Aysel Aksumer – Ask Aska Karsi

Yoktur kapısının ahenkli zili, Zemininde gül desenli kilimi, Duyduğu hocanın ezan sesi, Kaldırımlardır kimi kimsesi. Güneş çekince kendinden elini, Varı yoğudur artık ayın gölgesi, Çekip gidenlerin çıplak ensesi, Bir de kedi ve köpeklerin sesi. Buruk gözler uykuya yenik düşünce, Sokaklar ağlar hep kimsesizliğine, Ilık rüzgarlar essin ne olur sessizce, Yaprak eşlik etsin raksedercesine. Gözdür sokak lambası kara gecelere, Rakiptir ay ışığının o eşsiz güzelliğine, Şahittir camlara akseden hüzünlere, Hasrettir bir daha hiç dönmeyeceklere. Suni yaşam aletlerine bağlı hastalar gibiydi; klimayla nefes alan şehirler. Fişten çekildiği an, yaşam; birinde tamamen duruyor diğerinde ise eziyete dönüşüyordu. Sokaklar; gündüz eşsiz tabiatın, akşam saatleriyle birlikte insanların emrindeydi. Köpekler ağaç diplerinde, kediler ise park halindeki arabaların altında uyuyorlardı. Geceye, ay ve yıldızlarla birlikte sanki insanlar da oluk oluk akıyordu. Eğlenenler, sahil kenarında serinlemeye çalışanlar, maviliklere bedenlerini teslim edenlerle şehrin nabzı oldukça hızlı atıyordu. Yerli turistler, yabancılar arasında hemen fark ediliyordu. Rezervasyonsuz, çat kapı gelenlerin yersiz, yurtsuz kalma riski yüksekti. Çünkü konaklama tesisleri tıklım tıklım doluydu. Turfandasıyla ünlü bu şehir; her mevsim aynı tazelik, lezzet ve bollukta yetişen sebze ve meyvelere benziyordu. Burada, hayat özlenmiyordu.


Çünkü doğası, insanı ve yaşantısında sürekli bir hareketlilik vardı. Her şehir gibi Antalya da kendi kültürünü ve iklimini yaşıyordu. İnsanlar da kendi karakterleriyle kendi dünyalarını yaratıyor, yaşıyor ve yaşatıyordu. Bazı insanlar şehrin rengârenk ışıkları yerine evinin düşük voltajlı ampullerini tercih ediyordu. Daha sonraki kararlar ise tamamen şahıslara özeldi. Mesela Pınar için geceler, göz kapakları uykuya teslim olana kadar kitap okumak demekti. Pınar, yalnızlığının saman ve mürekkep kokulu misafirlerini seviyordu. Ziyaretçilerinin kapısı rengârenk kapaklardan oluşuyordu. Açmasıyla birlikte birçok karakter, satırların arasından ona “merhaba” diyordu. Kimi tebessüm ettiriyor kimi öğretiyor kimi de ağlatıyordu. Onları, iki kapak arası doyulmaz lezzet olarak tanımlıyordu. Yine o geceyi sevdiği bir kitapla aynı yatakta geçirmişti. Kavgasız, gürültüsüz, kaprissiz, sorgusuz, sualsiz, menfaatsizdi kitaplarla olan beraberlikler. Göklerin sarışın sultanının gidişi sessiz ama dönüşü muhteşemdi. Karşıdaki apartmanın kiremitlerine ekmeğin üzerine tereyağı sürer gibi sarısını sürmüş, aydınlık yüzüyle de ruhları güne hazırlıyordu.

Köşe başındaki fırından taptaze ekmek kokuları geliyordu. Caddeden tek tük geçen arabalar güne karışan insanlar olduğunu müjdeliyordu. Kalın perdeler birer birer açılıp, yerini narin tüllere bırakıyordu. Hayat telaşesi başlıyordu işte. Pınar, yere düşen kitabının sesiyle uyandı. Sıçradı. Hemen eğilip aldı ve yastığının altına koydu. Doğruldu yatağından ve alelacele hazırlandı. Apartmanın kapısından rüzgâr gibi çıktı. Saatine göz attıktan sonra adımlarını daha da hızlandırdı. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı ve taktı. Vakti zamanında mahsur kaldığı asansörde hissettikleriyle şimdiki hali o kadar birbirine benziyordu ki. Resmen boğuluyordu. Durmadan ter akıtıyor, bacakları zangır zangır titriyordu. Her gün çıktığı bu yokuşu; düzlüğe çıkıncaya kadar isyan ettiği, sonra da unuttuğu rutin bir eylemdi.

Tatilcilerin gelmek için can attığı bir şehirdi Antalya. Fakat O, tabiat ananın sunduğu cömertliği doyasıya izleyemiyordu. Burada sabah ve akşam arası vakit çok hızlı geçiyordu. Gece ise oturduğu koltukta uyuveriyordu. Terzinin kendi söküğünü dikemediği gibi o da deniz memleketinde yüzmeyi özlüyordu. Otobüs durağına gelmeden önce bozuk parasını avuçlarının arasına sıkıştırdı. Her sabah bu saatlerde, saçı başı yapılı, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş kadınlara rastlardı. Her birinin yüzünü artık tanımıştı. Bu kişiler; bir süre duraklarında bekler, üzerinde çalıştığı yerin kısaltmaları olan servislere biner, giderlerdi. Onları gördükçe “keşke benim de adam gibi bir mesleğim olsaydı” diye hayıflanırdı. Nihayet, halk otobüsü durağa yanaşmıştı. İnsanlar, kurutulmak üzere iplere dizilmiş biberler gibi otobüs askılarına tutunmuşlardı. Her frenle birlikte, vatandaş birbirine omuz veriyordu. Kimi çarptığı kişiden özür diliyor kimi de umursamıyordu. Otobüsün ön tarafından iki bayanın sesi yükseldi.

Kavgayı, sarı saçlı olan kadın başlattı. “Biraz dikkatli olsana! Ayağımı ezdin!” “Sen de ayağına sahip çık. Bu kalabalıkta gayet normal! ” “Özür dileyeceğine bir de cevap veriyorsun! Utanmaz!” “Bana bak! Çok rahatsız oluyorsan taksiye binersin!” Sonra, muavinin mülâyim olmayan sesi duyuldu. “Susar mısınız lütfen! Herkes rahatsız oluyor!” Tartışmaya çok geçmeden orta yaşlı bir adam daha katıldı. Saçının önü hafif açıktı. Gür sesiyle bağırdı. “Uzatmayın yahu! Sabah sabah kafamızın içine ettiniz! Kesin sesinizi!” Sıcak ve hararetli konuşmalar otobüsteki tansiyonu iyice yükseltmişti. Neyse ki münakaşa eden bayanlardan biri otobüsten inmiş, diğer bayanın da ince tiz sesi duyulmaz olmuştu. Bu kez farklı bir tartışma daha yaşanıyordu. Bir grup gencin hararetli konuşmalarına otuzlu yaşlarda bir adam da dâhil olmuştu. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Adam, demek ki yaptı bir şeyler. Durup dururken kimse kimseyi içeri atmaz!” “Kıskançlık, çekememezlik! Başka bir sebebi yok! Biz, başkanımız için öl desin ölürüz! Ona inanıyoruz!” “Bence o kadar inanmayın!” “Ya bırak ağabey ya! Allah bilir sen Cimbomlusundur!” “Cimbomluysam ne olmuş! Doğru konuş yaralı kanarya!” Otobüstekiler oflayıp puflamaya başladılar. Şoför, dikiz aynasından muavine sert bir şekilde baktı. Muavin, kendine ayrılmış köşesinden bir lider havasında seslendi.

“Otobüsü stada çevirmeyin! İndikten sonra konuşun! Yetti be!” Bir kaç cılız söz düellosundan sonra otobüs tekrar sessizliğe gömüldü. Pınar, koyu kestane rengi saçlarına itinayla atkuyruğu yapmıştı. Ancak, birkaç durak sonra arkasından geçenlerin dirsek darbeleriyle saçı bozulmuştu. İncecik bedenine giydiği çiçek desenli basma elbisesine rağmen terliyordu. Çantasından zor bela bir selpak mendil çıkardı. Küçücük burnunun üstündeki ter baloncuklarını, elindeki mendille söndürüyordu. Nihayet ineceği durağa gelmişti. Minyon vücudu sayesinde kolayca aralardan geçerek orta kapıya ulaşmıştı. Fakat kolu bir türlü düğmeye uzanamıyordu. Neyse ki birisi onun yerine basmıştı. İndiğinde derin bir nefes aldı. Alnındaki teri, elinin tersiyle sildi. “Allah’a şükür” bugün de geldim” diye içinden geçirdi. Dudaklarında tatlı bir tebessüm oluşmuştu. Şirkete geldiğinde, yüzüne vuran klimanın serinliğiyle derin bir oh çekti.

Az sonra yoğun iş temposuna başlayacak ve o mis kokulu halinden eser kalmayacaktı. Pınar, avucunda buruşturduğu mendili eliyle cebine itiverdi. Elbisesini öne doğru çekiştirerek göğüs bölgesine tüm gücüyle üfledi. “Aman Allah’ım bugün ne kadar da sıcak değil mi?” dedi güvenlik görevlisine. Selahattin, iri yarı vücuduyla heykel gibi duruyordu. İki elini, belinin arkasında birleştirmiş, bacaklarını yana doğru hafif açmıştı. Asık suratlıydı. Tok sesiyle “evet öyle” dedi. Pınar, omzuna yapışan çantasını, danışma masasının üzerine un çuvalı gibi bıraktı. Hemen sol taraftaki madeni dolabın kapısını açtı. Üst rafa ayak parmaklarının üzerinde yükseldi. Birbirine birleştirilmiş topak halindeki anahtarları alarak arkasını döndü. Kaşlarını çatarak sitem etmeye başladı. “Nilay Abla yine yok! Bıktım artık! Bir gün de zamanında gelse günaha girer. Hanımefendi, assolist gibi.

Göstermelik bir iki iş yapıp göz dolduruyor. Haksız mıyım?” Selahattin, kafasını yana yatırıp geri aynı konumuna getirmişti. Görünüşe göre; ya tasdik ediyor, ya da boynu tutulmuş olduğu için hareket ettiriyordu. Pınar “her neyse” dedi umursamaz bir tavırda. Merdivenlerin olduğu yöne doğru yürüdü. Bir solukta zemin kata inivermişti. Soyunma odasına girip elektrik düğmesine dokundu. Elbisesinin önden üç düğmesini çözerek bir hamlede çıkardı. Lacivert iş tulumunu üstüne geçirdikten sonra kıyafetinin tamamlayıcısı olan mavi boneyi kafasına geçiriverdi. Kenarlardan taşan birkaç tutam saçı da içine sıkıştırırken yüzünü buruşturdu. “Ah! Şöyle bir fön çektirip, saçımı serbest bırakamıyorum!” Şirkette herkes zevkine göre giyinirken, her gün tek tip elbise giymek ne kadar da sıkıcıydı. Bir ayrıcalıkları oluyordu ama üstünlük anlamında değildi. Bunları giymese şirkette temizlik görevlisinin kim olduğu nereden bilinecekti ki?” Tam donanımlı temizlik arabasını yerinden çekerek, asansörün kapısının önüne geldi. Üçüncü katın düğmesine bastı. Aynaya doğru yüzünü iyice yaklaştırdı.

Dudaklarını dişlerinin arasına sıkıştırarak söylendi. “Şuna bak! Bir de lise mezunuyum. Eskiden benim durumunda olanlar masa başı işlerde çalışırmış! Şimdi nerede! Üniversite mezunları bile açıkta!” İlk olarak müdür beyin odasının kapısını açtı. Girer girmez, gözlerini kapatarak odanın havasını içine çekti. “Hastayım şu adamın titizliğine! Yine çıkarken o güzel parfümünü sıkmış. Kokusu odaya sinmiş! Eşi ne kadar da şanslı” diye iç geçirdi. Masanın tozunu özenle almış, ellerini belinin üstüne koymuş bakıyordu. Gözü telefonun hemen yanındaki gümüş kaplama resim çerçevesine takılmıştı. Her sabah, fotoğrafa bakıp aynı şeyi yani “birbirlerine hiç yakışmadıklarını” düşünmeden edemiyordu. Orçun Bey bu kadını çok mu aramıştı acaba? Sonra “Aman! Allah yazmış birbirlerine. Bana ne oluyorsa” derken düşündüklerinden utanmış, yanakları kızarmıştı. Odanın kapısını yavaşça kapattı. Yandaki odaya girdi. Kapıyı açmasıyla burnunu tutması bir oldu. Hemen pencereyi açarak, içeriye temiz hava girmesini sağladı.

Etrafı, yüzünü buruşturarak inceledi. Gördüğü manzara yine felaketti. Hakan Bey, düzenli olarak her öğlen spora gidiyordu. Soyunma dolabına tıktığı havlusu, şortu, yarım yamalak yıkadığı atleti ve çoraplarını iş çıkışı kurusun diye odaya gelişigüzel serpiştiriyordu. Odada iğrenç bir koku vardı. Ama bunu söylemek mümkün müydü? Ne de olsa yetkili kişilerden biriydi. Parmaklarıyla burnunu sıkıca tutmuş, alelacele masayı silmeye çalışıyordu. “Şuna bak! Bir insanın çalışma odası bu kadar dağınık olur mu? Birinin odası bahar gibi diğerinin odası ahır gibi kokuyor. Düzenli olarak spora giderken azıcık da düzenli olmayı öğrense ne olurdu! Eğitim başka, öğretim başka. Zamanında öğrenememiş bazı şeyleri” diye söylendi. Kolundaki işportadan aldığı saate baktığında yüreği sıkışmaya başladı. Yine Nilay görünürde yoktu. “Bu kadar da olmaz! Akreple yelkovan gibi aynı yerdeyiz ama birbirimizi zor görüyoruz. Bir araya geldiğimizde de yelkovan gibi üstüme çöküyor ve eziyor beni”. Sonra dudakları yanaklarına doğru kaydı.

“Bir de abla diyorum. Ne ablası be! Ondan olsa olsa kül tablası olur. İki iş yapıp sigara içeceğim, diye tüyer. Sonra da baca gibi tüter.” Nilay; nihayet kata gelmişti. Pınar‘ın gözlerinde sanki şimşek çakıyordu. “Artık yeter! Konuşacağım. İki çocuğu var, yaşını başını almış diyorum ama bana da yazık! Ben yirmi yaşındayım. İş disiplinim onunkinden daha fazla!” Pınar, kafasında konuşacaklarının provasını yaparak Nilay’ın yanına geldi. Yüzü pancar gibi kırmızıydı. Burnundan soluyordu. Pınar, Nilay’ın karşısına geçerek; içinde biriktirdiği öfkeyi boşaltmaya başladı. “Benden büyüksün, dedim sustum. Sürekli seni idare etmekten inan ki yoruldum! Sözde bu kattan ikimiz sorumluyuz. Nedense birimiz çalışıyor!” Nilay’ın gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu.

Pınar’ın etrafında bir tur attı. Durdu. Sonra tepeden tırnağa süzdü. “Kızım senin derdin ne? Senden kıdemliyim! Elbette geç geleceğim. Üstelik bir evlen, çoluk çocuğa karış da o zaman göreyim seni! Zamane gençliği işte terbiye yok!” Pınar, Nilay’ın kendini savunma tarzını hiç beğenmemişti. Kaşlarını çattı. “Sen benim amirim değilsin; bir. Aynı konumdayız; iki. Üstümden geçinmene artık müsaade etmeyeceğim; bu da üç!” Bu sözler ağzından çıkmıştı çıkmasına ama bütün sinirleri de ge ri l m i ş t i . Sonra hızlı adımlarla Nilay’ın yanından ayrıldı. Yarım bıraktığı işlerine döndü. Koca bir gün koşuşturma içinde geçmişti. Ayak tabanlarının sızlamaya başlaması, mesainin bitmesiyle doğru orantılıydı. Çıkış saati demek, dayanılmaz yorgunluk demekti. Artık paydos zamanıydı.

Bir an önce soyunup elbisesini giymek ve şirketten çıkmak niyetindeydi. Uzun zamandır içine attığı sıkıntısını dile getirmek, inanılmaz bir rahatlık oluşturmuştu ruhunda. “Oh be nihayet Nilay ablayla konuştum. İyi oldu. Beni saf sanmasın!” didi kendi kendine çıkarken. Bir an önce otobüs durağına varmak istiyordu. Çok yorgundu. Allah’tan bu sefer otobüs erken gelmişti. Otobüsler, tabelalarında yazılı semtlere yolcuları ulaştırmak için vardı. Birbirini hiç tanımadığı halde çok samimi mesafede duran ve boş gözlerle bakan insanların ortak bir amaçla buluşma noktasıydı. Pencere kenarında oturacak bir yer bulmuştu. Bir süre sonra ise cam, mıknatıs gibi kafasını kendine doğru çekmişti. Hatta içi geçmiş, uyumuştu bile. Bir ara gözünü açmış, bir sonraki durağın ineceği yer olduğunu anlayınca hemen ayağa kalkmıştı. Artık halkından kopma zamanı gelmişti.

Kısa bir yürüyüş mesafesinden sonra fıstık yeşiline boyalı apartmanının önündeydi. Paslı demir kapıyı ileriye doğru hızlıca itekledi. Karanlıkta bile incecik parmakları otomatın yerini buluyordu. Birkaç adım attıktan sonra ise sanal âlemde bir kere tıklamayla ulaşılan mail kutusunun gerçek hayattaki simgesi olan posta kutusundaydı eli. Dershane, halı yıkama, market broşürlerinin en arkasında küçücük bir fatura vardı. Yavaşça çekti. Üstündeki tutarı görünce gözlerine doğru biraz daha yaklaştırma ihtiyacı duydu. Sanki o an, rakam daha da büyümüştü. Hemen kâğıdı aşağıya doğru indirdi. Kendi kendine söylenmeye başladı. “Of Allah’ım off! Maaşın yarısı kiraya, yarısı da fatura ödemelerine gidiyor! Bırak gezmeyi tozmayı, yemeye bile para kalmıyor!” Faturayı çantasının ön bölmesine yerleştirdi. Sonra, yılbaşı çekiliş torbasına daldırır gibi elini diplerde dolaştırdı. Evin anahtarını güçlükle buldu. Anahtarı çevirirken; zile basmayı, kim o? diye soran annesine; benim anne aç, diye cevap vermeyi özlemiş olduğunu fark etti. “Yoksulluk değil yoksunluğun suskunluğu yoruyor insanın yüreğini” dedi gözleri boşluğa dalarak.

Çıkardığı ayakkabılarına eğildi. Arka uçlarından tutarak vestiyere yerleştirdi. Yağmuru bekleyen toprak gibi kuruydu dili. Çantasını ahşap mutfak sandalyesinin üstüne koydu. Buzdolabındaki cam şişeyi, büyükçe bir bardağa boca etti. Bir yudumda hepsini içti. “İç-dış yıkama yapılan otolar gibiyim. Şimdi sıra dış cephede” dedi. Banyonun beyaz renkli kapısını açtı. Üstündekileri çıkarıp kirli sepetine attı. Neredeyse soğuğa yakın bir ısıya ayarladığı duşun altına girdi. Sanki günün pisliğiyle birlikte omuzlarından günün yorgunluğu da akıp gi t m i ş t i . Bornozuna sıkıca sarıldı. Rahatlamıştı. İçindeki ses hiç susmuyordu.

“Oh be! Dünya varmış! Harcadığım suya verdiğim paraya hiç acımıyorum. Su, hayatın ta kendisi” Sonra yatak odasına geçti. Yatağa bıraktı bedenini. Televizyonun kumandasına bastı. Ekranda ağlayan küçük bir çocuk gördü. Birden geçmişe daldı. Yani aile meclisi tarafından düşman ilân edildiği o güne! Her şey babasının ağzından tükürük saçarak yaptığı hararetli telefon görüşmesi ile başlamıştı. “Yavrum sen bunalma! Pınar’ı yarın otobüse kendi ellerimle bindiririm! Akşama orada olur! Varınca beni haberdar edersiniz! Torunumu da öp benim yerime. Hadi görüşürüz.” Pınar, başını babasına doğru çevirmiş, merakla dinliyordu. Cümlesine koyduğu son noktadan sonra nefes alış verişi gittikçe hızlanmaya başlamıştı. Babasının karşısına geçmiş, ne olup bittiğini anlatmasını istemişti. “Baba, konuşmanızda adım geçiyordu. Kusura bakmayın ama ben hiç bir şey anlayamadım.” “Anlamadın mı? Oysa çok açık konuştum.

Suna ablanın doğum izni bitmiş. Çocuk ortada kalmış. Kreş fiyatları da malum. Seni Van’a çağırıyorlar. Ben de olur, dedim. Zaten evde bomboş oturuyorsun. Bari bir işe yara!” “Ama baba! Suna ablamla aramız hiç iyi değil. Üstelik ben yeniden sınava hazırlanıyorum. Çok iyi çalışırsam; kesin Edebiyat Fakültesini kazanırım. Buna inanıyorum!” “Uzatma! Bana karşı mı geliyorsun? Çabuk bavulunu hazırla! Üniversiteye orada hazırlanırsın!” Pınar’ın tuttuğu gözyaşları artık pınarlarından taşmıştı. Babası, belli ki kararını vermişti. Pınar, hızlı adımlarla mutfağa geçmişti. Tek umudu annesiydi. “Bari sen gönderme! Gitmek istemiyorum anne!” “Kızım olur mu hiç! Siz, abla kardeşsiniz. İhtiyacı olmuş.

Hem sevaptır. Ortada küçücük bir bebek var! Hadi git de bavulunu hazırla.” Pınar’ın omuzları aşağıya doğru inmişti. Son kez annesinin yüzüne bakmıştı. Titreyen dudaklarından, yine sitemkâr cümleler dökülüvermişti. “Kargoyla paket gönderir gibisiniz! Gönderen kısmına babamın, alıcı kısmına da ablamın adını yazarsınız. Bir de tartıp üstüne kilomu yazarsınız. Hem zayıfım ya belki az para ödersiniz!” Pınar, bomboş gözlerle baktığı televizyonu hemen kapatıverdi. Üstelik ısınan vücuduna, soğuyan bornozu değdikçe ürpermeye başlamıştı. “Hasta olacağım üstümü giyinmeliyim hemen!” dedi. Yataktan kalktı. Çekmecesinin gözlerini tek tek açıp kapattı. Pembe geceliğini üstüne geçiriverdi. Guruldayan midesi beynine “doyur beni” diye sinyaller gönderiyordu. Adımları, onu mutfağa doğru götürmüştü.

Gerçi tencere kenarlarından koklama duyusunu heyecana getiren yemek buharı olmayınca mutfağın albenisi de pek olmuyordu ama başka çaresi yoktu. Canı bir şeyler hazırlamak da istemiyordu. Hâl böyle olunca gözleri buzdolabının raflarında dolaştıktan sonra en uygun yiyeceği bulmuştu. ”Kırmızı ve beyaz asil renkler” diyerek önce orta kalınlıkta bir karpuz dilimledi. Sonra da bir miktar beyaz peyniri büyük bir iştahla tabağına yerleştirdi. Sandalyeye usulca kalçasını yerleştirdi. Çatalıyla sabitlediği karpuzunu gölgeleyen çekirdekleri bıçağıyla çıkarırken bir yandan da hafızasındakileri masaya döküyordu. Fakat onlar yenilir yutulur cinsten değildi. Van’a uğurlandığı o günü hatırladı. Evdeki gürültü, gökyüzünde de devam ediyordu. Sanki gök delinmişti. Yüreğindeki fırtınanın dinmeyen acısı gözlerine yağmur bulutu olmuştu. Gözyaşları yanaklarından aşağıya süzülüyordu,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir