Attila İlhan – O Sarışın Kurt

Attilâ Ilhan’la -beni hep çok mutlu kılan- söyleşilerimizde, onun yıllar önce kaleme aldığı senaryolar da bazen devreye girerdi. Attilâ Ağbi, Yeşilçam serüvenini biraz küskün noktalamıştı. Açıkça dile getirmese de, kimi yapımcılara, kimi yönetmenlere küskündü. Senaryolarının değiştirilmesinden yılmış; oyuncuların abartık oyunlarından hoşlanmamış; beyazperdede seyrettiğimiz durağan sahnelerden yabancılık duymuş. Hatta, seslendirmenin ettiklerinden yakınırdı; kendi yazdığı sözleri, yanlış vurgular sebebiyle, tanıyamamaktan… Ben öyle düşünmediğimi söylerdim. Onun Ali Kaptanoğlu takma adıyla imzaladığı senaryoları arasında, Yalnızlar Rıhtımı, Şoför Nebahat, Ver Elini İstanbul, Rıfat Diye Biri, yeni-yetmeliğimin unutulmaz Türk filmlerindendir. Hâla unutmadım. Sinemamızın, hele o çağlarda, klişe tiplerle hikâyeye çarçabuk açılması, avantürle yetinmesi Attilâ Ilhan’ın senaryo anlayışına eni konu uzaktır. Andığım senaryolarında bol ayrıntı, ete kemiğe büründürülmüş yan kişiler, görsel olarak yaratılmak istenmiş atmosfer, gerilimle duygusallığın daima iç içeliği Attilâ İlhan sinemasının özelliklerini yansıtır. Mesela Ver Elini İstanbul genç bir kızın intihar girişimiyle başlar: Sirkeci otellerinden birinin odası, genç kızı kurtarmaya çalışan yaşlı, güngörmıiş, babacan Karagöz ustası… Öyleyken, hayal ustasıyla, yiten hayal sanatına bir elveda demek isteği… Bunları hatırlatırdım. Özellikle Ver Elini İstanbul’la Rıfat Diye Biri’nin senaryolarını okumak isterdim. Neden yayımlamıyorsunuz?” diye sorduğumda, o döneme ait bütün senaryoların kaybolup gittiğini öğrenecektim. Olup biteni, birlikte ırmak söyleşimiz Nâm-ı Diğer Kaptanda kısaca anlatır Attilâ Ağbi: Acele bir kararla, her şeyi bırakıp Paris’e gidiş. Yazılanla peliküle geçen arasındaki farkı artık hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ama bazı günler, nelerin değiştirildiğini, nelerin görmezden gelindiğini yazmak isterdi, belki hep o küskünlükle.


İşlerin yoğunluğu, zaten yazılmakta olan yeni eserler, bu isteğin ertelenmesine yol açardı. Diyebilirim ki, TRT dizileri olmasaydı, Attilâ İlhan senaryo yazımına geri dönmeyecekti- TRT’nin genç, Attilâ İlhan okuru yönetmenlerinin ısrarıyla yeniden senaryo, bu kez, televizyon dizisi için senaryolar. Ve bu kez, Attilâ İlhan dünyasına alabildiğine sadık kalınmış yapımlar. Her birinin başlı başına ‘olay’ başarısını hatırlatmama gerek yok herhalde. Şu kadarını yine de söylemek isterim: Kartallar Yüksek Uçar’ın gösterildiği akşamlar, İstanbul’da trafik yoğunluğu hemen sona ererdi; sokaklar, yollar, caddeler sayım günü gibi bomboş. Attilâ İlhan böylesine yoğun bir ilgiyi bekliyor muydu, bilmiyorum. Fakat yoğun ilgiden çok hoşlannuştı. Senaryo yazdığı için kendisine dudak bükenlere önemli bir yanıt sayıyordu seyircinin ilgisini. Bir de acı bir anı var, Türkiye’de yazarın, edebiyat adamının geçim koşullarını sergileyen: Tam o sıralarda Attilâ Ağbi kalp krizi geçirdi; Amerikan Hastanesi’ne kaldırıldı. Ziyaretine gittiğim gün, “Görüyorsun, iyi ki yazmışım” dedi, “hastanenin parasını neyle ödeyecektim.” Özel kanallar furyasında Attilâ İlhan senaryo yazarlığını bir süre daha rafa kaldırmadı. Değişen dizi anlayışı, toplumsalın büsbütün silinmesi, halk şöyle istiyor böyle istiyor tartışmaları, ticarî olanın başı çekmesi, çok geçmeyecek, onu yoracak; tekrar köşesine çekilecekti. Ta ki, Atatürk’ün yaşamına dair bir senaryo önerisine kadar. Öneri geldiğinde, Fena Halde Leman’la Haco Hanım Vay’ı üçleyecek bir roman yazmaya hazırlanıyordu. Fena Halde Leman’da etkileyici yan kişi olarak karşımıza çıkan Ic-lâl’in romanını: İzmir, çiçeklere düşkün, yalnız ve çocuk kalmış bir lezbiyen.

İclâl’in çiçeklere, salon bitkilere düşkünlüğünü, fanus içindeki kırılgan hayatını kimbılir kaç kez konuştuk. İşte nihayet yazılacaktı o roman. Sonradan, 2001 yazında bana şöyle diyecek: “Uçüncüsü-nü yazamadım, hâlâ içimde hicrandır. Ömrüm müsaade ederse onu da yazarım.” Sonra, yalnız İclâl’in romanı değil, bütün tasarılar ikinci planda kaldı. Atatürk’ü sinemada yaşatmak, bir ülkü olup çıktı. O zaman, Attilâ İlhan’da sinema tutkusunun dinmemiş olduğunu ayırt ettim. Suskun kalsa, inkâr da etse, sinema sanatı onu hâlâ büyütüyordu. Dahası, siyasal düşüncesinin en büyük kahramanı Gâzi ıMustafa Kemal Paşa’yı yepyeni bir eserle gündeme getirmek!. Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk’ün yaşantısını ezbere bilmesine karşın, sil baştan, okumalar kasırgasına tutuldu. Bu okumalar, Millî Mücadelemin çok öncesine uzanıyor, Osmanlı İmparatorluğumun çöküş noktasından başlıyor, o kadar iyi bildiği Mütareke dönemini yeniden kuşatıyor, nihayet Kurtuluş Savaşı yıllarına varıyordu. Yüzlerce, binlerce kişi! Handiyse bütün kadrosuyla Kurtuluş Savaşı, sonra genç Türkiye Cumhuriyeti! Upuzun okuma, hazırlarıma çabasından sonra Gâzi Mustafa Kemal Paşa / “… O Sarışın Kurt!. ” yazılmaya başlandı. Tabii okumalar da devam ediyordu. Durmuş oturmuş Attilâ İlhan, yolun başında genç bir yazar adayı kadar coşkundu.

Sadece söylediklerini, anlattıklarını ‘dinlemek’, benim için, Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk’ü yeniden ve bambaşka ‘okumak’ oluyordu. Attilâ Ağbi’nin aşıladığı heyecanla, birçok gün, yaşadığımız zaman diliminden koptukça kopar, 1920’lerde yaşamaya koyulurdum… Şimdi bana öyle geliyor ki, bir senaryo yazmıyordu. Yazarlığının en önemli eserlerinden biriyle boğuşuyordu. Üstelik, şairliğini de işin içine katarak. Gazi Mustafa Kemal Paşa’da Öyle anlatımlar var ki, adeta dizelerle örülmüş. 1997’nin ilkbaharında, hayli soğuk bir Pazar günü, “Acı bir sahneyle bitiriyorum” dedi; “İzmir’de halkla Gâzi’nin arasına girmeye yelteniyorlar.” Bir hafta sonraki buluşmamızda, “Gazi, kendisini görmek isteyen halkına doğru yürüdü, ‘mahzun fakat mesut bir tebessümle’. Orada, onlar hep birlikte” diyecekti. On yıl öncesinin o an’ı bugün yüreğimi burkuyor… “… birdenbire beş adını sağında onu gördü Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu. Paşalar: ‘üç’ dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepc’den Afyon ovasına atlayacaktı… ’ NÂZIM HİKMET (‘Kuvâ-yı Milliye Destanı’ndan ) Sabahın çok erken saatleri. Boğaziçi’nde, Dolma bah-çe’den başlayıp Beykoz’a doğru, müttefik donanmasının dretnot, kruvazör, muhrip ve destroyerleri.

Bunların arasında, heyula gibi yükselen, İngiliz amiral gemisi, geminin güvertesindeki yerinden, öteki gemilere ışıkla işaretler veren, muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinde yanıp sönen işaret ışıkları. Zırhlılardan ayrılıp Dolmabahçe, Sirkeci, Galata rıhtımlarına doğru seyrettiği görülen, asker yüklü bahriye çatanaları… Gerek gemiler, gerek bahriye silahendazlarını taşıyan çatanalar, sis ve alacakaranlıkta bir rüyanın müphem hayalleri gibi belirip kaybolmaktadır. İstanbul, zincirleme, rıhtım görüntüleri; sabaha karşı. Sirkeci Rıhtımı: Rıhtımda, İngiliz Ordusu’na ait nakliye kamyonları yan yana dizilmiş. Çatanalar rıhtıma yanaştıkça, karaya çıkan silahendazlar kamyonlara bindirilmekte; her kamyon, birbiri ardı sıra, Bâb-ı Ali/Divanyolu istikametine dağılmaktadır. Galata Rıhtımı: Orada da aynı olay tekrarlanıyor. İşgal kamyonları, Karaköy ve Perşembepazarı istikametinde uzaklaşırlar. Dolmabahçe Rıhtımı: Orada da aynı olay tekrarlanıyor. Bu defa kamyonlar Beşiktaş ve Beyoğlu istikametinde dağılmaktadır. İstanbul, Şehzadebaşı: 10. Kafkas Fırkası Nizamiyesi; sabah, erken. İngiliz kamyonları gelmiş ve gelmektedir, işgalci sitahen-dazları indirmiş ve indiriyor; bunlar, düzenli ve tertipli olarak niza m iyeyi basıyorlar. Nöbetçinin durdurma çabası boşuna, ı derhal zararsız hale getiriliyor. Karargâhın her tarafına dağılan işgal kuvvetleri… Müfrezesine, sağı solu gösterip, işgali yöneten İngiliz subayı… Uyku sersemi silaha davranmış, Os-manlı askerleri… Kısa süren müsademe… Askerler vurulup düşüyorlar.

İstanbul, Topkapı Sarayı’ndan Boğaz; sabah, erken. Denizin üstünde tan ağarmıştır, Boğaz’m oya işlemeli sahillerinde hafif sis. İngilizlerin zırhlılarındaki ışıklı muhabere, yerini artık flamalarla işaretleşen bahriyelilere bırakmıştır. Denizde faaliyet sürüyor: Çatanalar, kıyıya dolu gidip boş dönüyorlar. İstanbul, 10. Kafkas Fırkası, Erat Koğuşu; sabah, erken. İngiliz silahendazları, henüz yaraklarından kalkan, kalkmakta olan Türk askerlerine ateş ediyorlar. Can pazarı: Türkler direnmeye çalışıyor, nafile! Kizamiye’detı bu defa İngiliz ordusunun Hindu askerlerini taşıyan kamyonları girip, işgale katılıyor. Bahriyelilerin bir iki mangası, mızıka erlerinin koğuşuna dalıyor; aynı sahneler… kürk neferleri dizilip kurşunlanıyor. Üç ölü, iki yaralı… (Buradan itibaren, mors alfabesiyle telgraf işaretleri veren bir maniplenin sürekli tıkırtıları işitilmeye başlayacaktır.) (Bundan sonraki işgal sahneleri sürerken, Manastırlı Hamdı Bey’in Ankara’ya geçtiği haberler, görüntünün altında sağdan sola yazı olarak geçmelidir.) İstanbul, Erkân-ı Harhiye-i Umumiye binası; sabah. Bina, İngiliz bahriye silâlıendazlarınca kuşatılmıştır. Nizamiye, onların elindedir. Cümle kapısı önünde, iki taraflı, bir asker kordonu dikkati çekiyor.

Geride İngiliz kamyonları. Binanın merdivenleri: Yüksek rütbeli İngiliz subayı ve maiyeti, süngülü bahriyeliler refakatinde merdivenlerden çıkıyor, riyaset makamına yöneliyor. Erkân ı Harbive-i Umûmiye Reisi 2. Ferik Fevzi Paşa, makamında endişeli görünür, telefonla konuşmaktadır; karşısında yaveri. Paşa eliyle işaret ederek ona bir şeyler söylediği sırada, İngilizler içeriye giriyorlar, süngülüler paşayı muhasara ediyor. Cümle kapısı: Paşa, süngülülerin refakatinde, İngiliz subayı ile birlikte cümle kapısından çıkarılıyor, iki sıralı işgal askeri kordonu içinden geçirilerek götürülüyor. (Buradan itibaren, tıkırtısını işitmekte, olduğumuz telgraf maniplesi, görünecektir: Bir el, haberi mors alfabesiyle geçiyor.) (Manastırlı Hamdi ve Harbiye Telgrafhanesi’nden Ali Bey’in haberleri yazı olarak geçmeyi sürdürebilir.) İstanbul, Beykoz kıyılan; gündüz. Taretleri kıyıya çevrilmiş bir İngiliz zırhlısı. Birden ateş ediyor; bütün taretleriyle, salvo ateşi. Ateş edilen yer: Beykoz Eytam Yurdu. Yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina. Binadan dehşet içinde kaçışan, küçük yetimler; düşenler, kalkanlar, şaşkın ve korkmuş, ağlayanlar. Hindu İngiliz askerleri, Gurkhalar, yetimler yurdunu işgal ediyorlar.

Süngülü askerlerin refakatinde, kapıdan çıkarılan öğretmenler ateş altında, bir semt-i meçhule götürülüşlcri. Kruvazörden salvo ateş devam ediyor, isabet alan yetimhanede yer yer yangın baş gösterir; bina yer yer yıkılmaktadır. İstanbul Merkez Telgrafhanesi; sabah. Manastırlı Hamdi Bey, makine başındadır; etrafında, Beyoğlu Postahanesi’nden kovulmuş, heyecanlı ve kederli memurlar; İstanbul’un işgaline dair haberleri Ankara’ya geçiyor. (Telgrafhanedeki maniple, telgrafçının eli, kamera gerileyerek, telgraf cihazını, ofisi, heyecanla ve dikkatle maniplenin tıkırtısını izleyen, yaverleri -üniformalı olarak,- Cevat Abbas ve Muzaf er Beyleri ve Kalem-i Mahsus’lan Hayati Bey’i çerçeveler; ayrıca, telgrafhaneden birkaç kişiyi.) Şeritlerden, aldığı bilgiyi, kâğıda geçiren Hayati Bey, yazdığını başyavere uzatır. Başyaver Cevat Abbas Bey kâğıda göz atıp, yüzünde beliren keder gölgesiyle müdüriyet odasına yönelir. Telgrafhanede gerilimli ortam, dramatik atmosfer, sigara dumanı, içilmiş çay bardakları… Ankara, Postahane Binası, Müdür’ün Odası; gündüz. Başyaver Cevat Abbas, elindeki telgraf ile içeriye girer, yazıhane önündeki ziyaretçi koltuğuna oturmuş Fuat Paşa’yı selâmlayıp, yeni bilgiyi uzatır; Paşa, zihnen meşgul ve endişeli görünüyor. Ali Fuat Paşa:- Nedir Yüzbaşı, vaziyet nasıl inkişaf ediyor? Cevat Abbas:- Vahim kumandanım. Hilâl-i Ahmer Mer-kez-i Umumîsi’ni basmışlardı. Şimdi, Beyoğlu Posta Merke-zi’ni işgal etmişler. Ali Fuat Paşa, elinde tuttuğu telgrafnameden başını kaldırır, pencere istikametine bakar. Mustafa Kemal Paşa, arkası dönük, sigarasının dumanlan arasında, dışarıya bakmaktadır. Mustafa Kemal Paşa:- Bu ne gaflet! Bize daha büyük bir hizmet yapamazlardı! Paşa, yüzünü Ali Fuat Paşa’dan yana döner, dumanlar arasında, boş bıraktığı müdüriyet koltuğuna doğru yürüyerek konuşur:- …Meclis-i Mebusan’dan bir haber çıkmadı mı? Rauf Bey’den? Cevat Abbas:- …irtibat tesis edilemedi, Kumandanım! Mustafa Kemal Paşa yorgun, cam sıkkın, başyavere;-…peki, çucuk! Başyaver Cevat Ahbas, tekrar telgraf başına dönerken, Paşa, müdür koltuğuna yönelir, sigarasını kül tablasına bastırır, kül tablasında birçok izmarit; yanı başında yarısı içilmiş, kallavi kahve fincanı.

Paşa tespihini başparmağına sardığı eliyle, fincanı dudaklarına götürmeye davrandığı sırada, Ali Fuat Paşa’ya:- …İngilizler onu derdest edecektir Paşa! Halbuki keyfiyetten haberdar edilmişti! Ali Fuat Paşa:- …buna ciir’et edebilirler mi? Mustafa Kemal Paşa fincanı yerine bırakır:- …daha fazlasına da edeceklerdir. Susar, pencereye doğru birkaç adını yürür. “Biz niçin buradayız, bunu tahmin ettiğimiz için değil mi?” Ali Fuat Paşa:- …o takdirde, Sivas’ta ittihaz edilen kararın tatbikatına mı geçilecek? Mustafa Kemal Paşa tekrar pencerenin önündedir, dışarıya bakıyor; kendinden emin ve kararlı cevap verir:- Evet! Meclis’i Ankara’da toplayacağız. (Geriden Kurtuluş leitmotivi uzak ve hafif işitilmeye başlayacaktır. Önce Paşa’nm amorsundan pencerenin dışı, sabit Ankara görüntüsü. Sonra Ankara kar altında yoksul, toprak damlı evler, kar çamuru sokaklar; çıplak kavakların çevresinde, karga sürüleri; bozkırın ezeli yalnızlığı içindeki, Anadolu kasabası.) İstanbul; şehirden zincirleme görüntüler sürüyor; gündüz. (Maniple tıkırtıları arasında işgal leitmotivi yeniden ortaya çıkar.) Dersaadet, Merkez Telgrafhanesi cümle kapısı önünde, İngiliz silnhendazları, kamyonlardan inmiş ve inmektedir. Bir kısmı, paldır küldür içeriye giriyorlar. Manastırlı Haindi Bey, öteki arkadaşları Ankara’ya haber geçmeyi sürdürmektedirler. Birden kapılar tekmeyle açılır, içeriye İngiliz askerleri girer. (O anda, başlangıçtan beri sürmekte olan, telgraf işaretlerinin sesi kesilecektir; işgal leitmotivi öne çıkıyor.) İstanbul, Bâb-ı Âli Binası ve çevresi; gündüz.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir