığım olun, ben özür diledim, bir daha da herhangi bir ahmaktan özür dileyecek değilim. Osip öfkeden kısılan bir sesle; —Ahmak sizsiniz! diyerek göğsünü yumrukladı. —Ben mi ahmağım? Ben ha? Üstelik bunu bana sen söylüyorsun? Böyle derken Gradusov pancar gibi kızardı, titremeye başladı. —Ne cüretle bunu bana söyleyebiliyorsun? Öyleyse al sana! Bu tokat yetmez, bir de seni mahkemeye vereyim de gör gününü! Hakaret etmenin ne demek olduğunu anlatacağım sana! Baylar, hepiniz tanığım olun! Bay komiser, neye orada durmuş, bakıyorsunuz? Bu adam bana hakaret etti, işitmediniz mi? Aylık almayı biliyorsunuz da düzeni sağlamaya gelince niçin susuyorsunuz? Mahkeme denen şey herkes için vardır, bunu iyi bilmiş olun! Komiser, Gradusov’un yanına gitti, ama iş bununla kalmayıp büyüdükçe büyüdü. Bir hafta sonra Gradusov sulh yargıcının karşısında oturuyor; Derevyaşkin’den başka bir de avukata, polis komiserine hakaretten yargılanıyordu. Başlangıçta kendisinin davacı mı, yoksa sanık mı olduğunu dahi anlamış değildi, ancak yargıç suçlarından dolayı «toplam» iki ay hapsine karar verince aklı başına gelerek acı acı güldü; —Tuhaf şey! dedi. Hem hakaret görüyoruz, bu yetmiyormuş gibi bir de hapse atılıyoruz! Bay yargıç, yargılama yasalara göre yapılmalı, aklınıza estiği gibi değil! Toprağı bol olası anneniz Varvara Vasilyevna olsa, bu Osip gibilerine bir güzel sopa çektirirdi. Siz ona arka çıkıyorsunuz. Böyle mendeburları haklı çıkarırsanız sonunda ne olur? Başkaları da aynı şeyi yaparlar… Bu durumda hakkımızı aramak için kime başvuracağız? —Hüküm iki hafta içinde temyiz edilebilir… Gereksiz yere konuşmamanızı rica ederim. Gidebilirsiniz. Gradusov anlamlı anlamlı göz kırptı.

—Bunu anlamayacak ne var? Bu zamanda yalnızca aylıkla geçinmek kolay değil. Geçimini kolaylaştırmak istiyorsan suçsuzu suçlu çıkarıp kodese tıkarsın… Hep böyledir. İşin kötüsü, hakkını arayacak başka yer de yoktur… —Ne dediniz? —Hiç! Sözün gelişi öyle söylüyorum. Yani ne siz söyleyin, ne de ben anlatayım… Altın zincir bileğinizde diye sizi yargılayacak mahkeme yok mu sanıyorsunuz? Hiç merak etmeyin, sizin de boyunuzun ölçüsünü alırlar! Hemen «yargıca hakaretten» dava açıldı, ama piskopos işe karışarak dava dosyası hasıraltı edildi. Hakkında verilen hükmü yargıtaya gönderen Gradusov kendisinin aklanacağından, Osip’in ise hapse gireceğinden tümüyle emindi. Yargıtayda onu dinledikleri sırada gene aynı kanıdaydı. Yargıçların karşısında dikilirken çenesini tuttu, gereksiz şeyler söylemekten kaçındı. Ama yargıçlar kurulu başkanı ona oturmasını söylediğinde birden alınarak; —Koro şefinin kendi şarkıcısıyla yan yana oturduğu nerede görülmüş? diye söylendi. Yargıçlar kurulu sulh mahkemesinin kararını onaylayınca Gradusov gözlerini kısarak homurdanmaya başladı: —Ne? Ne buyurdunuz, efendim? Bundan bir şey anlamadım! Siz neden söz ediyorsunuz? —Yargıtay, sulh mahkemesi yargıcının hükmüne uymuştur. Karardan memnun değilseniz senatoya başvurabilirsiniz. —Ya, demek öyle! Bu çabuk, hem de adalete uygun kararınızdan dolayı sonsuz teşekkürlerimi sunarım! Elbette tek aylıkla geçinmek zordur. Beni bağışlayınız, ama rüşvet yemeyen mahkemeyi de buluruz biz! Gradusov’un yargıtayda söylediklerinin hepsini burada anlatacak değilim. Şimdi de «yargıtaya hakaret»ten dolayı yargılanacak. Yakınları suçun onda olduğunu söylediklerinde Gradusov dinlemek bile istemiyor. Suçsuzluğunu üstelemekle kalmayıp, yolsuzlukları ortaya çıkarmasından ötürü er-geç kendisine teşekkür edileceğine inanıyor.

Onun bu inadı karşısında katedralin başpapazı elini umutsuzca sallayarak; —Bu budalanın yola geleceği yok! diyor. Anlamıyor, kafası almıyor!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir