Baird T. Spalding – Ölümsüz Üstatların Yaşam ve Öğretisi 2

1 Ocak sabahı erkenden heyecanla kalktık. Hepimiz, geçmiş deneyimlerimizi gelecek olanlara sadece bir atlama-taşı gibi gösterecek bir şeyin bizi beklediğini hisseder gibiydik. Kahvaltı masasının çevresinde toplandığımızda, oraya gelirken konakladığımız küçük köyde, Emil’in evinin terasında karşılaştığımız dostumuz da bize katıldı. Onu, gördüğüm o vizyonu yorumlayan kişi olarak hatırlayabilirsiniz. O, herkesle selamlaştıktan sonra, şöyle dedi: “Siz bir yılı aşkın bir süredir bizimle birliktesiniz. Bizimle birlikte yolculuk etti:. niz, yaşamlarımızı paylaştınız ve artık, hiç kuşkusuz, bize güveniyorsunuz. Nisan ya da Mayıs ayına kadar bizimle birlikte kalacağınızdan, ben size Büyük Tau Haçı Tapınağı’nda bir çalışma yapmanızı önermeye geldim. Bu, köyün hemen dışında gördüğünüz, o sarp kayalığa oyularak yapılmış tapınaktır.” Daha sonra oraya gittiğimizde, gerçekten de, bu tapınağın odalarının iki-yüz metre yükseklikteki sarp bir kayalığa oyulmuş olduklarını gördük. Odalar, duvarları bu kayalıktan oluşacak kadar derin bir biçimde oyulmuşlardı. Işık ve havanın girmesi için gerekli pencereler ise kayalığın güneye bakan dış duvarına oyulmuşlardı. Bu pencereler beş-buçuk metrekare büyüklüğündeydi ve birinci kattaki oda dışında her odanın iki penceresi vardı. Birinci kattaki odanın ise sadece bir penceresi vardı, ve o, tapınağın doğusundaki kayalık 7 duvara oyulmuş büyük bir aralığa açılıyordu. Tapınağın odaları yapıldığı sırada, birinci kattaki bu odanın, yine kayalıktan oyulmuş olan ve o aralıkta son bulan bir tünelden başka bir girişi yokmuş.


Bu pencere buraya daha sonra oyulmuş. İlk başta tünelin girişi sarp kayalıktan yuvarlanıp bir kaya çıkıntısının üzerine yerleştirilmiş büyük bir kaya parçasının altında gizliymiş; ve bu kaya parçası öyle ayarlanmıştı ki gerektiğinde geçitten aşağı yuvarlanıp girişi kapatabilirdi. O geçidi kapattığında, dışarıdan hiç kimse onu yerinden oynatamazdı. Bu kaya çıkıntısına erişmenin tek yolu yukarıdan indirilip kaldırılabilen on-beş metre uzunluğunda bir merdivendi. Pencereler ise alttaki yivler üzerinde kayacak şekilde yapılmış büyük düz taşlar tarafından istenildiği anda kapatılabiliyorlardı. Onlar kapatıldıklarında, köyden bakan biri tapınakta hiçbir açıklık göremezdi. Öğrendiğimize göre, tapınak kuzeyden gelip bölgeyi yağmalayan eşkiya çetelerinden korunmak için bu şekilde inşa edilmişti. Bu çeteler zaman zaman bu kadar güneye, bu köye kadar gelmişlerdi. Köy onlar tarafından birkaç kere yağmalanıp tahrip edilmiş, ama halk tapınağa sığınabildiğinden bir zarar görmemişti. Bu tapınak dostlarımız tarafından inşa edilmemişti, onlar çok değer verdikleri sayısız kaydı saklayacak bir yer olarak kullanmak üzere burayı köylülerden devralmışlardı. Dostlarımız tapınağı devraldıktan sonra eşkiya saldırıları son bulmuş, köy artık bir zarar görmemiş ve insanlar huzur içinde yaşamışlardı. İddia edildiğine göre, bu tapınakta saklanan kayıtların bazılan insanın bu topraklara ilk kez geldiği döneme dayanıyordu; bu kayıtlar Kutsal Kardeşler denen Naakaller’e aitti, ve onlar doğrudan İnsanın Anayurdu’ndan* gelmişlerdi. Yine iddia edildiğine göre, bu Kutsal Kardeşler doğrudan Burma’ya gelmişler ve Nagalar’a öğretmenlik yapmışlardı. Bu *Bildiğim kadarıyla, burada Lemurya kıtası kastedilmektedir. (Ç.

N.) 8 kayıtlara göre, bu insanların ataları Sourya Sidhanta’yı ve İlk Vedalar’ı yazanlardı. Sourya Sidhanta astronomi konusunda bilinen en eski çalışmadır. Bu kayıtlara göre, bu çalışma 25.000 yıl önceye, İlk Vedalar ise 45.000 yıl önceye dayanıyordu. Bunların tümüyle orijinal kayıtlar oldukları ve buraya korunmak üzere getirildikleri iddia edilmiyordu. Bunların Babil kayıtlarının alınmış olduğu aynı kayıtlardan kopya edildikleri iddia ediliyordu. Bunların kopya edildikleri asıllarının orijinal Osiris ve Atlantis kayıtları oldukları da belirtiliyordu. Bu tapınağın odaları yedi kat üst üste olacak şekilde oluşturulmuştu ve odalar arasındaki bağlantıyı yine kayalığa oyulmuş bir dizi taş basamak sağlıyordu. Merdiven açıklığı odanın bir köşesinde yer alıyordu, ve merdiven kırk beş derecelik bir eğimle yükselip üstteki odanın girişinin bulunduğu geniş sahanlığa erişiyordu. Aşağıdaki odanın tavanı ile yukarıdaki odanın zemini arasında iki buçuk metre yüksekliğinde bir kayalık .yer alıyordu. Yedinci kattaki odanın tavanı sarp yamacın tepesinden otuz metre yükseklikteki geniş bir kaya çıkıntısının dört metre altında son buluyordu. Bu odadan yükselen bir merdiven yukarıdaki merkez odaya bağlanıyor, böylece tüm yapının şekli dev bir Tau Haçı’nı temsil ediyordu.

Yukarıdaki odalar öyle oyulmuşlardı ki o kaya çıkıntısı bir balkon oluşturuyor ve girişler de bu çıkıntıdan yapılıyordu. Sarp kayalık yumuşak, kaba-damarlı granittendi. Tapınağın kaba el aletleriyle yapıldığı belliydi, ve yapının bitirilmesi yıllar almış olmalıydı. Söylendiğine göre, tapınak inşa edilirken tek bir kereste parçası bile kullanılmamıştı. Dostlarımız burayı devraldıktan sonra içini ahşap kaplamışlardı ve odalar özellikle güneşli günlerde çok keyifli hale gelmişti. Öğrendiğimize göre, dostlarımız tapınağı devraldıklarından beri pencereler ve giriş asla kapatılmamıştı, ancak 9 orayı gerçek Ruhsal aydınlanmaya ait bir şeyleri görüp idrak etmiş olan çok az kişi ziyaret etmişti. Dostumuz o sabah kahvaltı masasında sôzlerine şöyle devam etti: “Bugün sizin için yeni bir yılın başlangıcıdır. Eski yıl sevinç, üzüntü ya da kaygı verici anılan ve zihninizi daha çok meşgul eden iş düşünceleri dışında, bir daha asla dönmemek üzere hayatınızdan çıkıp gitmiştir. Bu anılar ve düşünceler bir yana, eski yıl unutulup gitmiştir; sizin için o yaşamınızın yıl-kitabından yırtılmış bir sayfadır. Bizler ise onu yeni bir kazanım dönemi olarak, bir süreklilik olarak, bizi daha muhteşem bir gelişime ve başanya taşıyan bir süre olarak, daha büyük bir aydınlanma zamanı olarak, daha büyük bir hizmette bulunabileceğimiz, ve birbirini izleyen her deneyimle daha güçlenip, daha sevgi dolu olabileceğimiz bir zaman olarak görürüz. Siz ‘Neden?’ diye düşünürsünüz. Biz de bunu, ‘Kendi sonucunuzu çıkanp, kendi yaşamınızı seçmeniz için’ diye yanıtlanz.” Şefimiz bunun üzerine söze karışarak, “Bizler de görmek ve bilmek istiyoruz,” dedi. Dostumuz sözlerine şöyle devam etti: “Bu andan itibaren, iyi yaşanmış hayatın hedefinin tüm anlamını göremeyen ya da kavramayanlar için belli dersler vardır. Bu bir sofuluk, çilecilik, ayrılık ya da üzüntü yaşamı anlamına gelmez.

Bu tüm üzüntü ve acılann ebediyen bırakıldığı, sevinç ve mutluluk dolu bir haşan yaşamı anlamına gelir.” Sonra, o daha coşkulu bir ruh haliyle şöyle dedi: “Siz görme ve bilme arzunuzu ifade ettiniz. Bu arzu ifade edilir edilmez gerçekleştirilir. Ben bu topluluğa bakarken aklıma kutsal kitabınızda ifade edilmiş bir düşünce geliyor: ‘İki ya da üç kişinin Benim Adıma toplandığı yerde ben de olacağım.’ Bu söz, genelde, uygulanacağına, öylesine bir söz olarak görülmüştür. Sizin İsa’nın öğretileri konusunda yaptığınız büyük yanlış, eğer isterseniz, onlan şimdi burada, gün10 lük yaşamınızda uygulayabileceğinizi bilmek yerine, onları – ölümden sonra kazanılabilecek bir şeyi anlatan efsanevi ve mistik şeyler olarak görerek- bulanık ve sisli geçmişe terk etmiş olmanızdır. Şunu anlamanızı isteriz ki, bizler İsa’nın, Mesih olarak, kendi idrakiyle, başka halkların peygamberleri ve bilgeleri tarafından şu ya da bu ölçüde ortaya konulmamış bir yaşam düzeyini ya da koşulunu temsil ettiğini iddia etmiyoruz. Bizim onun yaşamının üzerinde durmamızın, ondan örnekler vermemizin nedeni, onun sizin daha iyi anlayabileceğiniz bir yaşam olmasıdır. Onun yaşamından söz etmemizin tek amacı, bu üstadın yaşamının ve deneyiminin, onun öğretilerinin canlı örneği olmasıdır, bu iman-ilham-edici olgudur. Bu yüzden, Hristiyan düşüncesini yüzyıllardır etkileyip koşullandıran dolaylı-kefaret* dogması, bu kurgusal dogma, Dağdaki Vaaz’ın** ya da Müsrif Oğul Meseli’nin*** yazarına yüklenemez. Hristiyan düşüncesinin liderleri İsa’nın takipçilerini saptırarak, onların onun öğretilerini pratikte uygulamalarını ve Tanrı gücünü araştırıp keşfetmelerini engellemişlerdir. Onlar İsa’nın takipçilerine, bu öğretilerin dayandığı yasanın herkesin anlayıp yaşamında deneyimleyebileceği tam bir bilim olduğunu öğretmek yerine, bu öğretileri sadece, İsa’nın Havarileri’nin deneyimleri olarak görmeyi öğretmişlerdir. U zakdoğulular ise dinlerinin bilimsel aşamasını çalışmalarının en yüksek hedefi yaptılar. Böyle yaparak da öteki * Sanırım, bununla, Hz. İsa’nın insanların günahlarını bağışlatmak için ölmüş olduğu, aynca Tanrı’ya ancak onun aracılığıyla ulaşılabileceği inancı kastedilmektedir.

** Bu vaazda, “Tann’yı gör” derken, Hz. İsa, insanın kendi içindeki Tann’yı görüp, tanrısallığını idrak etmesi gerektiğini ifade ediyordu. Bu vaazın yeni çağa uygun geniş bir açıklamasını yine Ak.aşa Yayınlan tarafından yayınlanan Kryon dizisinin üçüncü kitabında 100. sayfada yer alan “Kutlu Bildirimler” başlıklı bölümde bulabilirsiniz. *** Bkz. Birinci Cilt, s. 147. (Ç.N.) 1 1 aşırı uca düştüler. Böylece her iki taraf da kendi dinini mucizevi ve doğaüstü aleme terk etmiştir. Bir taraf bütünüyle ahlaki yanla meşgul olurken, diğeri yalnızca bilimsel yanla meşgul olmuştur. Böylece, her iki taraf da işin özünü, yani gerçek Ruhsallığı dışlamıştır. İster Budist ister Hristiyan manastırlarında olsun, inzivayı, sofuluğu, çileciliği ve dünyadan kopuşu içeren manastır yaşamı ne bir gerekliliktir, ne Ruhsal aydınlanmaya erişmenin doğru yoludur, ne de İsa tarafından ortaya konulmuş bilgelik ve güç dolu kusursuz bir yaşamın gerçekleştirilmesidir.

Bu manastır sistemleri binlerce yıldır mevcuttur, ancak onlar sıradan insanları ruhen yükseltme konusunda, asla, İsa’nın öğretilerinin, onun bu dünyada kaldığı kısa süre içinde sağladığı kadar çok başarılı olamamışlardır. İsa’nın onların tüm öğretilerini benimsediği, inisiyasyonlardan geçtiği ve sözde kutsal gizemleri, ritüelistik törenleri incelediği çok iyi bilinir. Ta ki Osiris’in öğretilerini bulana dek. Bunlar ona, kendini tüm ritüelistik ve maddesel tapınma biçimlerinden uzak tutan bir rahip tarafından yorumlanmıştı. Bu rahip, Mısır Krallan’nın Birinci Hanedanlığı’ndan Kral Thoth’un bir takipçisiydi. Kral Thoth, Mısır İmparatorluğu’nu ilan ettiğinde, bunu halkın haklarını zorla gaspeden bir diktatörün gücü altında yapmıştı. Yüzyıllar önce bu halk Osiris ve takipçilerinin rehberliği ve yönetimi altında birlik ve kardeşlik içeren muhteşem bir uygarlık kurmuş ve sürdürmüştü. Bu insanlar saf beyaz ırktı ve daima İsrailliler olarak bilinirlerdi, ki İbrani ırkı onların bir bölümüdür. Yani, İsrailliler Musevi değildi, ama Museviler onların bir kabilesiydi. Thoth, halkını bilgece yönetti ve Osiris’in öğretilerini sürdürmeye çalıştı ama, onun döneminden sonra, onu iktidara getirmiş olan Mısırlılar -ya da güneyden gelen koyu renkli 12 göçebe aşiretler- hakimiyet kazanırken, karanlık ve maddi anlayış içeri nüfuz etti. Bundan sonra gelen hanedanlar Osiris’in öğretilerinden koptular, yavaş yavaş, güneyden gelen ırkın karanlık anlayışını kabul ettiler, ve en sonunda tamamen kara büyü uygular oldular. Çok geçmeden, tüm böyle krallıkların yıkılması gerektiği gibi, onların krallığı da yıkıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir