Ayşe Kulin – Umut

Birkaç günden beri beklenen yağmur, öğlene doğru koyu gri bulutlarla ufku karartarak. gelişinin haberini vermiş, öğleden sonra da indirmişti. Muho, pencereye burnunu dayamış, yağmurun rüzgarda savruluşunu seyrediyordu ki, sokağın ucunda babasının ince uzun siluetini gördü. Zeki Salih, sonbahar yapraklarını önüne katmış rüzgarın yelinde, adeta yapraklarla birlikte sürüklenerek, uçuşarak. evinin önüne geldiğinde, çocuk babasına kapıyı açmak için koştu. Zeki Salih içeri girdi, kendini karşılayan oğlunun yüzüne bakmadan, sırılsıklam olduğu halde üzerindeki ceketi çıkarmaya da gerek görmeden ayakkabılarını fırlatarak. doğru üst kattaki odasına çıktı, yatağın başucundaki konsolun çekmecesin1 den tabancasını çıkardı, giyotin pencereyi yukarı sürdü ve tabancasının bütün kurşunlarını yolun karşısında sıralanan kavaklara art arda boşalttı. Merdivenlerin dibinde kalan Muho, kurşun seslerini duyunca korku ve telaşla mutfakta hamur açan annesinin yanına koştu. Annesi, “Muho, mutfakta kal, kapıyı içerden sürgüle, ben sana söyleyene kadar sakın açma,” dedi, eteklerini toparlayıp merdivenleri üçer beşer atlayarak yukarı kata koştu, yatak odalarının kapısını açtı. Kocası, yüzü pencereye dönük ayakta duruyor ve omuzları sarsılarak ağlıyordu. Açık camdan içeri savrulan yağmurun üstünü başını iyiden iyiye ıslattığının farkında bile değildi. Gül Hanım’ın ilk işi, kocasının sağ elinden sarkan tabancayı usulca alıp yatağın üzerine fırlatmak oldu. Sonra pencereyi indirdi ve sordu: “Salih Bey! Salih Bey! Ne oldu kuzum?” Zeki Salih yavaşça döndü, mavi gözleri kan çanağı gibiydi. “Gitti memleketim! Bosnamız gitti Gülüm! Artık geri dönebileceğimiz bir vatanımız yok,” dedi. “Sultan imzalamış muahedeyi.


Bosnamız, Avusturya-Macaristan’ın oldu. Resmen!” Gül Hanım, düşmemek için yatağın ucuna ilişti. O da kocası gibi gözyaşlarını salıvermek, avaz avaz ağlamak istiyordu ama tuttu kendini. “Bizim vatanımız burası artık Salih Bey,” dedi. “Bosna zati çıkmıştı elden. İşgal altında değil miydi ne zamandır?” Zeki Salih, “Bir kurşun atamadan verdik toprağımızı, bir tabur askerle olsun karşı koymadan, masa üzerinde gitti vatanım,” dedi yine. Gözyaşları yanaklarından süzülüp mintanına damlıyordu. Zeki Salih karısının yanına yatağa oturdu, önce omzuna yaslandı, sonra kucağına başını koyarak yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gül, kocasının kumral saçlarını okşadı usul usul. Neden sonra, yavaşça sordu: 2 “Salih Bey, İstanbul’da mesut değilsindir, bilirim. Bursa’da, İnegöl’de akrabalarımız var. Buradan taşınmak ister misin? Derler ki Bosna’ya pek benzermiş oraları. Travnik’teki gibi çağıl çağıl dereler akarmış, yemyeşil, bereketli ovaları varmış. Camileri, hamamları, çarşıları dahi pek benzermiş bizim oralara. Satalım buradaki mülkü, varalım gidelim İnegöl’e.

Bir çiftlik alırsın, hayvanların olur, ata binersin yine . Ha, ne dersin Salih Bey? ” Zeki Salih yavaşça doğruldu karısının kucağından, “Burada kalacağız, Gülüm,” dedi. “Bu çocuklarım var ya benim, onlara kendi çektiğim acıları yaşatmayacağım. Ben nasıl adı bilinir biri idiysem memleketimde, onların da adı burada bilinsin. Oğullarımı da kızımı da Dersaadet’in en muteber mekteplerinde okutacağım itibarlı adamlar olsunlar diye, benim yürütemediğim şanımı yürütsünler diye, ben … ben … ” Gül ince parmaklarıyla kocasının ağzını kapattı susturmak için. “Kim demiştir sana itibarlı adam değilsin, Salih Bey, sen ki Kulin soyundan gelirsin. Senden sonra da oğulların yürütürler soyunun şanını, hiç merak etme.” “Gül Hanım, soyu layıkıyla yürütmek kolay değildir. Bak, ne senin servetin, ne de benim sekiz asırlık ismim bir işe yaradı şu şehr-i İstanbul’da. Bahçe kapımızın dışında adımızı, akrabaların dışında sanımızı bilen yok. Yine de hiçbir yere gitmem ben. Burada kalacağım. Osmanlı’nın en mutena şehrinde yetiştireceğim evlatlarımı. Kendime göçmen dedirttim, onlara taşralı dedirtmeyeceğim. Kimse hürmetini esirgemesin onlardan.

Büyük adam olsunlar.” “Onları kul hakkı bilen, vicdanlı insanlar olarak yetiştir ki, büyük adam olacaklarsa, büyüklükleri bir işe yarasın,” dedi Gül. Yatağın üzerine rasgele fırlatılmış tabancayı aldı, bir örtüye sarıp gardırobun üst rafına yerleştirdi. “Kavaklardan ne istedin, ilahi Salih Bey? ” dedi. “Bosna’yı verenlere ateş edeceğine, kavakları kurşunladın.” 3 “Kavaklar neden öyle yaptığımı bilir Gül Hanım! İçim yanıyor içim! Yüreğim yanıyor cayır cayır! Şimdi kızacaksın bana ama bu yangını söndürmeye canım buz gibi bir … ” “Bu akşam içmek için sebebin vardır Salih Bey. Evde olmaz, içeceksen meyhaneye git, demeyeceğim bu akşam. Üzerini değiş de in aşağı, sedire yerleş, akşamı beklemeden, ben elcağızımla hazırlayıp getireceğim rakını da mezeni de . Haydi, sil gözlerini de çocuklar anlamasın ağladığını,” dedi Gül, yatağın üzerinde, ana karnındaki bebek gibi dizlerini göğsüne çekip büzülüp kalmış kocasına üzüntüyle bakarak. Sonra odadan çıktı, mutfağa indi, “Aç kapıyı Muho,” diye seslendi oğluna. Çocuk korkudan büyümüş gözleriyle kapıyı açtı, “Şakiler mi gelmiş, mayka?” diye sordu. “Şakiler gelmiş ama buraya değil, korkma Muho,” dedi oğluna. “Baban taa Bosna’daki şakileri korkutmak için tabanca sıkmış yukarda. Kimbilir belki de duyulmuştur Bosna’da, bir kişinin olsun itiraz ettiği.” Oğlunu oturma odasına yolladı, mutfağın kapısını kapatarak mandalını sürdü ve az önce tezgaha bıraktığı mutfak önlüğüne yüzünü gömüp hıçkırarak, doya doya ağladı Gül Hanım.

Muho’nun ağabeyi Nusret ve ablası Sada, o gün okuldan döndüklerinde, küçük kardeşleri telaş ve heyecan içinde onları bekliyordu. Hemen yanlarına koşup, “Babam bugün çok kızgın, sakın yanına gitmeye kalkmayın, yoksa size kurşun sıkar,” diye tembihte bulundu. Nusret şaşkın şaşkın kız kardeşine baktı. “Ne diyor bu?” “Çocuk işte, saçmalıyor,” dedi Sada. “Vallahi,” diye ısrar etti Muho, “bir şey kaybetmiş. Çok kızgın.” “Muho saçma sapan konuşuyor anne . Babam güya bir şey kaybetmiş. Bastonunu mu unutmuş yine kahvede? Abim gidip getirsin mi?” diye sordu Saadet. 4 “Babanız bugün vatanını kaybetti Sado. Biz bugün Bosnamızı ebediyen kaybettik kızım!” Gül Hanım’ın dedikleri fazla bir iz bırakmadı küçük kızda ama annesi o kadar perişan görünüyordu ki, koşup sımsıkı sarıldı annesine . Nusret ve Saadet için o günün herhangi bir günden farkı, sadece okuldan eve geldiklerinde annelerinin önlerine birer bardak süt koymamış, derslerini bitirene kadar başlarında beklememiş olması değildi. Babaları da evdeydi. Oysa her gün çocuklar derslerini bitirene kadar anneleri karşılarında oturur, sonra defterlerini eline alıp teker teker kontrol ederdi. Bu yüzden çocuklar annelerinin okuma yazma bildiğini zannederlerdi.

Babaları ise çoğu kez, akşam ezanından epey sonra, onlar yataktayken gelirdi eve . Merdivenleri sallanarak çıkarken, hep aynı soruları sorardı. “Çocuklar derslerini yaptılar mı?” Anneleri yanıtlardı: “Yaptılar Salih Bey.” “Akşam namazını kıldılar mı?” “Kıldılar Salih Bey.” Kapılar açılır, kapılar kapanır, annelerinin babalarına pişirdiği kahveyi getirdiğini, bir süre aralarında mırıl mırıl konuştuklarını duyarlar, sonra dalar giderlerdi. Oysa o gün, Nusret’le Saadet, babalarını pencerenin önündeki sedirde bağdaş kurmuş, demlenirken buldular. Eliyle işaret ederek çocuklarını yanına çağırdı. Üçü birlikte koştular. “Oturun,” dedi . Nusret’le Saadet, sedirin yanına diz çöktüler, Muho’yu kucağına oturttu Zeki Salih, gözlerini teker teker çocuklarının gözlerine dikerek, “Şimdi size söyleyeceklerimi can kulağı ile dinleyin çocuklarım,” dedi. “Annenizle benim iki vatanımız oldu. Birinde doğduk, diğerinde öleceğiz. Sizin tek bir vatanınız var. Bu vatanı çok sevin, dağını taşını her şeyden, hatta kendinizden de çok sevin ki kimse gelip elinizden almasın. İlerde, ihtiyar olduğunuzda inşallah, emrihak doğduğunuz toprakta nasip olsun sizlere.

” Babalarının sesi titriyordu. Nusret, Saadet ve henüz beş yaşında olmasına rağmen Muhittin o gün, vatanın asla kaybedilmemesi gereken çok değerli bir şey olduğunu, yüreklerinin bir köşesine kazıdılar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir