Aytekin Yilmaz – Dagbozumu

Her şey o zamanlarda başladı. O zamanın adını “Gözün görmediği zamanlar” koydum. Onu gözümün görmediği zamanlarda tanıdım. Başka bir hayata gözüm ilk onunla açıldı. Evin adını da ben taktım ona. Tanışmamız, üçüncü randevuda gerçekleşebilmişti ancak. İkinci randevuda da görüşeme-diğimizde Bu işte bir iş var dedim kendi kendime. Hatta bir an tereddüde düştüm, Görüşmesem mi acaba? dedim. Sonra birden cesaretlendim, görüşmeye karar verdim. Operasyonların yoğun olduğu bir dönemdi. Bu şehirde her gün bir yerlerde yoldaşlar ele geçiriliyordu. Çok az insanla görüşüyordum. Ama nedense içimden bir ses bu kızla görüş diyordu. içimdeki sesi önemsiyordum, bazen beni o yönlendirsin istiyordum. Ne bileyim, bazen akıl yanıltıyor insanı.


Bir gün üniversite sorumlusuna haber gönderdim, “İkinci noktaya gelsin” dedim. Neyse ki, bu kez aksilik çıkmamıştı, tam saatinde ve dakikasında buluşma yerimize geldi. Burası cadde üstü bir kafeydi. Kapıdan içeri girer girmez gözüm ona takıldı. Çok güzeldi, insanın içini tutuşturan bir güzellikti bu, sanki Puşkin’in romanından çıkıp da gelmişti. Ayakta karşıladım onu. Bana yaklaşıp elini uzattı. “Merhaba” dedi. Sıcacık elini bıraktığımda, elim bir an kalbimin üzerine gitti. Çok heyecanlanmıştım. Sandım ki kalbim duracak… Bu ilk buluşmamızı ne zaman hatırlasam aynı heyecanla kalbim titrer. Devrim işlerinden başka hiçbir şeyi görmeyen gözüm ilk defa o zaman açıldı. Ama bir o kadar da kapandığını sonraki zamanlarda anlayacaktım. Buluştuğumuzda heyecanımı yenmeye çalışıyordum. Ona âşık olmuştum.

Aşık olmuştum da, hemen ona açılsa mıydım acaba? Acaba onda da bir karşılığı var mıydı hissettiklerimin? Beni belki de hemen reddedecekti. Yanlış anlaşılacağım ve onu bir daha göremeyeceğim düşüncesi beni temkinli olmaya itiyordu. Biraz zaman geçsin, biraz zaman. Kendimce bir şeyler kuruyordum, deneyimli sayılmazdım gönül işlerinde. Öte yandan birilerine de açamazdım, yoldaşlardan hiçbiri bilmemeliydi. Başkalarına yasakladığımız şeyi benim yaptığımın duyulması iyi olmazdı. Örgüt dışlardı ikimizi de. Bir yandan da onu kendime çekmek için uğraşıyordum. Zamanımın çoğunu ona ayırıyordum. Bilincimde ne varsa devrimin teorik konularına dair, anlatıyor ve tartışıyordum. Örgüt işleyişi gereği bana bağlıydı. Onun örgüt sorumlu-suydum. Devrime dair bilgisi çok derin değildi, çok soru soruyordu bu konularda bana. Hoşuma gidiyordu bu, istiyordum ki hep o sorsun, ben de konuşayım. Çok istekliydi.

Sorduğu sorulardan yeni olduğu anlaşılıyordu. Birkaç görüşme sonra beni şaşırtan ve sevindiren bir gelişme oldu. “Bundan böyle daha sık görüşelim” dedi. Bunu söylediği an duyduğum sevinci anlatamam. “Söz” dedim. “Bundan sonra dalıa sık görüşürüz. Her şeyi konuşur tartışırız.” Ama ondan bir isteğim vardı. “Sık sık görüştüğümüzü kimse bilmesin.” ilişkimize bir gizem havası vermek istiyordum. Daha da önemlisi, üniversite çevresinde tanıdıklar vardı. Bölümü geçen yıl bırakmıştım. Evinle çıkalı içim içime sığmaz olmuştu. Bu yanım dışa da yansımış olacak ki, daha hızlı ve heyecanlı olduğumu söyleyenler oldu. Eskisi gibi ortalıkta görünmemem ise bazı yoldaşların dikkatini çekmişti.

Evin’le buluşmalarımızı daha tenha yerlere aldım. Tanıdıkların bilmediği yerlere. Her şey o kadar hızlı başlamıştı ki, kısa sürede ilişkimiz ilerledi. Artık dağa çıkacaksam o da benimle olmalı diye düşündüğümde tanışıklığımızın üçüncü ayıydı. Evin bu üç aylık zamanda epey yol almıştı. Üniversite onun için de cazip bir yer olmaktan çıkmıştı. Bir dönüşüm içindeydi. Geçen yıl ona çok anlamlı görünen hukuk fakültesi anlamını yitirmişti. Örgütlenme çalışmalarımızda okuma konusundaki tutuma önem verilirdi. iyi bir militan önce okuluyla hesaplaşma-lıydı. Bunu yapamayan bir öğrenciden militan bir çıkış beklenemezdi. Evin, bu süre içinde parti yayını kitapları okudu. En çok Kişilik Sorunu adlı kitaptan etkilendi. Bu kitap üzerine epey yoğunlaştı. Kitabın özetini çıkardı.

Bir defasında, “Bak yoldaş” dedi, “tarihten günümüze, üç kişilik tipi var. Birincisi gerici kişilik, ikincisi orta-oportünist kişilik, üçüncüsü ilerici-devrimci kişilik; ben her zaman ilerici-devrimci bir kişilik olacağım.” Bunları söylediği gün yanıma sokulup elimi tuttu. “Sana teşekkür ederim yoldaş” dedi, “beni halk gerçekliğimle buluşturduğun için.” Evin’in gerçekliğim dediği şey, ulusal kimliğinin farkına varmış olmasıydı. Memur bir ailenin asimile olmuş kızıydı. Benimle tanışalı, yaşamı günbegün değişmeye başlamıştı. Bir yıl önce “Avukat olacağım” diyen Evin artık, “Dağa çıkalım” demeye başlamıştı. Ulusal kimliğini sonradan fark edenler, geç kalmışlığın getirmiş olduğu psikolojiyle daha hızlı yol almak isterler. Evin’in isyanı da inkar ettiği geçmişineydi. “Nasıl olup da ulusal kimliğimi inkâr etmişim” diyordu. Her şey birbirini o kadar çok etkiliyordu ki… Üniversitelerin eylemliliği hiç gündemden düşmüyordu. Devrimciliğin revaçta olduğu bu dönemden öğrenciler de etkileniyordu. Ulusal hareketin büyümesi batı metropollerinde okuyan öğrencileri heyecanlandırıyordu. Herkesin ulusal kimliğinin farkına vardığı bir gelişme yaşanıyordu.

Benim için de her şey öyle hızlı başlamıştı ki, gözümde devrimden daha değerli hiçbir şey yoktu. Evin’i tanıdığımdan beri bazı şeyler daha anlamlı olmaya başlamıştı. Önceleri tek başıma kurduğum hayallerimde artık onun da yeri vardı. Bazen hayallerimi frenlemek istiyordum, ama tutamıyordum kendimi. Evin’i görmediğim günler bitmek bilmiyordu. Eskiden günde en az on kişiyle buluşurken bu sayı iyice azalmıştı. Bir yandan da davaya ihanet ediyorum hissi içimi kemiriyordu. Parti ahlakına göre yoldaşlar arasında aynın yapılmaması gerekirdi. Ama ben yapmıştım, zamanımın çoğu Evinle geçiyordu. Bu durumun anlaşılması halinde zor durumda kalacağımı biliyordum. Geçen yıl genç iişıklan yoz ilişki yaşıyorlar diye parti çalışmalarından uzaklaştırmıştık. “Ya parti ya o” tercihine zorlanmak çok ağır gelirdi bana. O karmaşık dönemde bir de bu gönül işlerine koştu^mca zaten gizli olan yaşamım iyice gizliliğe bürünmüştü. Aşk meselelerinin devrim yapmaya benzemediğini o günlerde anladım. Aşk ve gönül meseleleri eylem yapmaya, kitle örgütlenmesine benzemiyordu.

Marksizm ve kadın, kadın ve aile sorunu konulu kitapları yeniden okumaya başladım. Belki işimi kolaylaştırır diye düşünmüştüm ama aradığım soruların cevabı yoktu bu kitaplarda. Aynı kitaplarla Evin’in yanına gidiyor, onun da ilgisini çekmeye çalışıyordum bu konulara. Teorik konulardan girip pratikte yaşanan sorunlardan çıkıyordum. O da belli ki daha pratik şeylerin cevabını arıyordu. “Somuta inelim yoldaş” diyordu. Bir gün partinin aşk ve evlilik konularına tam olarak nasıl baktığını sordu. O da okuduğu kitaplarda aradığı soruların cevabını bulamamıştı. Hatta okuduğu parti yayınları kafasını karıştırmıştı. “Özgürleşmeyen kişilik sevemez ne demek?” diye sormuştu. Okuduğu parti kitabından bir alıntı getirmişti. Benim de tam anladığım söylenemez ama mutlaka bir şeyler söylemem lazımdı. “Devrimci mücadelede yetkinleşmek, önderlik gerçeğini iyi anlamak gerektiği vurgulanıyor” diyerek işin içinden sıyrıldım. Bir soru başka bir soruyu getiriyordu. Partinin bu konulardaki yasakçı uygulamalarını farklı yerlerden yaklaşarak geçiştiriyordum.

“Mücadelenin önüne geçmemek şartıyla yoldaşlar birbirini sevebilirler…” diyordum. Birkaç buluşma sonrası onu rahatlatacak bir cümle kurdum. “Aşık olup birlikte dağa çıkan arkadaşlar tanıdım.” Sonradan pişman olacağım bu cümlemi gülümseyerek karşılamıştı. O an hoşuna gidecek bir cümle daha kaçmıştı ağzımdan. “Sen çok güzel utanıyorsun Evin!” Bu sözlerimi duyunca daha çok ama daha güzel utanmıştı… Örgüt canlı bir organizma gibi hiç boş durmuyordu. Operasyonlardan sonra biraz içe kapanmıştık. Kuryeler dağla şehir arasında mekik dokuyordu. Her gün bilileri geliyor, birileri gidiyordu. Eyalet merkezinden gelen son raporlarda şehir örgütlenmelerine ağır eleştiriler vardı. Bazılarını okudum. Kuzey eyaletinden gelen rapor özetle şöyle diyordu: “Çocuk yaştaki insanları savaşa gönderiyorsunuz. Bunlar nasıl savaşabilir bu zor ^şartlarda?” Bazılarının geri gönderildiği ve bunun eyaletleri zor durumda bıraktığı belirtiliyordu. Daha kapsamlı eleştiriler parti merkezinden geldi. Bundan böyle dağa gönderilecek savaşçılara parti ve savaşın zorlukları hakkında bilgi verilmesi gerektiğinden bahsediliyordu.

Ve savaşta netleşmemiş militanların gönderilmemesi uyarısında bulunuluyordu. Çözüm olarak, uygun evlerde bir haftalık teorik eğitim verilmesi isteniyordu. Eğer yukardan bir talimat geliyorsa mutlaka uygulanmalıydı. Bizi bir telaştır aldı. Aramızda kırsaldan gelmiş yeni kadrolar vardı, onlar bu konularda daha katıydılar. Bir de kendilerini ispatlamak istiyorlardı. İlk o zaman anladım, kendini ispatlama mecburiyetinde hissedenin neler yapabileceğini, yaptırabileceğini. Onlardan geri kalır yanım yoktu ama yeri gelince manevra yapabiliyordum. Dağdan gelenler çok dogmatik oluyorlardı. Dağda alınan eğitim, silahlı mücadele ve askeri disiplin üzerine olduğu için kafaları daha çok işin bu yönüne çalışıyordu. Parti merkezinden gelen eleştiri ve talimatlar yeni taktik araçlar bulmamıza yol açtı. Dağa gidecek savaşçılar önce evlerde eğitilip ondan sonra gönderilecekti. Bu da şehir çalışmaları için yeni bir şeydi. Önce evler bulunmalıydı. Bu evler güvenlikli ve zula yerler olmalıydı.

llk kez o dönem on beş-yinni kişinin kalabileceği evler bulduk. Normalde kendimize ait evler oluşturmazdık. Sürekli değişik bir evde kalınmalıy-dı ve bu evler partiyi destekleyen ailelerin evleri olmalıydı. Bu, şehir örgütlenmesinde çalışanlar için parti talimatıydı. Eğitim evleri oluşturmaya başladığımız günlerde daha önce hiç düşünmediğim bir şey yaptım. Evin bir gün telaşla yanıma gelip, “Yurttan atılacağım” demişti. Bu acil ihtiyaç nedeniyle kendimize ayn bir ev tuttuk. Örgütten habersiz, ikimizin kalabileceği bir ev. Bir süre sonra Evin itiraf etti: ‘’Yurttan atılmam yalandı. Seninle kalmak için uydurdum.” Güzel bir bahane oldu ikimiz için de, ne çok istiyordum onunla birlikte olmayı. Tanışmamızdan bir yıl sonra birlikte eve çıkmıştık. Ahım şahım bir ev değildi aslında ama ikimiz de çok sevmiştik bu evi. Taşındığımız geceyi değil de, ikinci geceyi unutamam. İlk gece ayrı odalarda kalmıştık.

ikinci gecenin bir yarısında odamın kapısını çalmadan içeri giren o oldu, henüz uyumamıştım, kitap okuyordum. Doğrusunu söylemem gerekirse ilk gece de uyuyamamıştım. O orada, ben burada demiş, içlenmiştim. Gece yarısı odama girip, “Uyk^n gelmiyor” dedi. “Benim de gelmiyor aslında… ” diyerek yer yatağına uzanıp kitabı bir kenara bıraktım. Kanepeyi gösterip, “Ben şurda yatayım” dediğinde beni bir heyecan sardı, bu kadar erken beklemiyordum. Sevincimle heyecanım karıştı birbirine. “Nasıl istersen” diyebildim. inisiyatif denen şey her ne ise, o gece ondaydı. Gecenin bir yarısında yatağıma kendini atan o olmuştu. Neden bu kadar geç kaldığımız üzerine günlerce konuşmuştuk daha sonra. O geceden sonra aynı evi, aynı yatağı paylaşmaya başladık. Ben, Evin kadar rahat değildim, sanki bir suç işlemişiz kaygısı içimi yiyip bitiriyordu. Bir yandan da dünyanın en mutlu insanı benim diyordum. Böyle ikili ruh hali içinde çekişip duruyordum.

Bazen biri, bazen diğeri beni yönlendiriyordu. Evin biraz daha rahattı. Bazen evden çıkmadığı günler oluyordu. Dışarı çıktığımda bir an önce eve dönmek için can atıyordum. Farkında olmadan düzenli yaşama doğru bir eğilim hissediyordum kendimde. Buna asla izin vermemeliydim. Sıradan bir hayatın esiri olmayı reddetmiştim. Devrimci romantizmin cazibesi yanında hiçbir şeyin önemi yoktu benim için. Evin’le yaşadığım ilişkiyi büyük davanın bir parçası olarak görüyordum. Aşk denilen duygu her ne ise beni hazırlıksız yakalamıştı. Bir gün birine aşık olup bağlanacağımı hiç tahmin etmemiştim. Evin’e çok bağlanmıştım. Onu çok seviyordum. Ona fazlasıyla kapılmam beni derin derin düşündürüyordu. İlk zamanlar fazla üzerine gitmedim bu durumun ama böyle gidemezdi.

Bu yüzden Evin’i daha fazla örgüt faaliyetlerine yönlendirdim. “Bugünden itibaren senin adın Evin” dedim. Kitle çalışmalarında yeni adını kullandı. Bir süre sonra da alıştı, benimsedi adını. O günlerde örgüt, “Hazırlanın” dedi. Tarifsiz bir heyecan sardı ikimizi de. O çok uzak görünen şeye iyice yaklaşmıştık. Bu şehirde yakalanıp hapishaneye düşmediğimize seviniyorduk. Her gün tanıdık birileri operasyonlar sonucu tutuklanıyordu. Kendime sözüm vardı, dağlara gönderdiğimiz çoğu yoldaşa olduğu gibi, ne olursa olsun ele geçmemeliydim. Gitmeliydim. Buruk bir hüzün duyuyordum. Bu şehirde ne çok anımız vardı. Üniversiteye bu şehirde başlamıştım, ilk kez bu şehirde âşık olmuştum. Benzeri duygulan Evin’in de hissettiğini biliyordum.

O biraz sitem ediyordu. Bir gün şehrin meydanında yürürken elimden tuttu, birazdan bırakır sandım. Ama bırakmadı, ben elimi çeker gibi yaptım. O sıkıca tuttu, bana dönüp gülümsedi. Sağa sola bakınıp, “Bir gören olur” dedim, o iyice sokuldu bana. “Biz sevgili değil miyiz, el ele tutuşamayacak mıyız?” dedi. “Devrimciler el ele tutuşamaz mı?” Bir şey diyemedim. “Hâlâ seni seviyorum diyemedik birbirimize.” Çok zor bir andı benim için. En yakın çay bahçelerinden birine gidip oturduk. Evin’in sitemkâr sözlerine karşı gerekçeler aradım. “Devrimden sonra her şey daha güzel olacak, el ele de dolaşacağız, hiç kimseden çekinmeden” dedim. Benim ikna olduğum bu görüşe Evin ikna olmamıştı. Bir türlü anlam veremediğini söyledi. “El ele tutuşmanın, sevmenin yoz ilişkiyle ne ilgisi olabilir?” Beni zayıf yanımdan yakalamıştı.

Partinin argümanlarıyla geçiştirmeye çalıştım. Halk gerçekliğimizin bazı şeyleri devrimden sonraya bıraktığını, aşk ve gönül işlerinin bunlardan olduğunu anlatıp durdum, o gün orada çok kaba bir erkek olduğum hissine kapıldım. Birçok şeye geç kaldığımı anladığımda artık yola çıkmıştık. Örgütten gelecek haberi bekliyorduk. Örgüt ilişkilerinden çekilip beklemeye koyulduğumuzda bir boşluğa düşer gibi olmuştuk. “Birkaç gün içinde yola çıkarız” diyorduk ama bu süre uzayıp duruyordu. Gidiş gelişlerin öyle kolay olmadığını biliyordum. Dağdan gelecek kurye olmadıkça adımımızı atamazdık. Gideceğimiz yer, parti merkez kampı olduğundan daha dikkatli olmalıydık. O dönem parti sahası dediğimiz kamp her militanın gitmeyi hayal ettiği yerdi. Bizim de tek hayalimiz buydu. Parti önderini görebilmek için sabırsızlanıyorduk. Evin daha şimdiden heyecanlanıyordu. Bir an evvel ulaşabilsek her şey daha güzel olacaktı. Bu yüzden her gün ilgili adrese uğruyor, haber soruyordum.

Günler geçmek bilmiyordu. Çok sabırsız biri olduğumu da o bekleyiş günlerinde anladım. Oysa iyi bir devrimci beklemesini de bilmeliydi. Her gün erkenden iki üç gazete alıp örgüte yönelik operasyonları takip ediyorduk. Şehir örgütüne yönelik operasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Beni en çok tedirgin eden bu operasyonlardı. Evden ayrılmıştık, her gün başka bir milisin evinde kalmaya başlamıştık. Son bir yılda üç ayrı operasyondan kıl payı kurtulmuştum. Polis kayıtlarında kod adım geçiyordu. Ne yapıp edip bir an evvel bu şehirden çıkmalıydık. Evin’in durumu daha vahimdi. Üniversiteyi bıraktığından beri ailesi peşine düşmüş, her yerde onu arıyordu. Polise kayıp ihbarında bulunmuşlardı. Evin, üzülmesinler diye kısa bir mektup yazdı ailesine. “Ben iyiyim, aramayın…” diye bitirmişti mektubunu.

Ailesine çok düşkün olan Evin artık onlardan uzaklaşmıştı. tlk zamanlarda her gün ailesinden birilerini arayıp sorarken artık kimseleri aramaz olmuştu. Örgüt yaşamında ailenin yeri yoktu. Asimile olmuş aileler objektif olarak ajan konumunda görülüyordu. Aile ilişkilerini koparamamış militanın saflarda ilerleme şansının olmadığını uzun uzun anlatan yazılar vardı. tlk başlarda bunu anlamakta zorlanan Evin zamanla bu bilinci içselleştirdi. Üniversitenin ardından ailesini terk etti. Örgüte yazdığı son raporunda ailesine ilişkin ağır eleştiriler yer alıyordu: “… Beni düzene bağlayan, halk gerçekliğimden uzak tutan bir ailem olamaz; en değerli, en güzel aile parti ailesidir. Ben bu ailenin militan savaşçısı olacağım.” Bu uzun raporu ilk ben okumuştum. Evin gibi reddedeceğim bir ailem yoktu. Zor zamanlarda bile sol mücadeleye destek olmuş bir ailenin çocuğuydum. Babamı erken yaşlarda kaybetmiştim, bir köy kadını olan anamın terbiyesiyle büyümüştüm. Daha çok anamın oğluydum, ona benzerdim. Fukara anam çevrede devrimcilerin anası bilinirdi, her daim devrimcilerin yanında olmuştu, bazen iş yapar, bazen dua ederdi.

Ben okulu bırakınca çok üzülmüştü. Devrimcilik yapacağımı söylediğimde ilk tepkisi “Hapishaneye düşmeyesin” olmuştu. Bizim oralarda devrimcilik deyince akla hapishane gelirdi. Dağa çıkmadan anamı görmeyi çok istiyordum. Yakalanırım kaygısıyla gidemedim. Ama başka planlanın vardı, Dağa çıktıktan sonra bir gece köye gidip gerilla kıyafetlerimle karşısına çıkacaktım. “Artık bu dağların sahibi biziz” diyecektim. O zamanlar hiçbir şeyin olumsuz tarafını düşünemiyor ya da düşünmek istemiyordum. Bir saati kurar gibi geleceğimi kuruyordum. Bu saatin bir gün durabileceği ya da geç kalacağı aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sanki hayatta her şeyin benim düşündüğüm gibi olması gerekiyordu. Kendimi buna inandırmıştım. Sanıyordum ki, her şey olması gerektiği gibidir. Gözüm neyi nasıl görmek isterse öyle görüyordum. Gözümün aklı vardı sanki.

Gördüğüme inanıyor, inandığımı görüyordum. Evinle birlikte olalı buna daha çok inanmıştım. Başaramayacağım, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey yoktu. Kendime o kadar güveniyor, o kadar inanıyordum. Hiç tahmin etmediğimiz bir günde yola çıkmıştık. Gecenin bir yansı in cin top oynarken sınırı geçtik. Dört kişilik bir gruptuk. Hacer’i üniversiteden tanıyorduk. O da örgüt çalışmaları içerisindeydi. Üstünden çıkamadığı kot pantolonu, hırkası, kısa küt kesilmiş bakımsız saçları, her zamanki sinik haliyle bizimleydi. Dördüncü kişiyi ilk kez görüyordum. Kuryeyle daha önce bir iki kez karşılaşmamız olmuştu. Sı-ıiır geçişlerinde çok deneyimli biriydi. Mayın döşeli sınırda iz sürmek kolay şey değildi. Sınıra indiğimizde önce bakındı etrafa, ince Memed romanındaki İzci Topal Ali gibi, “Şu at izi, şu it izi, şu da bizim izimiz” dedi.

Emin adımlarla yürüdü, biz de onu takip ettik. İki dakikada çıktık mayın bölgesinden. Birkaç saatlik yürüyüşün ardından ilk noktamıza vardık. Kısa bir bekleyişten sonra yeni gelen kuryeye teslim edildik. Sabah ezanıyla birlikte bulunduğumuz köy evinden bir taksiyle ayrıldık. Bir süre yol aldıktan sonra indik arabadan. Rehberimiz bize bir tepeyi gösterdi, hep birlikte hızlı adımlarla yürüdük, tepeye yaklaştığımızda koşarak öbür tarafa geçmemizi söyledi. Çok yüksek bir tepe değildi, sonradan anladık ki bu gizlilik komşu ülkenin askerlerinden korunmak içinmiş.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir