Aydin Boysan – Istanbul Esintileri

Yüreğimi ezen bir işe başlıyorum. Konu: İstanbul üzerine yazı… Eziklik nedeni: Bir ömürlük anı hazinesinin ağırlığı… Umut kıran olayları, ve can bağışlayan mutluluk dakikalarıyla… Sonra yorgun bir huzur… Peşinden, yılların dibinden yükselen sevinç kabarcıkları… Ömrümün ikindisinde İstanbul’la hesaplaşınca görüyorum ki, yaşadığım şehir ve ben, birbirimizi sevmişiz. Arada zıtlaştığımız olmuş ama, bu da sevginin şanından… Hele: «Ya ben İstanbul’da yaşamasaymışım» diye düşününce, ömrümü yaşadığım şehire helal etmez de ne yaparım? Hesap tamam… Başlıyoruz… İnsanlar istanbul’un değerini o kadar çabuk anlamışlar ki, ilk yerleşme izlerine cilalı taş devrinde rastlanıyor. Günümüzden yaklaşık on bin yıl önce… 11 Kitaplar kuruluş için tarih atmaya, günümüzden bin altı yüz otuz altı yıl önce başlıyorlar (İ.Ö. 658). İstanbul o kadar tamah çekmiş ki, başından geçmeyen kalmamış. En önemli iki olay: Roma imparatorluğu’nun ikiye bölünüp, İstanbul’un Doğu Roma merkezi oluşu: i.S. 395… Türkler tarafından fethi: 1453 yılı. İstanbul’un doğal yapısı da çok hoş… Eski kent üçgen biçiminde… Batı kenarı Avrupa’ya yapışık. Bir yanına Marmara denizini, öte yanına Halic’i almış, burnunu (Saraybur-nu’nu) Boğaziçinin boğazına doğru uzatmış… Niyeti kötü değil… Meraktan uzanmış. İki bin yıl önce Halic’e, «Altın Boynuz» adını takmışlar. İsim babası coğrafyacı Strabo, o zamana göre dünya görmüş kişilerin başında geliyor. Halic’in biçimi gerçekten boynuza benziyor.


Altın oluşu ise, elle balık tutacak kadar su ürünü zengini olduğundan… Geçenlerde şehirci Prof. Gündüz Özdeş dostumla buluştuk. Prof. Ölsner’i andık. Türkiye ve İstanbul âşığı hoca, ikimize de şehircilik öğretmişti. Her hafta, Haçlı şövalyesi Kont de Villehardouin’in, istanbul’u görünce söylediğini tekrarlardı. Şövalye gerçekten, 1204 yılında 450 gemiyle İstanbul’a gelen, şehri zapteden, Ayasofya ve surlar hariç şehirdeki Roma uygarlığı eserlerini yakıp yıkan, acımasız Hristiyan barbar ordusundandı. Marmara’dan İstanbul’a gemilerle yaklaşırken, şehri görünce şunları yazıyordu: «Manzara o kadar güzeldi ki, ömür boyu unutulamaz-dı. İstanbul’u görünce, içimizde yüreği ürpermeyecek kadar cesur insan yoktu.» Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında İstanbul’u aldığında şehir, Haçlılar Ordusunun harap ettiği güzellikleri, tekrar 12 yaratmaya güç ve zaman bulamamıştı. Ancak, 16’ncı yüzyılda ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında, bu sefer Türk İstanbul olarak, tekrar Avrupa’nın en bayındır ve güzel kenti oldu. Bu dönemde Sinan ekolü, önceki Türk mimarisini doruğuna çıkarttı. Zamanın yapı tekniği ve malzemesi ile, kullanım ve estetik değerlerde varılan yüksek düzey, sonraki yüzyıllara da örnek ve güç kaynağı oldu: Gerileyen toplumun ve mimarlarının ders alabildiği oranda… Yapı tekniği ve malzemenin geçerli olduğu 20’nci yüzyıla kadar… Alman doğa araştırmacısı A. von Humboldt, 150 yıl önce İstanbul’u, dünyanın en güzel üç büyük kentinden biri sayıyordu… Rio de Janeiro ve Napoli ile beraber. Bu değerlendirmede, toplumsal ve mimari karakter ve bütünlükle beraber, doğanın hediyesi olan emsalsiz güzellikler önemli rol oynuyordu.

O tepeler, o Boğaziçi, o Haliç, ne güzel yanyana gelmişlerdi. İstanbul 20’nci yüzyılın başlarında, şok biçiminde etkilerle silkelendi. Toplumun tarihsel yapısındaki değişiklikler ve sonuçlarını, Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle özetliyordu: «İstanbul 1908 ile 1923 arasındaki on beş yılda, o eski karakter ve niteliğinden tamamiyle çıktı. Meşrutiyet devrimi, üç büyük savaş, birbiri üstüne bir yığın küçüklü büyüklü yangın, para bunalımları, imparatorluğun dağılması, yüz yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir uygarlığı, nihayet 1923’te olduğu gibi kabullenmemiz, onun eski karakter ve niteliğini bütünüyle giderdi.» Fethedilen İstanbul, yarımadanın sur içi bölgesindeki tarihi şehirdi. Nüfusu, yirminci yüzyıla kadar milyona yaklaşmadı. Türk İstanbul, ancak bu kadar insanı sırtına alabi-14 liyordu. Binalarının insancıl büyüklüğü, ölçülü yolları, cami ve sarayları, sevimli mahalleleri, bostanları ve mezarlıkları ile… Tanpınar’ın resimlediği 1923 İstanbul’u çehresini, 1950’li yıllara kadar fazla dalgalanmayan bir durgunlukla korudu. İstanbul artık başkent değildi. 20’nci yüzyılın ikinci yarısına girerken İstanbul’un planlama mantığı, Kutlu Güzelsu arkadaşımız tarafından şöyle özetleniyordu: «Prost, 1939-52 arasında İstanbul imarının başına geçti. Görsel değerler adamıydı. İstanbul’u limit 3 milyon nüfusa göre planladı. Gelişmelerin, Bostancı-Bakırköy-Mecidiyekoy üçgeni içinde kalacağına inanmıştı.» ‘Sonra 1950’li yılların ekonomik hareketlenmesi, artan göç, büyük yıkımlar, İstanbul’un zaten değişmiş olan tarihsel çevre geçmişini, bir kere daha sislere gömdü. Dalan depremi ise, daha henüz ufuklarda gözükmüyordu.

15 İSTANBUL’UN ESKİ TADLARI II 2. YEDİDEN YETMİŞE Cumhuriyet döneminde ağır hareketlenen İstanbul imarı, 1950-60 döneminde başka bir tempoya girdi. Değişiklik Başbakan Menderes’in, devlet yardımlarını şehire akıtmasıyla mümkün olabiliyordu. Bu yıllar İstanbul’da, Cumhuriyet döneminde devam etmiş olan, Kuruçeşme kömür tesisleri, tersaneler gibi yanlış yerleşmeler, sürüp gitmiştir. Salıpazarı limanının, deniz üzerinde kazık çakılarak inşası saçmalığı, örneklerden bir tanesidir. Tarihi İstanbul’da yeni çarşılar ve turizm yatırımları özendirilmiştir. Çok katlı bina inşası teşvik edilmiştir. Üniversiteler bile eski İstanbul’u parça parça yok eden gelişmeleri ile, şehri hırpalamaktan geri kalmamışlardır. 1.6 irili-ufaklı, hatta sağlığa zararlı her çeşit endüstrinin, İstanbul’u yer altından – yer üstünden işgaline göz yumulmuştur. Nüfus yoğunluğu, nüfus boğuntusuna dönüştürülmüştür. Ölçüsüz bir yoğunluk, İstanbulluların sırtına yüklenmiştir. Tarihi İstanbul’un cibilliyetine saldırılmıştır. Tarih, yoğunluk ve trafik çamuruna bulanmıştır. Aksaray ve Beyazıt’ın kalabalıktan mahşere dönmesi, caddelerde insan sellerinin akması, o günlerin politikasından kaynaklanır.

Bahane: imardır… sebep: bilgisizliktir… Sonuç: Kent tarihine ihanettir. Bir şehrin ölçüsünün bozulması da imar suçudur. Bir mahallede, tek bir yaprağa, tek bir taşa dokunmadan, her şey korunsa da, 2 katlı yapılar yerine 12 katlı yapılara izin verilse, orada yaşayan insanlara ihanet edilmiş olur. Kadıköy’de 1,8 inşaat emsali verilmesi, böyle bir marifettir. Yığılmanın dışında, İstanbul’un mimari çehresi de seyredilir halde değildir. Ezberlenmiş betonarme inşaatın papağan uygulayıcıları, yönetmelik tariflerine uyan kutu-ku-tu oyunlarıyla, İstanbul’un her yanındaki sokakları ve cad* deleri, ruhsuz sur duvarlarıyla doldurmuşlardır. Bu yapılar, tüm İstanbul’un üstüne, kara bulut gibi çökmüştür. İstanbul’un bu çehresiz mimarisini yakın gelecekte düzeltebilmek için, bir umut ışığı yanmamaktadır. 17 İstanbul Esintileri / F: 2 İSTANBUL’UN ESKİ T ADLAR l III 3. ANILARLA GERÇEKLER İstanbul’da «feyiz» aldığım yerlerin birincisi, Davutpa-şa Çöp İskelesidir. Aksaray’dan Samatya’ya giderken, Langa hıyar bostanlarının sonudur burası… O zaman çöpçüler, tek atlı arabalarla semtten topladıkları çöpü, Davut-paşa’da taş iskeleden denize boşaltırlardı… Ve o kadar… Deniz götürürse götürürdü. 1920’li yıllardı o zaman. Çöp yüzünden milyarlarca sinek ürerdi. Kurtulmanın çaresi, denize girip açılmakla bulunurdu. Rahmetli annem ut çalarken rahatsız olmasın diye, rahmetli kardeşimle beraber sinek kovardık.

Sonraki mekânımız yine Davutpaşa’da, Ispanak Viranesi oldu. Konfor düzeyimiz yükselmişti. Çünkü evin, içinde çıkrıkla su çekilen bir kuyusu vardı. Yazın kuyuya sarkıtılan karpuzla ayran, cana can katardı. 18 Sokaktaki oyun çeşidimiz de zenginleşmişti. Koşmaca, saklambaç ve anya-manyadan başka, yutmacasına oyuna başlamıştık. Şark Şimendifer Kumpanyasının kullanılmış zımbalı tren biletleriyle kumar oynuyorduk. Hele sarı renkli birinci mevki bilet için, kaş-göz yarılıyor, kan gövdeyi götürüyordu. Narlıkapı Çıkmazına ilk taşındığımızda, geceleri her tren geçişinde ev öyle fena sallanırdı ki, uyanırdık. Birkaç gün sonra alıştık. Birkaç hafta sonra ise, bir tren tarife saa-tında geçmezse uyanmaya başladık. Narlıkapı Çıkmazının gurur veren bir lüksü, Orient Express’in önümüzden geçmesiydi. Bize göre adı, Avrupa treniydi. Düdüğü kalın sesliydi. Binde bir yol kapalı olup da Orient Express önümüzde durursa, Vagon Restau-rant’da çıplak omuzlu kadınların yemek yediğini görür, itişip dürtüşürdük.

Şimdi Narlıkapı pek az değişmiş… Bazı eski evlerin yerine yenileri yapılmış ama, yine küçük yapılmış. 1929-35 yılları arası oturduğumuz ev olduğu gibi duruyor. Oturuluyor. O zaman haraptı, şimdi harabe. 1935 yılında Yeşilköy Bamya Tarlasında oturduk. O zaman Yeşilköy’de, yeşil pancurlu köşklerin dışında, demiryolcular ve havacıların oturduğu ortahalli semtler vardı. Bamya Tarlası, böyle bir yerdi. Yeşilköy’de kiracı olduğumuz ahşap ev, iki katlı üç odalıydı. Küçük bahçesine kümes kurmuştuk. On kadar tavuk (elbet bir horoz) ile birkaç hindi beslerdik. Tahtakuru-sundan korunmak için karyola ayakları su dolu taslara batırılırdı. Ayamama deresi sivrisineklerinden ise, cibinlikle korunurduk. Hınzır pirelere önlem, henüz bilinmiyordu. Yeşilköy Bamya Tarlasında, bir sinema makinem 19 oldu. Yanlış anlaşılmasın, içine kordonla ampul sokulup elle çevrilen cinstendi.

Ses falan sözkonusu değildi. Bir tanecik de filmimiz vardı: Birinci Dünya Savaşı’nda Enver Paşa’nın önünden geçen askerler… Her yaz gecesi, bizim evin önünde oynatırdık. Askerler geçerken, «yaşaaa» diye haykırır, ortalığı gürültüye boğardık. Bir akşam bu şamata, komşu amcalardan birini bezdirdi. O da geldi, «Başlarım ulan şimdi Enver Paşadan» deyip filmimizi aldı ve yaktı… Sinema işletmeciliğim böylece sona erdi. Mahallenin ortak fareleri vardı. Hangi evin erkeği şişkin zembille döndüyse, o akşam orada toplanırlardı. Babam fare hapishanesi gibi bir kapan getirmişti. Kapana pastırmanın sinir tarafını bağlayınca, kafes içinde canlı fare tutmaya başlamıştık. Bir gün mahallenin en büyük faresini yakaladım. O kadar iriydi ki, korktum. Mahallenin bütün çocukları ve kedileriyle beraber Bamya Tarlasının öbür ucuna götürüp kafesi açtık. Koşmaya başladı. Kedileri yanına yaklaştırmadı. Koştu, koştu ve yine bizim evin bodrum penceresinden içeri girdi.

1935 yrfrnda Yeşilköy’de otururken, burası gerçekten köy idi. «Köye dönelim» derdik, yakışırdı. Artık Yeşilköy köy olma özelliklerini çoktan kaybetmiş ama, şehir olarak da, bilmediğimiz-tanımadığımız bir yer olmuş. Hatırlayabildiğim, bir istasyon binası kalmış. Kıyı tarlalarının içindeki yapayalnız deniz feneri ise, bina kalabalıklarının boğuntusu içine girmiş. Eski Bamya Tarlası kıyısında akranım yaşında bir adam: «Ne arıyorsunuz?» diye sordu. «1935 yılında oturduğum evin fotoğrafını çekiyorum» dedim. Sevindi. «Biz 20 37’de geldik. Burada oyun oynar, kız kovalardık» deyince sordum: «Nee? Kız mı kovalardınız?» Gülümsedi: «Elbet ya! O zaman Katina’lar, Marika’lar vardı…» 1936 yılında Laleli Azimkar Sokağa taşındık. Burası 40 yıl, «baba evi» olarak kaldı. Geçen gün oraları dolaştım. Bizim ev ve yanındakiler yıkılmış, otel yapılacakmış. Değişim, bir aile kızının pavyon muhitine düşmesinden daha keder vericiydi. Eski İstanbul’da yaşama birimi mahalle idi.

Mahallenin bütünlüğü vardı. Herkes birbirini tanır, selamlaşır, hal-hatır sorardı. Ben marangoz Tahsin Bey amcamla balığa çıkıp, ona yamaklık ederdim. Babam komserin kızına hesap dersi verirdi. Bizim sokağın musluklarını ben tamir eder, sobalarını ben kurardım. Annemin ördüğü hesap işi masa örtüsünün peçetelerini, kuyumcu Sahak Efendinin karısı bitirmişti. Ortak mekânların boyutları ufaldıkça, insan ilişkilerinde yakınlaşma oluyordu. Dar sokaklarda komşuluk ilişkileri, daha sıcakkanlı-daha dostçaydı… Caddeler genişledikçe, binalar irileştikçe, insan ilişkilerinde uzaklaşmalar başladı. Devleşmemiş kentlerde, dar sokaklarda, 2 katlı evlerde oturan insanlar arasında zıtlaşmalar çok seyrekti. Düşmanlaşmaya ise ender rastlanırdı. Devleşmiş kentlerde geniş caddelerde, 20 katlı apartmanlarda oturanlar arasındaki zıtlaşmalar, olağan hale geldi. Düşmanlaşmalara ise, şaşılmaz oldu. Ne yazık! 21 İSTANBUL’UN ESKİ TADLARI IV 4. SULARLA KARALAR Su ile koyun-koyuna yaşamaktan doğan zenginlikler, dilimize bile yansımıştır. Ben başka dilde duymadım.

Bizde, ister Boğaziçi yalısında, ister Etyemez surdibi külüstür evinde olsun: «leb-i derya»da yaşanıyor denirdi. «Denizin dudaklarında» yaşamak demekti bu! Ben, isterse çay içmek için olsun, hep su kenarına ‘ gidelim isterim. Bu, ömrünü su kenarlarında geçirmeye alışmış bir İstanbullu’nun, yalnız ruhsal zevki ve tiki değildir. Gerçekten 35 derece temmuz sıcağında, yaklaşık 20 derece olan Boğaz suyunun serinliği, kıyıları sarar. Kışın da tersi olur, su çevreyi ılıştırır. Etyemez kumsalı, sonra surların önündeki üç kumsal, Samatya-Narlıkapı-Yedikule kıyıları, eskiden de hep halka açıktı. Yazmacısı-çirozcusu-balıkçısı-oduncusu -meyhane-22 cisi-çoluğu-çocuğuyla herkes, denizle kucak kucağa yaşardı. Samatya önlerinde Harmankaya vardı. Denizin iki karış altındaki sivri burnuyla, takaların korkulu tuzağıydı. Hele gece karanlığı bir karpuz takası Harmankaya’ya çarpıp battıysa, deniz üstü silme karpuz dolardı. Patlayınca-ya-çatlayıncaya kadar karpuz yerdik. Kötüsü kavun teknesinin batmasıydı. İshal oluyorduk. Benim aklıma gelmemişti. Geçen gün, Prof.

Maruf Önal dostum hatırlattı: İstanbul’un deniz hamamları vardı. Yenikapı’da, Kumkapı’dakileri hatırladım. Beşiktaş’taki, Çırağan Sarayının berisindeydi. Kadın-erkek için ayrı olurdu. Tahtadan yapılırdı. Bunlar, 30’lu yılların ortasında ortadan kayboldu. Deniz hamamlarının yerini plajlar aldı. İstanbullular’ıp denizle kucak kucağa yaşayışı, 50’li yıllardaki Menderes imarından başlayarak, başka bir hal aldı. Fırsatı ele geçiren, Boğaziçi kıyılarına kazığı çakar, molozu döker, yolu genişletir oldu. Genişletilen yollar, insanlarla Boğaziçi kıyıları arasına çekilmiş trafik duvarlarına dönüştü. Boğaziçi ve Marmara kıyılarına trafik azgınlığı yerleştirildikçe İstanbul şehri, kucaklaşarak dünyaya geldiği sula-nn koynundan koparılmış oldu. Acımadan… Ve imar edildiği sanılarak… 23 İSTANBUL’UN ESKİ TADLARI V 5. KİMLİĞİNİ YİTİREN KENT Eskiden İstanbul kapılarında, fizyonomist’ler varmış. Bunlar gelenin suratına bakıp, ne biçim adam olduğunu kestirirlermiş. Düzgün görünüşlü birinin suç işlemeye yatkın olduğunu anlar sokmazlar, kimisini de: «eblehtir ama ‘zararı dokunmaz» diye koyverirlermiş.

Sokulmayacak olanların raporu yazılır, sonu: «ve fakat» sözleriyle bitermiş, «ve fakat» hükmünü yiyene, İstanbul hayal olurmuş. Balkanlardan zembilini sırtına alan pehlivan, İstanbul’a giremezmiş. Edirne’de bir kahve varmış, orada mola verilirmiş. Kahveci, İstanbul’a gitmek isteyen pehlivana: «giy kispetini!» dermiş, onunla güreş tutarmış. Âdet böyle! Federasyon falan değil, kahveci bu… Pehlivanı beğenmezse, mürur tezkeresi verip İstanbul’a göndermezmiş. Karaor-man’dan gelen adam, geri dönermiş… 24 Kanuni Sultan Süleyman 35 kilometre öteye atla gidip su keşfetmiş, soruyor: «Ey Sinan, bu suyu hendese ile İstanbul’a getirtmek mümkün müdür?» Mimar Sinan arzediyor: «Mümkündür ama, yol boyu dört sıra kese akçe dizilse, o kadar masraf olur.» Bu sırada Hırvat Rüstem Paşa itiraz ediyor: «O zaman İstanbul’da su bollaşır, yaşamak kolaylaşır, herkes buraya akın eder. Sonuçta hayat pahalılaşır. Bu suyun getirilmesi caiz değildir.» Son günlerde İstanbul’un çeşitli yerlerini gezerken, özellikle Aksaray civarında dolaştım. Aksaray’da üç seviyeli trafik yollan yapılmıştı. Buna da karşın mahşer kalabalığı her yerde hareket halindeydi. Açılmış koca bulvarlar, taşıt ve insan hareketine düzen getirmemişti. Aksine, yoğun taşıt ve insan kalabalığı yığmıştı. Hırvat Rüstem Paşa’nın o zaman gördüğünü, biz yüzyıllar sonra görmemiştik.

Gerçeği gizlemeye çalışmanın âlemi yok… Artık çekinmeden, utanmadan apaçık söylemeliyiz: «İstanbul, kimliğini yitiren şehir» olmuştur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir