Attila İlhan – Görgü Tanığı

(İnsanın, inanası gelmiyor; üzerimdeki izlenimi, daha dün yaşamış olmak; oysa üzerinden yarım yüzyıl geçmiş!) Trotskist dostum Mark (Apter) , o zaman için beni şaşırtan -şaşırtmak da lâf mı, dehşete düşüren- şeyler söylerdi; meselâ bir kış günü dersten çıkmış, Alliance ’ın Kantini’nde, acı kahve içiyoruz; lâf dönmüş dolaşmış, Stalin ’e gelmiş; o, elinde ’zıvanalı’ Rus cigarası, duman duman, diyor ki: ’’… öncje Zinovyef’i, sonra Trotskiy’i tasfiye ederek, iktidârını takviye etmekle kalmadı; hakikatte, takviye ettiği, Kapitalizm’in Avrupa’daki hâkimiyeti idi; çünkü tasfiye ettikleri, onun gibi ’tek ülkede’ değil, ’bütün dünyada’ Sosyalizm için savaşıyorlardı.’’ Dalgın, camlardan, uçuşan kar tozlarını görüyordum; hoparlörde, Yves Montand ’ın ünlü şarkısı: ’’-…j’aime flâner les grands Boulevards…’’ Mark’ ın (Apter) , o tarihte (1949) altını çizdiğini ancak Erzincan askerliğimde (1957/58), Anadolu İhtilâli üzerinde kafa yorarken anlayacağım: o iki ihtilâl, (1917 ve 1919) , aslında yeryüzü mazlumları’nın, yeryüzü zalimleri’ne (Emperyalizm) ilk baş kaldırışıydı; asıl önemlisi, ilk başarılı oluşu! Bunu onların, yanına bırakırlar mı, asla! Rusya’ da Stalin ’in kendine özgü Leninizm yorumuyla, Batı Avrupa için zararsızlaştırdığı inkılâbı, Türkiye ’de kim yapmış olabilir? Gâzi ’nin halkçı, devletçi, laik ve demokratik -kesinlikle ’ulusal’ – inkılâbını, kendine göre yorumlayarak, İsmet Paşa yapmış olmasın? Mustafa Kemal ’i inceledikçe görülüyor ki, 40’lı yıllardan itibaren Kemalizm , artık bir ’İnönü Atatürkçülüğü’ ne dönüşmüştür, ki ’Çağdaşlaşmak’ (Muasırlaşmak), Batılılaşma (Yunan/Latin) rayına oturtulduğu için, artık o da, ’zararsızlaştırılmış’ sayılmalıdır. Bunları, Neuilly-sur-Seine ’den, Varlık dergisine yazarken; açık açık, bir ’İnönü Atatürkçülüğü’ nden söz ediyordum (Bkz. ’Hangi Atatürk’, 3. basım. s 42/54) İyi de, bugün niye aklıma geliyor? Aklın yolu bir!. Anadolu ’dan beliren ’ulusallaşma’ , gittikçe daha büyük bir ’dip dalgası’ halinde yükseldikçe, ’Beyaz Türkleri’ dehşete düşürmektedir. En ilginç yanı bu dalgayı -aşırı sağdan aşırı sola- ülkesini seven her gencin, aynı safta – Avrasya platformunda- bir araya gelerek oluşturması. Bu açıdan, Türkçülerin ’fikriyâtını’ yansıtan ’Yarım Dergisi’ , son derece câlib-i dikkat; sık sık göz atıyorum, bu arada ne görsem iyi; gelişmeleri, – Yusuf Akçura ’yı aratmaz,- gerçekçi bir metotla irdeleyen, o yazar; bakınız hangi sonuçlara varmış: ’’…Stalin, Galiyef ve Trotskiy üzerinden, Batı’ya, ’problem olmayacağı’ mesajını vermiştir. Devrim Doğu’da, Mazlum Halkları kurban etmek; Batı’da, Batı içi devrim’e oynamaktan vazgeçmekle; Kapitalist Dünya Sistemi’ne, (sadece) muhâlif görünen bir tonla katılacağını göstermiştir…’’ ’’…Stalin’in Rusya’da Batı adına yaptığı görev, Türkiye’de İnönü’ye düşmüştür; sanki arada gizli bir anlaşma varmış gibi, Stalin Türkiye’yi tehdit etmiş; İnönü bu gerekçeyle, Türkiye’nin kapılarını Dünya Sistemi’ne ve Sistem’in patronu ABD’ye sonuna kadar açmıştır; Avrasya’daki bir (aslında iki değil mi?) devrim de, tarihine, geleneğine ve milletine ’yabancılaşarak’ Batı’nın ileri karakolu ve kanat ülkesi olarak, Batı Sistemi’ne eklenmiştir. Devrimi saptırmak için Stalin, Lenin’i; İnönü, Mustafa Kemal’i çarpıtmıştır…’’ (Yarın dergisi, Eylül 2003, ’Rusya ve Türkiye: Avrasya’ , Burhan Metin) Ne kadar ilginç değil mi? Tevekkeli, eskiler ’aklın yolu bir’ dememiş? Celâl Bayar’ın kızı, ne diyor?… Tesadüf, postadan çıkan bir mektup, bu görüşe bir kanıt olarak ekleniyor. O gücü var, çünkü kaleme alan sıradan biri değil; fakat önce, neden söz ettiğine bakmalısınız: ’’…’Cumhuriyet gazetesindeki: ’Batılılaşma’nın Asıl Anlamı’? başlıklı makalenizi, her zamanki yazılarınız gibi ilgiyle okudum…’’ ’’Gâzi’nin yazılmasında katkıda bulunduğu, ilk Cumhuriyet nesillerinin okuduğu tarih kitaplarının tedrisattan kaldırılması da, bu manidâr tarihe rastlar: 1941…’’ sözlerinizin özü, benim de üzerinde durduğum bir konu. Bununla ilgili olarak, Kemalist Atılım Derneği’nin tertiplediği panelde yer alan konuşmamın metnini ekli olarak yolluyorum.


Konuşma, düzensiz ve eksik olarak tertiplenmiş olsa da, fikir açık: Şemsettin Günaltay, Türk Tarih Kurumu’na başkan olduğu 1939’da, Atatürk’ün hazırlattığı Tarih kitaplarının 1. Cildini, kendisi kaleme alıyor; okullarda okutulması kararı, Talim Terbiye’ye aldırılıyor. Buna, Atatürk’le birlikte Türklüğün göz ardı edilmeye başlandığı ve Türk/İslam sentezinin başlangıç tarihi de diyebiliriz…’’ (10 Aralık 2003 tarihli mektup) Nasıl, iyi mi? Bu ’Tespit’ in üzerinde, o ’konuşmayı’ ele alarak, duracağız; zira mektubu yazan Dr. Nilüfer Gürsoy , önemli bir ’görgü tanığı’ ; bilindiği gibi o, Gâzi Mustafa Kemal Paşa ’nın son Başvekili, Celâl Bayar ’ın kızıdır; geçiş dönemini, A’dan Z’ye yaşadı. Cumhuriyet, 02.01.2004 2 – “…Hem Öfke, Hem Kahır, Hem Utanç!.” (Bakın, söylemedi demeyin, bu söyleşi -daha kolay, daha açık anlaşılmak için- ’hileli’ tasarlandı, öyle başlıyor; maksad hâsıl olunca, eminim mâzûr görülecektir.) ’Kemalist’ Cumhuriyet, nerede? Genç bir aydın, ’dünyanın kaç köşe olduğunu’ , artık iyi kötü öğrendiği için; ülkemizin edebiyat ve sanat – genellikle ’kültür’ – düzeyinde, hiç de iyi gitmediğini düşünüyordu; o gece, izlenimlerini yazmak istedi: neler dedi, öğrenmek istemez misiniz? ’’…Kültürümüz (Batı’dan gelen) yeni etkiler altında kaldığı zaman, kendinin asâlet ve şahsiyetini hakkıyla koruyamadı. Aydınların kültüründe, en önemli yeri tutan mimarlık ve edebiyat, Avrupa modellerini tutsakçasına taklide kapıldı. Mimarlık, I. Süleyman ve IV. Murat döneminin, soylu örneklerini unuttu; Fransız ’empire’, İtalyan ’rönesans’ ve klasik Yunan tarzının kötü taklitlerini yaptı; bazen de bunlara bir Doğu çeşnisi karıştırmak arzusuyla, daha kötü sentezler meydana getirdi. Osmanlı padişahlarının oturdukları Topkapı Sarayı’na, yüzyılların verdiği görüntünün kıymeti bilinmeyerek, o bütünün ahengini bozan Mecidiye Kasrı gibi, zevksiz binalar yapıldı…’’ ’’…Edebiyat’a gelince, her kavmin edebiyat hazinesi olan halk eserlerine, öteden beri kıymet vermeyi bilmeyen edebiyatımız, Acem taklitçiliğinden Avrupa taklitçiliğine geçti; gerçi bu biçim değiştirmede, Türk Edebiyatının dili bir derece sadeleştirilmişse de, yapaylıktan bir türlü kurtulamamıştır. Katışık bir Doğu Müziği olan müziğimiz, Batı’dan görece daha az etkilenmiştir, fakat onun yanında İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde, gece kulüpleri ve pavyonlar vasıtasıyla, Batı’nın, özellikle Fransa ve İtalya’nın hafif ve adi müziği de bir yer almaya başladı. Genellikle Batı’nın sanat eserleri, köklerinin araştırılması yoluyla, ciddi bir şekilde incelenmediğinden, ülkemizde yaratılanlar, çoğunlukla mevcut örneklerin basit bir taklidinden ibaret kalıyordu…’’ Ne buyurdunuz? Doğru söylüyor değil mi? Öyleyse hileyi açıklayalım: bu ’tesbit’, günümüzün genç bir aydınının, çağdaş sanatımız hakkındaki değerlendirmesi değildir; bu Kemalizm ’in, Tanzimat sonrası Osmanlı sanatı ve edebiyatı hakkındaki değerlendirmesidir; ve Gâzi ’nin, Liseler için hazırlattığı Tarih kitaplarının, üçüncüsünde yer almıştır. (s.

250/251); yâni değerlendirme, adeta günümüzdeki durumu anlattığından; demek ki ’Kemalist’ Cumhuriyet; son elli sene içinde dönmüş dolaşmış; yeniden, Tanzimat Osmanlı ’sının bulunduğu, kötü mevkie düşürülmüştür. Vah bize! …çünkü tarih affetmez!. Gâzi, bilindiği gibi, ’çağdaş’ bir terkip ( synthese ) istiyordu; çağdaş ama, ’ulusal’ bir bileşim! Tarih kitabı geçmişi değerlendirirken, soruna bu açıdan bakıyor; Tanzimatçılar’ın baktığı, ’onlara nasıl benzeriz’ açısından değil; nasıl mı, bakın nasıl: ’’…yabancı memleketlerin fabrika mamûllerinden olan malları daha çok revaç bularak, millet servetinin daha fazla dışarıya çıkmasına sebeb oldu; mesken inşâ ve döşemesinde, giyinmekte, yemekte ve özellikle içmekte ’alafrangalık’, yabancı malzemesinin, yabancı mobilyaların, yabancı kumaşlarının, yabancı şarap ve şampanyalarının bütünüyle ithâline; ’alafranga’ zevk ve sefa ise, Frenkler tarafından Beyoğlu ve Galata gibi Hıristiyan ve yabancıların çok bulunduğu semtlerde; lokanta, otel, baloz, kafeşantan benzeri eğlence yerlerinin açılmasına ve buralarda para isrâfına yol açtı. Saray ve konakların zevk ve sefâsında, ’alafranga’ çeşni arttı; bu da zaten müsrif olan Osmanlı padişah, paşa ve beylerinin, daha fazla isrâfına sebeb oldu. Eğlence yerlerinin sâhip ve oyuncuları da, çoğunlukla yabancılar olduğundan, millî servetin dışarıya akmasına bir yol daha açılmış oldu…’’ ’’…Abdülmecit Devri’nde sarayın isrâf ve sefâhati son dereceyi bulmuştu. Yabancılardan kolaylıkla alınan borçların bir kısmı, devletin ciddi ihtiyaçlarına değil, padişahın saraylar ve köşkler inşâsına, düğün ve eğlenceler yapmasına sarfediliyordu. Bu borçların fâizlerini ödemek gerektiğinden, devletin malî durumu gittikçe sıkışıyordu. Osmanlı toplumunda yüksek tabakanın israfları, büyük memurların yalnız maaşlarıyla geçinmelerini imkânsız kılıyordu; bu açıdan, hat ve fermanlarda şiddetle yasaklanması emredilen rüşvet ve yiyicilik, giderilmek şöyle dursun, azaltılamıyordu bile; idârede, adliyede yiyicilik, rüşvet ve başka sûistimâller, Tanzimat’ın bütün vaatlerine rağmen, eskisi gibi devam edip gidiyordu…’’ (a.g.e.s. 250/251)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir