Aslı Vatansever, Meral Gezici Yalçın – Ne Ders Olsa Veririz – Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü

20. yüzyılın son çeyreğinden beri, modem kapitalizmin “yeni” bir aşamasına girildiği büyük ölçüde kabul edilmektedir. Yaşanan sistemik dönüşümü üretim biçimindeki, üretim ilişkilerindeki, üretim süreçlerindeki veya emeğin ve sermayenin doğasındaki tezahürleriyle ele almak mümkündür. Bilgi, iletişim gibi maddi olmayan metalarm kitlesel üretimini mümkün kılan teknolojik yeniliklerden yola çıkarak, üretim biçimindeki ve üretim araçlarındaki değişim incelenebilir (örn. Castells, 1998; Haug, 2009). Veya sermaye-emek dengesini tartışılmaz biçimde sermaye lehine döndürmüş olan neoliberal politikalar üzerinden üretim ilişkilerindeki eşitsizliğin yeni boyutları ortaya konabilir (örn. Stre-eck, 2012; Graeber, 2012; Therborn, 2012; Ross, 2009; Har-vey, 2006; Bourdieu, 2006; Beck, [2000] 2008). Aynı şekilde, emeğin bilişsel, yaratıcı, duygulanımsal vb. diye tanımlanan türlerinin ortaya çıkışı üzerinde durarak üretici güçlerin değişen doğasından bahsedilebilir (örn. Bulut ve Pe-ters, 2011; Caffentzis, 2011; Berardi, 2009; Hardt ve Neg-ri, 2001; Negri; 1991; Gorz, [1982] 1997). Ya da maddi olmayan emek gücünü rekabetçi piyasa koşullarının talep ettiği şekilde “ehlileştirmeye” yönelik yeni bir işletme ideolojisinin hayata geçirilmesinden yola çıkarak, sermayenin değişen doğası üzerinde durulabilir (örn. de Gaulejac, 2013; Lichtenstein, Appay vd. içinde, 2011). Hiç kuşku yoktur ki, pek çok çalışmanın ortaya koyduğu gibi, bütün bu olgular aynı diyalektik sürecin, birbiriyle süreğen bir etkileşim halindeki veçheleridir. Ancak sisteme ve onun dönüşümüne dair bu saptamaların, bilgi üretiminin ve emeğin “akademik/ bilimsel” diye adlandırılan özel bir türünün verdiği ürünler olduğu unutulmamalıdır.


Her türlü üretim gibi, yaşanan dünyanın özdüşünüm mekanizmasını teşkil eden bilgi üretimi de, içinde yaşadığımız sistemin diğer veçhelerinden kesinlikle soyutlanamaya-cak bir üretim biçimi içerisinde ve bu üretim biçimine özgü bir emek gücü tarafından gerçekleştirilir. Dolayısıyla bütün bu olguları tespit etmek, tanımlamak ve eleştirel bir biçimde tartışmak kadar, bu işlevi yerine getirme hakkını ve sorumluluğunu taşıdığı varsayılan akademik emek gücünün, zihinsel emeğin bir türü olarak sözü edilen mevcut üretim ilişkileri içerisindeki güncel konumunu ve durumunu ortaya koymak da önemlidir. Eğer her anlamda büyük çaplı değişimler içeren tarihsel bir an yaşandığından yola çıkıyorsak, yaşanan anın dinamikleri ve olası sonuçlan kadar, o dinamikleri ve olasılıkları tanımlayan ve tartışanların, üzerine bilgi ürettikleri bu dönüşümü bizzat nasıl deneyimlediğini de tartışmaya açmalıyız. Bugün, genel anlamda bilgi ve eğitimin (ister mal, ister hizmet anlamında) bir meta olduğunu kabul edersek (Ünal, Ercan ve KorkusuzKurt içinde, 2011: 113), o metayı üretenlerin de mutlak surette ücretli emeğin bir çeşidi olduğunu kabul etmeli ve onu üretim ilişkileri içerisindeki konumu ile değerlendirmeliyiz. Bunu yapmak, akademisyenler olarak pek çoğumuzun varoluş amacımız olarak tanımladığı bilgi üretiminin hangi koşullarda ve nasıl devam edeceğini görebilmek açısından ertelenemeyecek önemde bir sorumluluktur. Diğer bir deyişle, içinde yaşadığımız dünya hakkında anlamlı ve insanlığın tarihsel deneyimine olumlu bir katkısı olacak şeyler söylemeye devam edebilmek istiyorsak, bu tartışmayı sürdürmesi gereken emek gücünün, bunu yapabilecek koşullara hâlâ sahip olup olmadığım sorgulamalıyız. Bu çalışmada, bu amaçla kariyerlerinin farklı aşamalarında bulunan ve farklı disiplinlerden gelen akademisyenlerin, vasıflı emeğin giderek daha fazla maruz kaldığı güvencesizliği nasıl deneyimlediği/anlamlandırdığı sorgulanacak ve geniş anlamda akademik emek açısından güvencesizliğin ne anlama geldiği değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu değerlendirme çabasının arka planında emeğin doğasında ve sermaye-emek dengesinde, vasıflı emeği değersizleştirerek güvence-sizleştiren ve varoluş koşullarını yeniden üretmesini engelleyerek hiçleştiren bir dönüşüm yaşandığı varsayımı vardır. Çalışmamızın spesifik çıkış noktası ise, bu güvencesizleş-tirme ve hiçleştirmenin son yıllarda giderek artan bir şekilde akademik emeğe de sıçramış olmasıdır. Dolayısıyla güncel sosyolojide emeğin güvencesizleştirilmesine dair süregi-den prekarya ve prekarizasyon tartışmaları içerisinde akademik emeğin de değerlendirilmesi gerekli görünmektedir. İngilizcede belirsiz/muğlak anlamında kullanılan precarious ile proletarya sözcüklerinin bileşimi olan prekaryayı, salt bir ne-olojizmden veya Kıta Avrupa’sı sosyolojisinin, her daim mar-jinalize ve kriminalize edilerek belirsiz varoluş koşullarına mahkûm edilmiş olan kitleleri kapsayan tanımından farklı bir anlamda ele almak gerekir (örn. Wacquant, 2012; Wa-cquant, 2011; Castel, 2004; Feyerabend, 2006 vb.). 2 Günümüz dünyasında yeni olan şey, bugüne dek sistemin taşıyıcısı konumunda olmuş olan, Bourdieu’nün bahsettiği anlamda toplumsal ve kültürel sermaye birikimini ekonomik sermaye birikimi ile denkleştirme hedefine yönelmiş ve kendisini sermaye ile çelişki içinde tanımlamamış bir sınıf olan eğitimli orta/üst-orta sınıfın prekarize olmasıdır. Bu anlamda, prekarizasyon meselesini, her daim belirsiz ve güvensiz yaşam koşullarıyla karakterize edilen ve toplumun kıyılarına itilmiş kesimlerden ziyade, vasıflı emeğin güvencesizleştirilme-si perspektifinden ele alıyoruz.

Anglosakson sosyolojisinde, özellikle de sistematik olarak prekarya üzerine çalışan Guy Standing’in analizlerinde öne çıkan yaklaşım, tam da anlatmak istediğimiz gibi, güvencesizliğin neoliberal dönemde yaygınlaşan ve nitelikli emeğe de sıçrayan hâline vurgu yapar. Standing, Alman ve Fransız literatüründeki örneklerden farklı olarak, prekaryayı yalnızca güvencesiz olma durumuyla tanımlamaz; vasıflı emeğin güvencesizleştirilen koşullarına vurgu yapar. Standing için prekarya, Wacquant, Bourdieu ya da Feyerabend’daki gibi, yoksul olmakla da özdeş değildir. Hatta Standing, preker diye nitelediği kesimlerin çoğunlukla dünya standartlarına göre yoksul bile sayılamayacağını, onları preker kılan şeyin gelirlerinin düşüklüğü değil, bu gelirin sürekliliğinin garanti altına alınmamış olması olduğunu belirtir (Standing, 2009: 111). Burada önemli olan nokta, sistemin sınıf atlamak için şart koştuğu tüm eğitimsel ve mesleki kalifikasyonlara sahip olduğu halde, kendisini sınıfsal düşüş içinde bulan bir beyaz yakalı kitlesinin oluşmuş olmasıdır. 3 Niteliklerine ve deneyimlerine rağmen hiçbir kalıcı sosyal güvenceye sahip olamayan bu kesim için en ufak bir beklenmedik durum dahi anında her şeyini kaybetmesiyle sonuçlanacak bir krize yol açma riski taşır. Prekaryayı bu şekilde tanımladığımızda, son yıllarda giderek “şirketleştiği”nden dem vurulan üniversitelerde, geçici sözleşmelerle çalışan günümüz akademisyenlerinin de bu kategoride ele alınmaması için bir neden göremiyoruz. 4 Bugüne kadar neoliberalizmin emek gücüne ve üniversiteye etkileri pek çok çalışmaya konu olmuş, ancak hep birbirinden ayrı iki düzlemde ele alınmıştır. Açıkça ifade etmek gerekirse, emeğin güvencesizleştirilmesi ve vasıfsızlaştınl-ması tartışılırken, akademik emeğin konu dışı bırakıldığını görüyoruz. Bu durum, akademisyenlerin kendilerini neredeyse özellikle işgücü tanımının dışında tuttuklarını düşündürecek kadar dikkat çekicidir. Elbette ki, özellikle geçici sözleşmelerle ve/veya ders saati ücreti üzerinden istihdam edilen akademisyenlerin durumuyla ilgili yapılan birkaç istisnai çalışma ve uluslararası medyada ara sıra dile getirilen örnekler mevcuttur (Gill, Flood ve Gill (ed.) içinde, 2009; Shaw ve Ward, 2014; Kilgannon, 2014; Maisto, Mc-Cartin ve Svvenson, 2013; Rhoades, 2013; Donoghue, 2008; Berry, 2005). Ancak prekarizasyon konusunun, genel olarak sosyal bilimsel söylemde ve özellikle Türkiye’de, daha ziyade geçici işlerde istihdam edilen başka işgücü katmanları veya “beyaz yakalı” diye tabir edilen vasıflı emeğin başka türleri üzerinden ele alındığı görülmektedir (bkz. Bora ve Erdoğan eds., 2011).

İçinde bulunduğumuz dönemin akademiye etkilerini ele alan çalışmalarda ise genelde iki yaklaşım göze çarpar. Bunlardan birincisi, mevcut koşullan eleştirellikten uzak bir şekilde ele alarak üniversiteyi “yeni çağa” uydurmanın yollarım tartışır ve günümüzün işletme ideolojisine uygun yeniden yapılandırma önerileri sunar (Breton ve Lambert eds., 2003). Üniversitenin bugünkü durumuna dair eleştirel bir tutum benimseyen çalışmalarda ise, üniversitenin piyasaya tabi kılınmasının yalnızca eğitimin kalitesi ve öğrenci profili üzerindeki olumsuz etkileri ele alınmaktadır (Rosicki, 2014; Evans, 2007; Bok, 2003; Leslie ve Slaughter, 1997). 5 Bunlarda üniversitenin “şirketleştiğine”, öğrencinin “müşteri” gibi görülmeye başladığına ve üniversite eğitiminin yalnızca piyasaya işgücü yetiştirecek bir meslek okulu seviyesine indirgendiğine dair haklı birtakım saptamalar vardır. Üniversitenin evrensel bilgi üretme, tartışma açma ve gelecek nesillere bu tartışmayı sürdürebilecek yetileri kazandırma gibi işlevleri düşünüldüğünde, bu eleştirilerin önemini tabii ki yadsıyamayız. Bununla birlikte, üniversitenin “şirketleşmesi”nden bahsederken, akademik kadronun “şirket çalışanı” konumuna gelmesinin, akademik emeğin kendi varoluşu açısından ne anlama geldiğinin tartışılmaması ilginçtir. Şirketleşen neoliberal üniversite bağlamında akademisyenlerin durumuna değinen az sayıda çalışma ise, daha ziyade neoliberal zamanların rekabet koşullarına ayak uyduracak şekilde “profil oluşturan” ve akademik faaliyetlerine kariyerist bir işadamı/işkadmı perspektifinden yaklaşarak özgeçmişini parlatmaya çalışan genç “yuppie-aka-demisyen” profilini eleştirmekle yetinmiştir (Nalbantoğlu, Ercan ve Korkusuz-Kurt içinde, 2011: 21-74). 6 Genç akademisyenlerin önemli bir kısmında gözlemlenen kariyerist ve faydacı/rekabetçi tavrın pek çok açıdan eleştirilecek bir şey olduğu konusunda hemfikir olabiliriz, ancak hiç kuşku yok ki, öncelikle ele alınması gereken şey, bu akademisyen tipolojisini yaratan toplumsal koşullann kendisidir. Akademisyenliğin “business” olarak ele alınması, sorunun kaynağım teşkil etmez. Sorunun kaynağında, akademinin evrensel işlevlerinden soyutlanarak, piyasaya iş gücü yetiştiren bir hizmet sektörü haline gelmesi vardır. Dolayısıyla, bilimle iştigal etmenin bir “business” şeklinde ele alınması, akademisyenin giderek daha fazla tabi olduğu vahşi piyasa koşullarının güvencesizliğiyle başa çıkmak için geliştirmek zorunda kaldığı hayatta kalma stratejilerinden bir tanesi olarak görülmeli ve daha geniş bir sistem eleştirisi içerisine oturtulmalıdır. Yukarıda bahsedilen rekabetçi ve içeriksiz imaj çalışmaları örneğinin işaret ettiği “tamamen piyasaya endekslen-me” durumu, neoliberal dönemin akademik emek üzerindeki etkilerinden sadece bir tanesini yansıtır. Bunun yanında, geçici işlere mahkûm olma, kazanılmış vasıflarının piyasada değersizleştirilmesi, uzmanlık alanının dışında işlere zorlanma, süreğen bir işsizlik tehdidiyle sermaye karşısında sindirilme, konumunun ve eğitim seviyesinin vaat etmiş olduğu istihdam güvencesine ve sosyal güvenceye sahip olamama gibi prekarizasyonla özdeşleştirdiğimiz diğer tüm arazların da akademik emek için geçerli olduğunu görüyoruz. Hatta denilebilir ki, günümüz koşullarının dayattığı güvencesizlik ve belirsizlik, zaten akademik/bilimsel sektöre her daim hâkim olmuş olan “manevi tatmin” söylemleri ve bilim insanlarından beklenen “gönüllü çilecilik” gibi mitlerden beslenerek tam bir idealizm sömürüsü hâlini almıştır.

Kişisel deneyimlerimizden, seyrek de olsa sosyal medyada dile getirilen örneklerden veya diğer meslektaşlarla nadiren yapılan samimi sohbetlerden yola çıkarak, bu idealizm sömürüsünün dünyanın her yerinde ve üniversiteler başta olmak üzere bilimle uğraşılan tüm kuramlarda farklı derecelerde ve şekillerde var olduğunu söylemek mümkündür. Ne var ki, bu kişisel deneyim ve gözlemler, ancak çalışmanın sezgisel çıkış noktasını oluşturabilir. Bu büyük çaplı meseleyi en yakınımızdaki örneklerden başlayarak sistematik bir şekilde ele almak ve aşama aşama tüme varmak gerekmektedir. Bu nedenle, akademik emeğin gü-vencesizleşmesini, en azından ilk etapta, birinci elden bilgi edinebileceğimiz ve son dönemde giderek artan şekilde Türkiye’nin akademik iklimindeki yozlaşmanın sembolü olarak gündeme gelen vakıf üniversiteleri üzerinden ele almanın uygun bir başlangıç noktası olabileceğini düşünüyoruz. Türkiye bağlamında akademik emeğin güvencesizleşme-sini tartışmaya vakıf üniversitelerinden başlamamızın nedeni, yalnızca vakıf üniversitelerinin ücretli eğitim kurumlan olmaları, kâr amacı güttükleri için üniversiteyi dolmuş mantığıyla doldurmaları veya tanıtım sloganlarında bile geleneksel anlamda üniversite ile özdeşleştirilen değerlerden başka her şeye atıfta bulunmaları değildir. Vakıf üniversiteleri, akademik emeğin güvencesizleşmesinin en canlı örneğini sunar, çünkü öncelikle, bu kurumlar kamusal ve özel sektörün kesişme alanında bulunmaları nedeniyle işleyişi, tanımı ve dolayısıyla akıbeti belirsiz bir işletme biçimi teşkil etmektedirler. İkinci olarak da, zaten her daim akademisyenlere uygulanan idealizm sömürüsü, vakıf üniversitelerindeki kâr amacının yarattığı performans baskısıyla birleşmekte ve ortaya tam bir “akademik sweatshop” 7 görüntüsü çıkmaktadır. Günümüzde dünyanın her yerinde ve her türlü kurumda akademik emek, emeğin diğer her türü gibi, piyasa koşullarına endekslenmiş ve güvencesizleşmiştir. Ancak Türkiye’deki “sözde” vakıf üniversitelerinde 8 çalışan akademik kadroya yüklenen ders yükü, ders ve dönem dışı mesai zorunluluğu, üniversite tanıtımında yer alma yükümlülüğü ve süreli sözleşmelerle her daim hissettirilen işten atılma tehdidi gibi koşullar göz önüne alındığında, bu kurumlann akademik/bilimsel üretime alt yapı sağlamak bir yana, ona engel teşkil eden yerler hâline geldiği görülmektedir. İşin ilginç yanı, bütün bu koşullar bilinmekle ve samimi sohbetlerde dile getirilmekle birlikte, iş akademinin bugünkü durumunu eleştirmeye geldiğinde tüm akademisyenlerin, kendi güvencesizliklerini ve kaygılarını ve bunların bilimsel üretime etkilerini es geçip, yalnızca vakıf üniversitelerindeki kâr amaçlı eğitim anlayışım ve sırf “bir diploma almış olmak için” üniversiteye gelen müşteri-öğrenci profilini eleştirmekle yetinmeleridir. Akademisyenlerin, kendilerini bir smıf veya ücretli emeğin bir türü olarak ele almaktan özenle uzak durmaları hem sınıfsal bir soruna, hem mesleki bir patolojiye, hem de daha geniş ölçekli sistemik bir probleme işaret etmesi bakımından önemlidir. Akademisyenlerin kendi sınıfsal konumları ve güvencesizlikleri üzerine konuşmaktan imtina etmeleri, bir yanıyla, prekaryanın orta/üst-orta katmanlarının tamamında görülen bir sosyo-psikolojik mekanizmadan kaynaklanır. Tıpkı diğer güvencesiz beyaz yakalılar gibi akademisyenler de, artık reel olarak dâhil olamadıkları bir orta sınıf mitini sürdürmek isterler, çünkü preker olmanın, yani vasıflarına uygun makul bir orta sınıf yaşamın sürekliliğini sağlayamamış olmanın gurur duyulacak bir yanı yoktur. Prekarya, klasik sanayi proletaryasından farklı olarak, eğitimine ve vasıflarına tekabül etmeyen bir konumda yaşamaya mahkûm edilmiş katmanları ifade eden ilişkisel bir kategoridir. Dolayısıyla kültürel ve sosyal sermayesine denk olmayan iktisadi sınıfsal konumunu her şeyden önce kendisi kabullenmekte güçlük çeker.

Buna ek olarak, bugün tüm beyaz yakalı sektörlerine enjekte edilmiş olan “istersen yaparsm”/“yeterince iyiysen yükselirsin” söylemlerinin yarattığı kişisel yetersizlik duygusu da, güvencesizliğin ve yenilgi hislerinin dile getirilmesini zorlaştırır. Bu noktada, akademisyenler özelinde spesifik bir mesleki patoloji de devreye girer. Bunun temelinde, akademisyenliğin mesleki prestiji ile akademik emeğin reel sınıfsal konumu arasındaki derin uçurum yatar. Mesleğiyle etik ve kim-liksel düzlemde özdeşleşme düzeyi son derece yüksek olan akademik emek için, reel sınıfsal konumunu kabullenememe hâli neredeyse bilinçli bir ret halini alır. Akademisyenlik, entelektüel donanım gerektiren ve bu nedenle de (en azından geleneksel anlamda) statü değeri yüksek bir uğraş olarak kabul edilir. Bu statü değeri, her nedense, bu mesleğin sunduğu ve yetersiz olduğu herkesçe bilinen maddi koşulların bir telafisi gibi algılanır. Akademisyenlerin kendileri de, sınıfsal koordinatlarını salt ekonomik sermaye açısından tanımlamaz, hatta böyle bir tanımlamayı, kendilerini adadıkları yüce gayeye, bilgi üretme ve yeni nesilleri bu üretimi devam ettirme yetisiyle donatma gayesine, hakaret sayarlar. Böyle bir uğurda geçirilen bir yaşamda gündelik ve fani sıkıntılardan bahsetmek, bunlar yüzünden akademisyenlik gibi büyük bir idealden soğumak veya onu terk etmeyi düşünmek, “küçük” bir davranış olacaktır. Bu nedenle, yaptığı işin ona reva gördüğü yetersiz/olumsuz yaşam koşullarını dile getirmek, akademisyenler arasında çoğu kez bilimsel/akademik adanmışlığmın şüpheye düşeceği kaygısını yaratır. Daha geniş bir tarihsel perspektiften ele alacak olursak, akademiye hâkim olan bu “kol kırılır, yen içinde kalır” tavrının, sistemin kendi kendini imha etme eğiliminin bir parçası da olabileceğini görmek mümkündür. Akademik/bilimsel emek, yaşanan dünyanın özdüşünüm mekanizmasını teşkil eden veya etmesi gerektiği varsayılan bir emek türüdür. Bu emek gücünün, bugün kendisini yeniden üretebilmek için mutlak surette gerekli olan minimum güvence ve varoluş koşullarına sahip olmaması, sistemin kendi özdüşünüm mekanizmasını yıkması anlamına gelir ve bu açıdan ölümcüldür. 9 Bu nedenle her şeyden önce, akademisyenlerin söylemlerinde hâlâ çok büyük ölçüde yer bulan mesleki mitlerin deşifre edilmesi ve tartışmaya açılması gerekmektedir. Akademiye dair idealize edilmiş ve bugünün reel koşullarında artık büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiş olan yargılar ortadan kalkmadan, akademisyenlerin içinde bulundukları gerçek koşullarla ve kendi sınıfsal koordinatlarıyla yüzleşmeleri, dolayısıyla da bu sınıfsal konumun (ve de hayatlarını adadıkları varsayılan bilgi üretimini devam ettirmenin) gerektirdiği varoluş mücadelesini vermeleri mümkün gözükmemektedir. Bu çalışmanın temel amaçlarından biri de bu sınıfsal yüzleşmeyi sağlayarak, mevcut koşulların ve akademisyenler olarak içinde bulunduğumuz konumun gerektirdiği mücadelenin oluşabilmesine katkıda bulunmaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir