Barbara Pym – Kusursuz Kadınlar

// A h, siz kadınlar! Bir koku almaya görün, hemen orada f l bitersiniz!” Bunları söyleyen kilise görevlilerinden Mr. Mallet’ti, sesinin iğneleyici tonu evimin kapısının önünde durmaya hakkım yokmuş gibi kendimi suçlu hissetmeme yol açtı. “Yeni birileri mi taşınıyor? Kamyondaki mobilyalara bakılırsa öyle olmalı,” diye kinayeli bir tonla devam etti. “Eminim bu konuda bir şeyler biliyorsunuzdur.” “Ah, tabii” diye cevapladım, önsezisinden biraz huzursuzluk duyarak, “Böyle şeyleri bilmemek hayli zor.” Yaşı otuzu aşkın, hiç evlenmemiş, belirli hiçbir bağı bulunmayan ve yalnız yaşayan bir kadın ister istemez kendisini diğer insanların işleriyle ilgilenir bulur; hele bir de bir rahip kızıysa, onun ümitsiz bir vaka olduğu söylenebilir. “Evet, evet tempus fugit* şairin söylediği gibi,” diye söylenerek yoluna devam etti Mr. Mallet. Öyle olduğunu kabul etmek zorundaydım, ancak eşyaları > (*) Tüyme zamanı. 5 taşıyan adamların kaldırımın üzerine bir çift sandalye koyduklarını görecek kadar oyalandıktan sonra, kendi daireme doğru merdivenleri çıkmaya başladım, bu arada alt katta birinin boş odanın içinde dolaşarak hangi parçayı nereye koyacağına karar vermeye çalıştığını farkettim. Mrs. Napier’dir diye düşündüm, üzerinde “İadeli Taahhütlü” damgası olan, bu isme yazılmış bir mektup gözüme çarpmıştı. Ancak şimdi şahsen burada olduğuna göre, onu görmesem de olurdu, bu yüzden kendi daireme çıkarak mutfağı toplamaya başladım. Onunla ilk karşılaşmamız aynı günün öğleden sonrasında, çöp tenekelerinin orada gerçekleşti. Çöp tenekeleri bodrum kalındaydı ve evde yaşayan herkesin ortak malıydı.


Giriş katında bürolar, üst katlarda ise yeterli donanıma sahip olmayan iki daire vardı. “Banyoyu bile ortak kullanmak zorundayız,” diye mızmızlanırdım çoğu kez, sanki kendime ait bir banyom olmasına layık görülmemişim gibi, utanç duyarak. Çöp tenekesine eğilerek, kovamın içindeki çay artıklarını ve patates kabuklarını boşaltıyordum. Böyle bir ortamda tanıştığımız için rahatsızdım. Bir akşam onu kahveye davet etmeyi tercih ederdim. Gösterişli kahve fincanlarım ve gümüş tabaklarımın içine koyduğum bisküvilerle çok hoş bir ortam olurdu. Ama şimdi üzerimde eski püskü kıyafetler, elimde çöp kovası ile beceriksiz bir halde orada duruyordum. İlk konuşan Mrs. Napier oldu. “Siz Miss Lathbury olmalısınız,” dedi aniden, “İsminizi kapı zilinin üzerinde gördüm.” “Evet, bir üst katınızdaki dairede oturuyorum. Umarım rahatça yerleşmişsinizdir. “Taşınmak zor iş, değil mi? Her şeyi yerli yerine koymak uzun sürüyor. Böyle zamanlarda çaydanlık, tava gibi çok gerekli malzemeler muhakkak kaybolur…” Belki de kilise cemaatinden olmamdan dolayı, havadan 6 sudan konuşabilmek benim için çok kolay oluyordu, zor durumlarda veya doğum, evlilik, ölüm, hayır kurumlan yararına yapılan satışlar, kötü hava şartları yüzünden berbat olan yortular gibi önemli günlerde durumu her zaman idare etmekle övünürdüm. “Mildred babasına çok yardımcı oluyor,” derdi insanlar annemin ölümünden sonra.

“Evde birilerinin daha oturacak olması çok güzel” diye devam ettim, çünkü savaşın son yılında, bu evde, arkadaşım Dora Caldicote ve ben yalnızdık, Dora’nm köyde öğretmenlik yapmaya gittiği geçen aydan beri iyiden iyiye yalnız kaldım. “Ah, evet, ama ben evde çok fazla oturmam,” dedi, MrS: Napier çabucak. “Ben de fazla evde olmam zaten,” diye geriledim hemen. Aslında çoğu zaman evdeydim, ancak onun kendisini sıkıntı yaratacak bir ilişki veya bağlantıya girmekten huzursuzluk duyduğunu anlamıştım. İkimiz, yüzeysel de olsa, arkadaş olmak için uygun tipler değildik. O, açık renk saçlı ve hoştu, pamuklu kadife pantalon ve parlak renkli bir kazak giymişti, ben ise renksiz ve her açıdan sıradan birisi olarak, şekilsiz, arkadan ilikli yeleğim, eski açık kahverengi eteğimle onun bu özelliklerinin daha da göze çarpmasını sağlıyordum. Bu arada, birinci tekil şahsın ağzından hikâyelerini anlatan, sıradan kadınlara ümit veren Jane Eyre ile uzaktan yakından ilgim olmadığını ve kendimi hiçbir zaman ona benzetmediğimi belirtmeden geçemeyeceğim. “Kocam yakında donanmadan dönecek,” dedi Mrs. Napier, biraz uyarıcı bir ses tonu ile, “Ben de evi hazırlamaya çalışıyorum.” “Ah, anlıyorum.” Bir deniz subayıyla karısını Victoria Stationen “öteki” tarafındaki, Belgravia* olmasa da benim duygusal bir bağ his­ (*) Belgravia: Londra’da Belgrade Meydanında, bir zamanların moda semti. 7 settiğim, ancak Mrs. Napier gibi insanlara hiç de çekici gelmeyeceğini bildiğim bu semte getiren şartların neler olabileceğini düşünmeye başladım. “Burada daire bulmak epey zor sanırım,” diye sürdürdüm konuşmamı, “Ben iki yıldır burada oturuyorum, o zaman şartlar daha kolaydı.” “Evet, bu daireyi bulana kadar çok sıkıntı çektim, yine de tam istediğimiz gibi değil.

Banyoyu ortak kullanmak fikri hiç hoşuma gitmiyor,” dedi lafını sakınmadan, “ayrıca bu konuda Rockingham’ın ne diyeceğini de bilemiyorum.” Rockingham! Bu isim beni çöp tenekesinin içinde değerli bir mücevher bulmuşum gibi şaşırttı. Mr. Napier’in ismi Rockingham’dı! Böyle ismi olan biri tabii ki banyoyu ortak kullanmaktan hoşlanmaz! Açıklama yapma gereğini duydum. “Sabahları çok hızlıyımdır, pazarları da kiliseye gitmek için erken kalkarım.” Bunun üzerine gülümsedi, sonra da kendisinin kiliseye gitmek gibi bir alışkanlığının tabii ki olmadığını ekledi. Çöp kovalarımız elimizde, sessizce merdivenlerden yukarı çıktık, papazımızın bizi her zaman zorladığı gibi içimden “bir şeyler söylemek” ihtiyacı geldi ve geçti. Onun dairesine vardığımızda, bir fincan çay içip içmeyeceğimi sordu, doğrusu bu teklif karşısında şaşırdım. Her ne kadar hayatlarındaki boşluk yüzünden evlenmemiş kadınların evlilere göre daha meraklı oldukları düşünülse de, ben bundan emin değilim, yine de itiraf etmeliyim ki öğleden sonra merdivenlerimi silme bahanesiyle, trabzanlardan Mrs. Napier’in mobilyalarının taşmışını gözetlemeye çalışmıştım. O zaman güzel eşyalara sahip olduğunu görmüştüm. Ceviz bir yazı masası, oymalı meşe bir dolap ve Chippendale sandalyeleri; oturma odasına doğru gidince, Mrs. Napier’in küçük ve ilginç şeylere de sahip olduğunu gördüm, bunlar Victoria dönemine ait kâğıt ağır8 lıkları ve kutulardı, yukarıda şömine rafımda duran şeylere çok benziyorlardı. “Bunlar Rockingham’ın,” dedi, beğendiğimi görünce, “Victoria dönemine ait parçalar biriktirir.” “Benim biriktirmeme gerek kalmamıştı,” diye karşılık verdim.

“Eski evim bir rahip evi olduğu için, zaten bunlarla doluydu. Hangisini saklayıp hangisini satacağıma karar vermek hayli zor oldu.” “Herhalde büyük, rahatsız, taş duvarlı, gaz lambalı ve çok odalı bir evdi,” dedi aniden. “İnsan bazen anılarında böyle bir ev canlandırıyor. Yine de, böyle bir evde yaşamaktan nefret ederdim. ” “Evet, aynen öyleydi,” dedim, “Yine de oldukça hoş bir yerdi. Bazen burada sıkışıp kaldığımı düşünüyorum.” “Fakat, sanırım sizin bizden daha çok odanız var?” “Evet bir de tavan arası var, ancak odalar çok küçük.” “Bir de ortak banyo,” diye mırıldandı. “İlk Hıristiyanların her şeyleri ortaktı,” diye hatırlatmada bulundum. “Şükredelim ki kendi mutfaklarımız var.” “Ah, tanrım, evet! Benimle aynı mutfağı paylaşmaktan nefret ederdiniz. Çok pasaklıyımdır,” dedi, neredeyse övünerek. O çayı yaparken, ben yerde üst üste duran kitaplara bakmaya başladım. Çoğunun garip bilimsel isimleri vardı, ayrıca yeşil kapaklı, üzerinde ilginç harflerle “İnsan” yazılı bir sürü dergi vardı.

İçerikleri merakımı uyandırdı. “Umarım kupayla çay içmekten rahatsız olmazsınız,” dedi, elinde bir tepsiyle gelerek, “Pasaklı olduğumu söylemiştim.” “Tabii ki, rahatsız olmam,” dedim, ancak ses tonum rahatsız olan birininkini andırıyordu, bu arada Rockingham’m bundan büyük ihtimalle rahatsız olacağını düşünüyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir