Arthur Koestler – Gün Ortasında Karanlık

“Kimse suç işlemeden ülke yönetemez ” SAINT-JUST 1 Hücrenin kapısı GÜM diye kapandı Rubashov’un üstüne. Birkaç saniye kapıya yaslanıp öylece durdu, bir sigara yaktı. Sağına düşen karyolanın üstünde pek temiz olmayan iki battaniye vardı, saman yatağı da yeni doldurulmuşa benziyordu. Soldaki lavabonun tıkacı yoktu ama musluk çalışır durumdaydı. Hemen yanında duran kova yeni dezenfekte edilmiş olmalıydı ki, kokmuyordu. Her iki yan duvar da kalın tuğladandı ve haberleşmek için elverişli değildi, ama su ve kalorifer borularının geçtiği yerler sıvanmış olduğundan iyi ses veriyorlardı; aynca, kalorifer borusunun kendisi de ses geçiriyor olmalıydı. Pencere göz hizasından başlıyordu; demirlere tutunup kendini yukarı çekmeden de avluyu görebilecekti! Buraya kadar her şey olması gerektiği gibiydi. Esnedi, ceketini çıkarıp katladı, yastık niyetine yatağın üstüne bıraktı. Dışarıya, avluya baktı. Ay ışığının ve elektrik lambalarının çifte aydınlığında kar sarımtrak bir renkte parlıyordu. Avlunun çevresindeki duvarlar boyunca uzanan, mahkûmların günlük havalandırma sırasında kullandıkları dar bir yol kardan temizlenmişti. Daha şafak sökmemişti, lambalara rağmen yıldızların kristalimsi parıltısı açıkça seçiliyordu. Rubashov’un hücresinin tam karşısına düşen dış duvarın üstünde, tüfeği ocunda bir asker bir aşağı bir yukarı yüz adımı arşınlıyordu. Sanki resmî geçitteymiş gibi her adımını sertçe vuruyordu. Lambaların san ışığı vurdukça süngüsü parıldıyordu.


Rubashov pencerenin önünde, durduğu yerde ayakkabılarını çıkardı, sigarasını söndürüp izmariti karyolanın başu-cuna, yere koydu, yatağın üstüne oturdu, bir süre kıpırdamadan durdu. Derken kalkıp bir kez daha pencereye yaklaştı. Avluda kimseler yoktu; nöbetçi duvarın üstünde bir dönüş yaptı; mitralyöz kulesinin ötesinde Samanyolu’nun ucunu gördü Rubashov. Karyolaya uzandı, battaniyelerden birine sarındı. Saat beşti, kış vakti sabah yediden önce kalkmak zorunda bırakılmayacaklarını düşündü. Çok uykusu vardı, daha üç-dört gün sorguya alınmayacağını hesap etti. Kelebek gözlüğünü çıkararak taş döşeli yere, sigara izmaritinin yanına yerleştirdi, gülümseyerek gözlerini kapadı. Sarındığı battaniyenin içinde kendini sımsıcak ve korunaklı hissediyordu; aylardır ilk kez düşlerinden de korkmuyordu. Birkaç dakika sonra, gardiyan ışığı dışarıdan kapatıp da gözleme deliğinden hücrenin içine baktığında, eski Halk Komiseri Rubashov’un sırtını duvara dönmüş, başını sol koluna yaslamış olarak uykuya daldığını gördü; sol kol dümdüz uzanmıştı karyolanın dışına, ama ucundaki el gevşekçe sallanıyor, arada bir seğiriyordu. Bir saat kadar önce, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Halk Komiser-liği’nin iki memuru Rubashov’u tutuklamak üzere kapısını yumrukladıklannda da uyuyordu Rubashov ve düşünde tutuklandığını görüyordu. Yumruklamanın gümbürtüsü yükseldikçe yükseliyor, Rubashov kendini uyanmaya zorluyordu. Kendini kabuslardan kurtarma konusunda deneyimliydi, çünkü ilk tutuklanmasının rüyasını yıllar yılı belirli aralıklarla tekrar tekrar görmüş, düşündeki olaylar dizisi hiçbir zaman değişmemişti. Kimi kez kendisini çok zorladığında olaylar dizisini durdurduğu, çaba göstererek kendini rüyanın akışından kurtardığı oluyordu, ama bu kez bunu başaramadı; son haftalarda çok bitkin düşmüş olduğundan mıdır, uykusunda terliyor, soluk soluğa kalıyordu; böylece rüya devam etti, olaylar dizisi her zamanki gibi bir saat işlediğiyle sürdü. Düşünde, her zamanki gibi, kapısı yumruklanıyor, dışarıda üç adam onu tutuklamak için bekliyordu. Onların kapalı kapının öte yanında, tahtayı kırarcasına vurduklarını görüyordu.

Üstlerinde yepyeni üniformalar vardı, Alman Dikta-törlüğü’nün Muhafız Gücü’ne özgü şık kostümler içindeydiler, kasketlerinde ve kollarında özel işaretleri, o ünlü gamalı haç vardı. Ellerinde ise acayip büyüklükte tabancalar tutuyorlardı; kayışları, kemerleri, sarkık tabancalıklan taze meşin kokuyordu. Derken odanın içinde, yatağının yanınday-dılar. İkisi, kalın dudaklı, balık gözlü, iri yarı köy delikanlılarıydılar, üçüncüsü kısa boylu ve şişmandı. Ellerinde tabancalarıyla yatağın yanında durmuş ona bakarak kötü kötü soluyorlardı. Kısa boylu ve şişman olanın astımlı soluklan dışında sessizlik hüküm sürüyordu. Derken üst katlardan birinde biri sifonu çekti ve duvarın içindeki borulardan dökülen suyun sesi geldi. O ana dek saat gibi işleyen düş, sonuna doğru yavaşlamış gibiydi. Rubashov’un kapısına vurulan yumrukların sesi yükseldi. Onu tutuklamak için gelmiş olan iki adam dışarıda durmuş, bir yandan kapıyı yumrukluyor, diğer yandan soğuktan donmak üzere olan ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalışıyorlardı. Ama Rubashov bir türlü uyanamıyordu; oysa sıranın, rüyasının özellikle kötü bir bölümüne geldiğini de biliyordu: Üç adam hâlâ karyolasının yanında duruyorlar ve kendisi sabahlığını sırtına geçirmeye çalışıyor. Ancak, sabahlığın kolu tersyüz mü olmuş ne, bir türlü kolunu sokamıyor içine. Uğraştıkça daha beter oluyor, sonunda o hale geliyor ki, kıpırdayamıyor, sanki her şey kolunu bir an önce sabahlığın koluna sokmasına bağlıymış gibi geliyor ama o donakalmış durumda. Bir tür işkenceye dönüşen bu çaresizlik birkaç saniye sürüyor, bu arada Rubashov inliyor, alnında biriken terin ıslaklığını hissediyor, kapısına vurulan yumruklar uzaktan gelen davul sesleri gibi uykusunu deliyor, yastığının altındaki kolu hâlâ sabahlığın kolunu bulma çabası içinde seğiriyor… Sonunda, kulağının üstüne inen ilk kabza darbesiyle kurtuluyor… Tekrar tekrar yinelenen, yüzlerce kez yeniden yaşanmış olan bu ilk darbenin -ki sağırlığının sebebidir- içinde uyandırdığı alışıldık duygu genelde onun uyanmasını sağlardı. Bir süre titremeyi sürdürür, yastığın altındaki koluyla sabahlığına uzanmaya devam ederdi, çünkü çoğu kez tam anlamıyla uyanmadan önce en kötü bölümü de yaşaması gerekirdi.

Başını döndüren, belli belirsiz bir duyguydu bu: Asıl rüyanın uyanmak olduğu duygusu… Sanki hâlâ karanlık hücresinin nemli taş tabanında uzanmış yatıyormuş da, ayak ucunda kova, başucunda da bir maşraba su ile birkaç kuru ekmek kırıntısı duruyormuş… O belli belirsiz, şüpheli ruh hali bu kez de birkaç saniye sürdü, uzattığı elin elektrik lambasına mı, su maşrapasına mı değeceğini hemen kestiremedi. Derken ışık yandı, sis dağıldı. Rubashov birkaç kez derin derin soluk aldı, sırtüstü yatarak ellerini göğsünde kavuşturdu, hastalığı nekahet dönemine varmış biri gibi, enfes bir özgürlük ve güven duygusu kapladı içini. Alnını, başının arka tarafındaki saçsız bölgeyi çarşafıyla kuruladı, gözlerini kırpıştırarak yatağının yanındaki duvarda asılı olan renklendirilmiş resme bakarken ironi duygusu geri gelmeye başlamıştı bile. O çerçevelenmiş fotoğraf odasının yanındaki, altındaki ve üstündeki odalarda da asılıydı; evin bütün duvarlarında, kentin bütün duvarlarında, uğruna savaştığı, acılar çektiği uçsuz bucaksız ve kendisini yeniden kocaman koruyucu kollan arasına almış olan ülkenin bütün duvarlarında hep aynı resim asılıydı: 1 Nu-mara’nın, Parti liderinin fotoğrafı… Artık tamamıyla uyanmıştı ama kapısı hâlâ yumruklanıyordu. 3 Rubashov’u tutuklamaya gelen iki adam karanlık koridorda durmuş, ne yapmaları gerektiğini tartışıyorlardı. Onlara yol göstermiş olan kapıcı Vassilij asansörün açık kapısı önünde, korkudan soluğu kesilmiş bekliyordu. Sıska, yaşlı bir adamdı, geceliğinin üstüne giyiverdiği asker kaputunun yırtık yakasından geniş, kırmızı bir yara izi görünüyor, lenf bezlerinin şişmiş olduğu izlenimini uyandırıyordu. İç savaş sırasında aldığı yaranın sonucuydu oysa. Bu savaş boyunca Ru-bashov’un Partizan alayında çarpışmıştı. Daha sonra, Rubas-hov yurtdışına gönderildiğinde, ara sıra onun hakkında haberler almıştı; kızının akşamlan kendisine yüksek sesle okuduğu gazetelerde yazılanlardı bunlar. Kızı Rubashov’un çeşitli kongrelerde yaptığı konuşmalan okurdu; uzun, anlaşılması güç konuşmalardı ve Vassilij, azizeleri bile gülümsetecek edepsizlikte küfürler bilen, ufak tefek, sivri sakallı kumandanının sesini bunların hiçbirinde duymazdı nedense. Vassilij genellikle konuşmaların ortasında uyuyakalırdı zaten, ama son cümlelere varıldığında mutlaka uyanırdı, çiın-kü kızı son derece ciddi, törensel bir havayla sesini yükseltirdi. “Yaşasın Enternasyonal! Yaşasın Devrim! Yaşasın 1 Numara!” Her konuşmanın sonunda yer alan bu cümlelerin her birine ayrı ayrı, inançlı birer ‘Amin’ çekerdi Vassilij, ama kızı duymasın diye ağzının içinde ve gizli gizli, vicdan azabı duyarak, istavroz çıkarırdı yatağına girmeden önce. Onun başucunda da 1 Numara’nın portresi asılıydı, hemen yanında ise Rubashov’un Partizan Kumandanı olduğu dönemde çekilmiş bir fotoğrafı… O fotoğraf bulunacak olsa, Vassilij’e de içersinin yolu görünürdü herhalde.

Merdiven aralığı soğuk, karanlık ve çok sessizdi. İçişleri Komiserliği’nden gelen iki adamdan genç olanı, bir kurşunla kapının kilidini parçalamayı önerdi. Vassilij asansör kapısına yaslandı; çizmelerini doğru dürüst giyememişti, elleri öyle çok titriyordu ki bağcıkları bağlamayı becerememişti. İki adamdan yaşlı olanı, ateş edilmesine karşı çıktı; tutuklamanın sessiz sedasız gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Her iki adam da soğuktan donmuş ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalıştılar ve yeniden kapıyı yumruklamaya koyuldular; genç olanı tabancasının kabzasıyla vurmaya başladı. Bir kat aşağıdan bir kadın en tiz sesiyle bir çığlık koyverdi. Genç adam, “Sustur şunu,” dedi Vassilij’e. “Bağırmak yok,” diye seslendi Vassilij. “Burada yetkili kişiler bulunuyor.” Kadının sesi anında kesildi. Genç adam bu kez kapıyı tekmeleriyle zorlamaya karar verdi. Gürültü ayyuka çıkmıştı, sonunda kapı yıkıldı. Üç adam Rubashov’un yatağının ayakucuna dizildiler, genç adamın tabancası elindeydi, yaşlı adam esas duruşa geçmiş gibi dimdik dikilmişti; Vassilij onların bir iki adım gerisinde, duvara yaslanmıştı. Hâlâ ensesinin terini silmekte olan Rubashov miyop gözlerini kısarak, uykulu uykulu baktı onlara. “Vatandaş Rubashov, Nicholas Salmanovitch, seni kanun namına tutukluyoruz,” dedi genç adam.

Rubashov el yordamıyla yastığının altında gözlüğünü aradı, biraz doğruldu. Gözlüğünü taktığı anda, gözlerinde beliren ifadeyi Vas-silij de, yaşlı memur da eski fotoğraflardan ve renkli resimlerden çok iyi tanıyorlardı. Yaşlı memur esas duruşunu daha bir dikleştirdi; yeni kahramanların ışığında yetişmiş olan genç adam ise yatağa bir adım daha yaklaştı, şaşkalozluğunu saklamak için kötü bir hareket yapmak ya da pis bir şey söylemek üzere olduğunu farkettiler ötekiler. “Çek şu tabancayı, yoldaş,” dedi Rubashov. “Ne istiyorsunuz benden?” “Duymadın mı, tutuklusun,” dedi oğlan ters ters. “Hadi giyin, bize zorluk çıkarma.” Rubashov sordu: “Tutuklama emriniz var mı?” Yaşlı memur cebinden bir kâğıt çıkarıp Rubashov’a uzattı ve bir kez daha esas duruşa geçti. Rubashov kâğıdı dikkatle okudu. “İyi ya, pekâlâ,” dedi. “Zaten bunlardan hiçbir şey anlaşılmaz. Canınız cehenneme.” “Hadi giyinedur, fazla uzatma,” diyen genç adamın hayvansılığının rol değil, doğal yapısının bir parçası olduğu anlaşılıyordu artık. Rubashov, amma da aslan bir kuşak yetiştirmişiz, diye geçirdi aklından. Propaganda posterlerinde gençlerin hep güleryüzlü gösterildiklerini de anımsadı. Kendini çok yorgun hissediyordu.

Çocuğa dönerek, “Elindeki tabancayla oynayacağına, bana sabahlığımı uzat,” dedi. Oğlan kıpkırmızı kesildi ama sesini çıkarmadı. Rubas-hov’a sabahlığını yaşlı görevli uzattı. Kolunu zorlukla da olsa sabahlığa geçirebildi Rubashov. “Bu sefer becerdim hiç değilse,” dedi gergin bir gülümsemeyle. Ötekiler bu sözden bir şey anlamadıkları için herhangi bir şey demediler. Ada-mm ağır ağır yataktan çıkıp buruşuk giysilerini toparlamasını seyrettiler. Biraz önceki kadının attığı çığlık dışında binadan tek bir ses bile çıkmamıştı, ama adamlar herkesin yatağında uyanık olduğunu ve soluğunu tutmuş olarak beklediğini hissediyorlardı. Derken üst katlardan birinde bir sifonun çekildiğini ve suyun borulardan aşağı şınl şınl aktığını işittiler. 4 Sokak kapısının önünde memurları getiren araba duruyordu, Amerikan yapımı yeni bir arabaydı. Hava hâlâ karanlıktı; şoför farları yakmıştı, sokak uyuyor ya da uyuyormuş gibi yapıyordu. Bindiler, önce genç olanı, sonra Rubashov, sonra yaşlı memur. Ötekiler gibi üniformalı olan şoför arabayı çalıştırdı. Köşeyi döndükleri an asfalt da sona erdi. Hâlâ kentin göbeğindeydiler, çevrelerinde dokuz on katlı modem yapılar yükseliyordu ama sokaklar köy yollarından farksız, donmuş çamurdandı.

Tozutan kar, çatlaklan doldurmuştu. Şoför kaplumbağa hızıyla sürüyordu ve üstün güçlü otomobil öküzün çektiği bir kağnı gibi inliyor, sızlıyordu. “Daha hızlı git,” dedi delikanlı, arabanın içinde hüküm süren sessizliğe dayanamayarak. Şoför başını arkaya çevirmeden omzunu silkti. Arabaya bindiğinde Rubashov’a kayıtsız ve dostluktan uzak bir bakış atmıştı. Bir keresinde Rubashov bir kaza geçirmişti; ambulansın direksiyonunda oturan adamın kendisine aynı biçimde baktığını hatırladı. Yalnızca otomobilin titreyen farlan-nın aydınlattığı ölü sokaklar boyunca süren ağır ve sarsıntılı yolculuğa dayanmak zordu. Rubashov, yanındakilerin yüzüne bakmadan, “Ne kadar var?” diye sordu, az daha ‘hastaneye’ diye ekleyecekti. Üniformalı yaşlı adam, “En az yarım saat,” dedi. Rubashov cebinde sigara paketini arandı, çıkardı, bir sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırıp paketi otomatik olarak ötekilere uzattı. Genç adam sert bir hareketle reddetti, yaşlı olanı iki tane aldı, birini şoföre uzattı. Şoför küçük bir selâm çaktı, direksiyonu tek elle kullanarak arkada-kilerin sigaralarını yaktı. Rubashov kendini biraz rahatlamış hissetti ve bu yüzden kendine kızdı. Tam da duygusallaşacak zaman, diye düşündü. Ama konuşmaktan, çevresinde birazcık olsun insancıl bir sıcaklık uyandırmaya çalışmaktan kendini alamadı.

“Arabaya da yazık oluyor,” dedi. “Yabancı arabalara dünyanın parası dökülüyor, ama bizim yollarda bir buçuk yıl içinde işleri bitiyor.” “Çok haklısınız, yollarımız berbat,” dedi yaşlı memur. Ru-bashov’un çaresizliğini anladığı sesinin tonundan belli oluyordu. Önüne kemik atılmış bir köpek gibi hissetti kendini Rubashov, bir daha konuşmamaya karar verdi. Ama birden, delikanlı saldırgan bir sesle sordu: “Kapitalist ülkelerinkiler daha mı iyi sanki?” Rubashov elinde olmadan sırıttı. “Hiç dışarıda bulundunuz mu?” diye sordu. “Gene de oraların nasıl yerler olduğunu biliyorum,” dedi çocuk. “Bana masal anlatmaya yeltenmeyin.” Rubashov, alçak, sakin bir sesle, “Siz benim kim olduğumu sanıyorsunuz?” diye sorduktan sonra eklemeden edemedi: “Parti’nin tarihini biraz inceleseniz hiç fenâ olmaz.” Çocuk ses çıkarmadı, gözlerini şoförün sırtına dikmişti. Kimse konuşmadı. Boğulup tekleyen motoru üçüncü kez durdurup baştan aldı şoför, ağzının içinde söverek. Banliyö yollarında sarsıla sarsıla ilerlediler; yoksul, ahşap evlerin görünüşünde herhangi bir değişiklik yoktu. Bu evlerin eğri büğrü siluetlerinin üstünde ay, solgun ve soğuk bir ışık saçıyordu.

Yeni model hapishanenin bütün koridorlarında elektrik ışıkları yanıyordu. Uzayan demir galerilerin, kireç badanalı boş duvarların, her birine bir isim kartı iliştirilmiş hücre kapılarının üstüne kasvetli bir yarı-aydınlık yayılmıştı. Bu renksiz ışık, taban taşları üstünde yankısız ama cırtlak bir gürültü çıkaran ayak sesleri Rubashov’a o kadar aşina geldi ki, bir an hâlâ rüya görmekte olduğu sanrısına kapıldı. Bütün bu olanların gerçek olmadığına kendini inandırmaya çalıştı. Rüya gördüğüme inanmayı başarırsam bu gerçekten bir rüya olacaktır, diyordu kendi kendine. Kendini o kadar zorladı ki, başı döner gibi oldu ve anında boğucu bir utanç yükseldi içinde. Bunlara da dayanmak gerekecek, diye düşündü. Taa sonuna dek. 404 numaralı hücrenin önünde durdular. Gözetleme deliğinin üstündeki kartta kendi adı yazılıydı: Nicholas Salmanovtich Rubas-hov. Her şeyi kusursuz hazırlamışlar, diye geçirdi içinden, adını kapıdaki kartta yazılı görmek ürkütücü bir izlenim bırakmıştı üstünde. Gardiyandan bir battaniye daha isteyecekti ama, kapı ardından güm diye kapanmıştı bile. 6 Gardiyan, belirli aralıklarla, gözetleme deliğinden Rubas-hov’un hücresinin içine bakıyordu. Rubashov sakin sakin yatmaktaydı, ancak eli arada bir uykusunda seğiriyordu. Yatağın yanında, yerde, gözlüğü ve bir sigara izmariti duruyordu.

Sabah saat yedide -404 numaralı hücreye konuluşundan iki saat sonra- bir borazan sesiyle uyandı Rubashov. Rüyasız bir uyku çekmişti, kafası berraktı. Borazan sesi aynı cırtlaklıkla üc kez tekrarlandı. Titreyen tınılar birer kez yankılanıp yok oldular; geride kötücül bir sessizlik kaldı. Gün tam ağarmamıştı; kovanın ve lavabonun sert çizgileri loş ışıkta yumuşamıştı. Pencerenin kafesi, kirli camın üstünde kara bir siluetti; sol üst köşedeki kırık parçanın yerine gazete kâğıdı yapıştırılmıştı. Rubashov doğruldu, gözlüğü ile izmaritine uzandı. Gözlüğü gözüne taktı, izmariti yeniden yakmayı başardı. Sessizlik sürüyordu. Bu beton arı kovanının her biri kireç badanalı hücrelerinde, insanlar yataklardan aynı anda kalkıyor, sövüyor, taşların üzerinde el yordamıyla bir şeyler arıyorlardı. Oysa tecrit hücrelerindekiler hiçbir şey duymuyorlardı – zaman zaman koridorda uzaklaşan ayak sesleri dışında. Rubashov tecrit hücresinde olduğunu ve kurşuna dizilene dek burada kalacağını biliyordu. Kısa sivri sakalını sıvazladı, uzandığı yerde kıpırdamadan sigarasını içmeyi sürdürdü. Dernek böyle, kurşuna dizileceğim, diye düşündü. Yatağın ayakucunda dik duran ayak başparmağını oynatışını, gözlerini kırpıştırarak seyretti.

Kendisini çok yorgun ama sıcacık ve güvende hissediyordu; şu battaniyenin altında sıcak sıcak yatmaya devam etmesine izin verseler, hemen oracıkta, uyuklayarak ölüme doğru yol almaya itirazı yoktu. Dernek seni kurşuna dizecekler, dedi kendi kendine. Çorabın içinde ayak parmaklarını ağır ağır oynatırken bir şiir geldi aklına: İsa Peygarnber’in ayaklarını, dikenli çalıya takılmış ak bir karaca ile kıyaslayan dizeler… Kolunun tersiyle gözlüğünü sildi, tüm yandaşlarının çok iyi tanıdığı bir hareketti bu. Battaniyenin sıcaklığı içinde neredeyse kusursuz bir mutluluk duyuyordu, tek korkusu kalkıp hareket etmek zorunluluğuydu. tşte bu kadar, sen de yok edileceksin, dedi bu kez sesli olarak ve bir sigara daha yaktı. Oysa paketinde yalnızca üç tane kalmıştı. Aç karna içtiği ilk sigaralar kimi kez sarhoşluğa benzer bir duygu yaratırdı onda; üstelik, daha önce ölümle burun buruna geldiği zamanlardan aşina olduğu aşırı heyecanı duyuruyordu zaten. Aynı zamanda biliyordu ki bu kınanası, hattâ belli bir açıdan bakıldığında izin verilemeyecek bir durumdu. Ama o anda, söz konusu bakış açısını benimsemeye hiç de niyetli değildi. Bunun yerine ayak parmaklarını oynatıp seyretmeyi tercih ediyordu. Gülümsedi. Genelde herhangi bir ilgi duymadığı kendi bedenine karşı sıcak bir şefkat dalgası yükseldi içinde ve bu bedenin pek yakında yok olacağı düşüncesiyle, kendine acımanın keyfi doldu içine. “Eski tüfekler öldü,” dedi kendi kendine. “Biz-ler sonuncularıyız.” “Bizi yok edecekler.

” “Altın çocuklarla kızlar, günü geldiğinde toz toprak olacaklar…” Melodiyi de hatırlamaya çalıştı ama aklına yalnızca sözler geliyordu. “Eski tüfekler öldüler,” diye tekrarladı ve onların yüzlerini anımsamaya çalıştı. Pek azını gözünün önüne getirebildi. Enternasyonalin ilk başkanından -ki ihanetle suçlanarak idam edilmişti- aklında kala kala, yuvarlakça bir göbek üstüne iliklenmiş kareli bir yelek kalmıştı. Adam hiç pantolon askısı kullanmaz, hep deri kemer takardı. Devrimci devletin gene idam edilen ikinci başbakanı da tehlikeli anlarda tırnaklarını dişlerdi… Tarih, onurunu geri verecektir, diye düşündü Rubashov pek de inanmayarak. Tırnak dişlemekten ne anlardı tarih? Sigarasını içerek ölenleri ve ölmeden önce yaşadıklan aşağılanmaları düşündü. Gene de 1 Numara’dan gerektiği kadar nefret etmeyi başaramıyordu. 1 Numara’nın, yatağının başucunda asılı duran renkli fotoğrafına sık sık bakmış, nefret etmeye çalışmıştı. Kendi aralarında ona pek çok isim takmışlardı ama eninde sonunda 1 Numara tutmuştu. 1 Numara’nın çevresine saçtığı dehşetin en korkunç yanı, onun haklı olma ihtimaliydi; yani, öldürdüğü kişilerin her biri, enselerine dayanmış bir silah nedeniyle de olsa, onun haklı olabileceğini kabullenmişlerdi. Kesin olarak bilinen hiçbir şey yoktu; yalnızca tarih denilen o alaycı kahine gönderilen talepler vardı. Ve o da, taleplcrı dile getirenler toprağın altında iyice çürümeden kararını açıklamazdı. Rubashov birinin gözetleme deliğinden bakmakta olduğunu hissetti. O yana bakmadan da deliğe dayanmış gözbebeğinin varlığını hissetmişti.

Nitekim, birkaç saniye geçmeden koca kilidin içinde bir anahtar döndü, ama kapı hemen açılmadı. Açıldığında ise, ayağında terlikler olan, ufak tefek ve yaşlı gardiyan kapının ağzında dikilip durdu. “Neden kalkmadın?” diye sordu. “Hastayım,” dedi Rubashov. “Neyin var? Yarından önce doktora çıkamazsın.” “Dişim ağrıyor,” dedi Rubashov. “Demek dişin ağrıyor?” Gardiyan ayaklarını sürüyerek çekildi, kapıyı çarparak kapattı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir