Felsefenin 19. yüzyılda bütünlüğünü kaybetmesi ve 20. yüzyılda çökmesi, (çok daha yavaş ve daha az aşikâr da olsa) modern pozitif bilimde de benzer bir sürece yol açtı. Teknoloji alanındaki bugünkü çılgın gelişmeler, 1929’daki ekonomik çöküş öncesindeki günleri oldukça hatırlatmaktadır: geçmişin ivmesine, itiraf edilmemiş Aristo epistemolojisi kalıntılarına dayanan bu gelişme, heyecanlı, ateşli bir genişlemedir. Bu, teorik bakımdan kredisini fazlasıyla tüketmiş, bilimsel teori alanında kendi verilerini anlamlı bir bütün haline getiremeyen veya yorumlayamayan bilim adamlarının ilkel bir mistisizmin yeniden dirilmesine yardımcı olduğu bir genişlemedir. Beşeri bilimler alanında iflas tamamlanmıştır, bunalım başlamıştır ve pozitif bilimlerin çöküşü ise neredeyse tamamlanmak üzeredir. Bu durumun en açık örneği psikoloji ve siyasi iktisat gibi nispeten yeni bilimlerde görülebilir. Psikolojide, insanın bilinçli olduğu gerçeğine başvurulmadan insan davranışı çalışmaları yapıldığı görülebilmektedir. Siyasi iktisatta, insana başvurulmadan sosyal sistemleri inceleme ve geliştirme girişimleri olduğu görülebilmektedir. Genelde insanın sahip olduğu bilgiye, özelde ise spesifik bilimlere yol gösteren ve epistemolojik kriterleri tanımlayıp ortaya koyan şey felsefedir. Siyasi iktisat, 19. yüzyılda, felsefenin Kant sonrası parçalanma döneminde ortaya çıkmış ve hiç kimse onun temel fikirlerini kontrol etmeye veya onun dayanağına karşı çıkmaya kalkışmamıştır. Üstü örtülü bir şekilde, eleştirmeksizin ve hatalarla dolu biçimde, siyasi iktisat kolektivizmin temel prensiplerini kendi aksiyomları olarak kabul etmiştir. Kapitalizmin savunucuları da dahil, siyasi iktisatçılar bilimlerini, bir “toplumun” veya bir ulusun “kaynaklarının” yönetimi, yönlendirilmesi, organizasyonu veya idaresi olarak tanımlamışlardır. Bu kaynakların tabiatı tanımlanmamıştır; otomatikman bunlar hakkında ortaklaşa sahiplik söz konusu olduğu varsayılmıştır ve siyasi iktisadın amacının, bu “kaynakların” “ortak çıkar” için nasıl kullanılması gerektiğini incelemek olduğu varsayılmıştır. Söz konusu asıl kaynağın insanın kendisi olduğu, insanın özel beceriler ve özel ihtiyaçlara sahip özel tabiatlı bir varlık olduğu gerçeği dikkate alınmamıştır veya çok yüzeysel olarak dikkate alınmıştır. İnsan basitçe, toprak, ormanlar veya madenler gibi üretim faktörlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Hatta bu faktörlerin önemsizlerinden biri kabul edilmiştir, çünkü insanın rolü veya nitelikleri ile karşılaştırıldığında, diğerlerinin etkisi ve kalitesi konusunda daha fazla çalışma yapılmıştır. Siyasi iktisat aslında ortada başlayan bir bilimdi: insanın bir üretim yaptığını ve ürününü mübadele ettiğini gözledi; insanların eskiden de daima böyle yaptığını ve bundan sonra da böyle yapacağını düşündü; bu durumu, hakkında daha fazla düşünmeye gerek olmayan, değişmez bir gerçek olarak algıladı ve insan emeğini toplum için en iyi şekilde kullanma yolunu geliştirmeye yöneldi. Bu kabileci insan anlayışının pek çok sebebi vardır. Altruizm ahlâkı bunlardan biriydi; 19. yüzyılda entelektüeller arasında artan siyasi devletçilik fikrinin egemenliği bir diğeri idi. Psikolojik olarak, asıl sebep Avrupa kültürünün içine işleyen ruh-beden ayrımcılığı idi: maddi üretim, insan zekâsı ile ilgisiz, aşağılık bir görev olarak, bilinen tarihin başlangıcından beri kölelere ve serflere verilmiş bir görev olarak kabul edilirdi. Serflik kurumu şu veya bu şekilde 19. yüzyılın önemli bir kısmına kadar devam etmişti; siyasi olarak ancak kapitalizmin ortaya çıkmasıyla kaldırılmıştı; fakat sadece siyasi olarak, entelektüel olarak değil. Özgür, bağımsız bir birey olarak insan kavramı Avrupa kültürü için tamamen yabancıydı. Avrupa kültürü köklerine kadar bir kabilecilik kültürü idi; Avrupa düşüncesinde, kabile kimlikti, birimdi, insan sadece onun genişleyebilen hücrelerinden biriydi. Bu durum yönetenlere ve serflere benzer şekilde yansıdı: yönetenler sahip oldukları ayrıcalıklara, ancak kabileye sundukları hizmetlerin (soylu olarak kabul edilen hizmetlerin) yani silâhlı gücün veya askeri savunmanın erdeminden dolayı sahip olduklarına inandırıldılar. Fakat soylu bir insan tıpkı bir serf kadar bu kabilenin bir malıydı: hayatı ve mülkiyeti krala aitti. Kelimenin tam ve hukuki anlamıyla özel mülkiyet kurumunun ancak kapitalizm sayesinde ortaya çıktığı hatırlanmalıdır. Kapitalizm öncesi çağlarda, özel mülkiyet fiilen vardı, fakat yasal bir hak olarak yoktu, yani hak olarak veya kanun olarak yoktu, fakat gelenek ve müsamaha gösterme anlamında vardı. Kanuna göre ve prensipte, tüm mülkiyet kabilenin başına, yani krala aitti ve sadece onun izniyle elde tutulabilirdi. Bu izin kralın isteğiyle her an iptal edilebilirdi. (Kral tüm Avrupa tarihi boyunca boyun eğmeyen soyluların mülklerini kamulaştırabilirdi ve kamulaştırmıştır.) Amerikan İnsan Hakları felsefesi Avrupalı entelektüellerce asla tam olarak anlaşılmamıştır. Avrupa’da egemen olan hür olma fikri, insanın kral tarafından cisimlendirilen mutlak devletin bir kölesi olduğu kavramından, insanın “insanlar” tarafından cisimlendirilen mutlak devletin bir kölesi olduğu fikrine dönüşmeyi, yani kabile şefine kölelikten kabileye köleliğe değişimi içermekteydi. Maddi üreticileri fiziksel güç ile yönlendirmeyi bir asalet rozeti olarak gören zihniyetler, kabileci olmayan bir varoluş anlayışını algılayamazdı. Böylece Avrupalı düşünürler, 19. yüzyılda kürek mahkûmlarının yerini buharlı gemiyi icat edenlerin, köy nalbantlarının yerini yüksek fırın sahiplerinin aldığı gerçeğini fark edemediler. Servetin anonim, sosyal ve kabileye ait bir ürün olduğu şeklindeki karşı çıkılmaz aksiyoma dayanarak, “ücret köleliği” veya “toplumdan çok fazla şey alan ve karşılığında çok fazla vermeyen sanayicilerin anti-sosyal bencilliği” gibi terimlerle (terim çelişkileriyle) düşünmeye devam ettiler. Bu fikre bugüne kadar karşı çıkılmadı ve o şimdi çağdaş siyasi iktisadın altında yatan varsayımı ve temeli temsil etmektedir. Bu görüşe ve onun sonuçlarına bir örnek olarak, Encyclopaedia Britannica’daki Kapitalizm maddesini alıntılayacağım. Madde, ele aldığı konunun tanımlamasını yapmamakta ve şöyle başlamaktadır: KAPİTALİZM, feodalizmin yıkılmasından beri batı dünyasında egemen olan ekonomik sistemi anlatmak için kullanılan bir terim. Kapitalist olarak adlandırılan herhangi bir sistemin şartı, insan harici üretim araçlarının (hepsi birden sermaye olarak bilinen toprak, madenler, sanayi fabrikaları, vs.) özel sahipleri ile [italikler bana aittir] emek hizmetlerini işverenlerine satan hür fakat sermayesiz işçiler arasındaki ilişkilerdir… Oluşan ücret pazarlıkları, toplumun toplam üretiminin emekçi sınıfı ile kapitalist girişimciler sınıfı arasında paylaşılacak kısmını belirlemektedir.1 Galt’ın Atlas Vazgeçti’deki konuşmasından, kolektivizmin prensiplerini tanımlayan bir pasajdan alıntı yapıyorum: “Bir sanayici (boşluk) böyle bir kişi yoktur. Bir fabrika ‘doğal bir kaynaktır’ bir ağaç gibi, bir kaya veya bir çamur birikintisi gibi.”) Kapitalizmin başarısı Britannica’da şöyle açıklanmaktadır: Kapitalizmin kendisinden önceki tüm ekonomik sistemlerden üstün olmasını sağlayan özel erdemi “sosyal artığın” üretken kullanımı idi. Sosyal artığı yönetenler, piramitler ve katedraller yapmak yerine, gemilere, depolara, hammaddelere, üretilmiş mallara ve diğer maddi zenginliklere yatırım yapmayı seçtiler. Böylece sosyal artık daha büyük üretim kapasitesine dönüştürüldü. Bu, Avrupa nüfusunun, çocuk ölümlerinin % 50’ye yaklaştığı ve belli aralarla ortaya çıkan kıtlıkların kapitalizm-öncesi ekonomilerin besleyemediği “artık” nüfusu temizlediği tarzda bir yoksullukta yaşadığı bir dönemde söylenmiştir. Ancak, vergi ile kamulaştırılan ve sanayi ile üretilen zenginlik arasında ayrım gözetmeyen Britannica, ilk kapitalistlerin “yönettiği” ve “yatırım yapmayı tercih ettiği” şeyin, o zamanın artık refahı olduğunu ve bu yatırımın izleyen çağın muazzam zenginliğinin sebebi olduğunu iddia etmektedir. Bir “sosyal artık” nedir? Makale hiçbir tanımlama veya açıklama vermemektedir. Bir “artık” bir normun varlığını öngörür; eğer kronik bir açlık seviyesinde güç bela yaşamak, öngörülen bu normun üzerinde ise, bu norm nedir? Makale cevap vermemektedir. Tabii ki “sosyal artık” diye bir şey yoktur. Tüm servet, bir kişi tarafından üretilmektedir ve o kişiye aittir. “Kapitalizmin, kendinden önceki tüm ekonomik sistemlerden üstün olmasını sağlayan özel erdemi” de kamulaştırmaya değil, zenginliğin 1 Encyclopaedia Brittanica, 1964, Vol. IV pp. 839-845 yaratılmasına yol açan (ve Brittannica’nın tanımında maharetli bir şekilde göz ardı edilen bir kavram olan) özgürlüktü. Bu rezil madde hakkında (sadece bilgi derinliği olmayışı bakımından değil, başka pek çok bakımdan da rezil) söyleyecek başka şeylerim de var. Bu noktada onu, sadece bugünün siyasi iktisadının altında yatan kabile fikrinin özlü bir örneği olduğu için alıntıladım. Bu fikir, kapitalizmin düşmanları ve savunucuları tarafından aynı şekilde paylaşılmaktadır; kapitalizmin düşmanlarına belli bir iç tutarlılık sağlamakta, savunucularını ise kolay fark edilmeyen ancak mahvedici olan bir ahlâkî ikiyüzlülük hissiyle silâhsız bırakmaktadır. “Ortak fayda”, “tüketiciye hizmet” veya “kaynakların en iyi şekilde tahsisi” (kimin kaynakları?) gibi gerekçelerle kapitalizmi haklı çıkarma girişimleri bunun kanıtıdır. Kapitalizmin anlaşılması için, irdelenmesi ve karşı çıkılması gereken bu kabile fikridir. İnsanoğlu bir nesne, bir organizma veya bir mercan çalısı değildir. İnsan üretim ve ticaret ile ilgili olan varlıktır. Herhangi bir beşeri bilimin başlangıç noktası, “topluluk” olarak bilinen gevşek birlikteliğin değil, insanın incelenmesi olmak zorundadır. Bu husus, beşeri bilimler ve fiziksel bilimler arasındaki epistemolojik farklardan birini, beşeri bilimlerin fiziksel bilimler karşısındaki haklı aşağılık kompleksini ifade eder. Bir fiziksel bilim kendine, konusunun tabiatını göz ardı etme veya baypas etme izni vermez (en azından şimdilik). Böyle bir girişim şu anlama gelirdi: gökyüzü ile ilgilenen, fakat münferit yıldızları, gezegenleri ve uyduları çalışmayı reddeden bir astronomi bilimi; veya sağlığı bilmeden hastalıklar üzerine çalışan ve bireysel hastalara odaklanmadan bir bütün halinde bir hastaneyi temel çalışma alanı olarak alan bir tıp bilimi. İnsanın incelenmesiyle toplum hakkında pek çok şey öğrenilebilir: fakat bu işlem tersine çevrilemez: toplumu inceleyerek, asla tanınmamış veya tanımlanmamış varlıklar arasındaki ilişkileri çalışarak, insan hakkında hiçbir şey öğrenilemez. Ancak bu, çoğu siyasi iktisatçının benimsediği metodolojidir. Onların tutumu aslında ifade edilmemiş, üstü kapalı olarak ima edilen şu varsayıma eştir: “İnsan, ekonomik formüllere uygun bir şeydir.” Gerçekte insan buna açık bir şekilde uymadığından, bilimlerinin pratik olma özelliğine rağmen, sonuçta siyasi iktisatçıların teorileri tuhaf bir şekilde gerçek varoluşun somutluklarıyla ilişkilendirilememektedir.
Ayn Rand – Kapitalizm Nedir
PDF Kitap İndir |