Bernard Cornwell – Heretik

Yol, doğu tepelerinden gelip denizin kenarındaki bataklıkları geçiyordu. Kötü bir yoldu. Yazın ısrarlı yağmurları, güneş çıktığında kuruyan yapış yapış bir çamur haline getirmişti onu, ama Sangatte’nin tepelerinden Calais ve Gravlines’ın limanlarına inen tek yoldu. Belirgin bir özellik taşımayan küçük bir köy olan Nieulay’da, Ham Nehri’ni taş bir köprüyle geçiyordu. Ham nehir unvanı almayı pek hak ediyor sayılmazdı. Hastalık dolu bataklıklardan sızıp sahildeki çamurluk düzlüklerde sona eren, ağır ilerleyen bir akarsuydu o kadar. Öyle kısaydı ki insan kaynağından denize kadar bir saatten kısa bir süre içinde yürüyebilirdi ve öyle sığdı ki sular çekildiğinde insan belini ıslatmadan karşıya geçebilirdi. Sazların kalınlaştığı, balıkçıl kuşlarının bataklık otları arasında kurbağa avladığı yerlerde suları çekiliyordu ve Nieulay, Hammes ve Guîmes köylülerinin hasırdan yılan balığı tuzakları koydukları yerlerde daha küçük akıntı labirentiyle besleniyordu. Nieulay ve taş köprüsünün tarih boyunca uyuklaması beklenebilirdi, ama Calais kasabası yalnızca iki mil kuzeyde uzanıyordu. 1347 yılının yaz ayında otuz bin kişilik İngiliz ordusu limanı kuşatma altına almıştı, kamp yerleri kasabanın sağlam duvarlarıyla bataklıklar arasında bulunuyordu. Yükseklerden gelen ve Nieu-lay’da Ham’i geçen yol, Fransız yardım kuvvetlerinin kullanabileceği tek yoldu ve Calais halkının açlıktan ölmeye yaklaştığı yazın en sıcak günlerinde Fransa Kralı Valoisli Philip ordusunu Sagnatte’ye getirmişti. Sancakları denizden esen rüzgârla dalgalanırken yirmi bin Fransız tepelerde sıralandı. Fransa’nın kutsal savaş flaması olan kraliyet sancağı da oradaydı. Üç sivri kuyruklu, kan kırmızısı bayrak değerli ipektendi. Bayrak bugün daha parlak görünüyorsa bunun nedeni yeni olmasıydı.


Eski kraliyet sancağı ingiltere’deydi, geçen yaz Wadicourth’la Crecy arasındaki geniş yeşil tepede hatıra olarak alınmıştı. Ama yeni sancak da eskisi kadar kutsaldı ve çevresinde Fransa’nın büyük Lordlarının sancakları dalgalanıyordu: Bourbon, Mont-morency ve Armagnac Kontlarının sancakları. Daha önemsiz sancaklar da soylu sancaklar arasında görülebiliyordu, ama bütün hepsi Philip’in krallığının en büyük savaşçılarının İngilizlerle savaşa geldiğini gösteriyordu. Ama onlarla düşmanın arasında Ham Nehri ve Nieulay’daki İngilizlerin etrafına hendekler kazdığı taş kuleyle savunulan köprü vardı. Hendekler okçular ve askerlerle doluydu. Bu kuvvetlerin ötesinde nehir, sonra da bataklık vardı. Calais’in yüksek duvarının yakınındaki yüksek zeminler ve duvarın çifte hendeği İngiliz ordusunun yaşadığı evler ve çadırlardan oluşan geçici kasabayı barındırıyordu. Ve daha önce Fransa’da hiç görülmemiş bir orduydu bu. Kuşatmacıların kampı Calais’den daha büyüktü. Sokaklarda göz alabildiğine çadırlar, kereste evler, atlar için ahırlar uzanıyordu ve onların arasında da askerler ve okçular yer alıyordu. Kraliyet sancağı açılmasa da olurdu. “Kuleyi alabiliriz, efendim.” Philip’in ordusundaki her asker kadar sert olan Sir Geoffrey de Charny, tepeden aşağıyı, İngilizlerin Nieulay garnizonunun, nehrin Fransız tarafında izole edildiği yeri işaret etti. “Ne amaçla?” diye sordu Philip. Zayıf bir adamdı, savaşta tereddütlüydü, ama sorusu yerindeydi.

Kule düşse ve Nieulay köprüsü ellerine teslim edilse bu hangi amaca hizmet ederdi? Köprü yalnızca daha büyük İngiliz ordusuna gidiyordu ki, bu ordu kamp yerinin kenarındaki sağlam zeminlerde sıralanmaya başlamıştı bile. Calais’in açlık çeken ve kederli vatandaşları güneş tepesinde Fransız sancaklarını görmüş ve surlara kendi bayraklarını asarak karşılık vermişlerdi. Bakire Meryem. ve Fransız St Denis’in resimlerini sergiliyor, kalenin tepesine astıkları mavi ve sarı kraliyet sanca-ğıyla Philip’e tebaasının âlâ yaşadığı ve savaştığı haberini iletiyorlardı. Ama bu cesur gösteri on bir aydır kuşatma altında oldukları gerçeğini gizleyemiyordu. Yardıma ihtiyaçları vardı. “Kuleyi alın, efendim,” diye ısrar etti Sir Geoffrey. “Sonra köprüden saldırın! Sevgili İsa, kahrolasılar bir zafer daha kazandığımızı görürlerse cesaretlerini kaybedebilirler!” Toplanan Lordlardan bir onay homurtusu koptu. Kral daha kötümserdi. Calais’in garnizonunun hâlâ dayandığı ve İngilizlerin çifte hendeği geçmek bir yara surlara bile çok az zarar verdiği doğruydu, ama Fransızlar da kuşatma altındaki kasabaya hiç erzak götüre-memişlerdi. Oradaki insanların cesarete değil yiyeceğe ihtiyacı vardı. Kamp yerinin ötesinde bir duman bulutu belirdi ve birkaç saniye sonra top sesi bataklığı doldurdu. Gülle duvara vurmuş olmalıydı, ama Philip etkisini göremeyecek kadar uzaktaydı. “Burada kazanılacak bir zafer garnizona cesaret verecektir,” dedi Montmorency Lordu ısrarla. “İngilizlerin yüreğine de keder salacaktır.

” Ama Nieulay’daki kale düşerse İngilizler neden cesaretlerini yitirsinlerdi ki? Philip bunun yalnızca İngilizlerin köprünün uzak tarafındaki yolu savunma kararlılıklarını artıracağını düşünüyordu, ama aynı zamanda anlıyordu ki nefret edilen düşman görülür bir yerdeyken köpeklerini daha fazla bağlı tutamıyordu, bu yüzden izin verdi. “Kuleyi alın,” diye emretti, “Tanrı size zafer kazandırsın.” Lordlar adamlarını toplayıp silahlanırken kral olduğu yerde kaldı. Denizden gelen rüzgâr tuz kokuyordu, ama aynı zamanda büyük olasılıkla kabaran suların uzandığı düzlüklerdeki çürüyen otlardan gelen çürüme kokusunu da beraberinde getiriyordu. Bu, Philip’in kendini melankolik hissetmesine neden oluyordu. Yeni astrologu haftalardır Kralın yanına çıkmayı reddediyor, hasta olduğunu iddia ediyordu, ama Philip adamın iyi olduğunu öğrenmişti. Bu da onun yıldızlarda büyük bir felaket gördüğünü ve bunu Krala söylemekten korktuğunu gösteriyordu. Martılar bulutların altında çığlıklar atıyordu. Uzak denizlerdeki pis bir yelken İngiltere’ye doğru kabarıp sönüyordu. Başka bir gemi İngilizlerin elindeki kumsalların açıklarında demirliyor, düşman saflarını şişirmek için küçük teknelerle kıyıya adam taşıyordu. Philip dönüp yola baktı ve kırk ya da elli kişilik bir İngiliz şövalyesi grubunun köprüye doğru yürüdüğünü gördü. Haç işareti çıkarıp şövalyelerin saldırısıyla tuzağa düşmeleri için dua etti. İngilizlerden nefret ediyordu. Nefret ediyordu. Bourbon Dükü, saldırının organizasyonunu Sir Geoffrey de Charny ve Edouard de Beaujeu’ya havale etmişti ki bu iyi bir şeydi.

Kral iki adamın da mantıklı olduğuna inanıyordu. Kuleyi alabileceklerine inanıyordu, ama bunun ne işe yarayacağını hâlâ anlamamıştı; ama vahşi soylularının mızraklarıyla yenilgi sözleri haykırarak bataklıklardan köprüye doğru koşmalarına izin vermekten daha iyi olduğunu düşünüyordu. Böyle bir saldırıyı gerçekleştirmekten daha fazla istedikleri bir şey olmadığını biliyordu. Savaşın bir oyun olduğunu düşünüyorlardı ve her yenilgi oynamak için daha fazla heveslenmelerine neden oluyordu. Aptallar, diye düşünüp yeniden haç çıkardı. Astrologun kendisinden hangi korkunç kehaneti gizlediğini merak ediyordu. Bizim ihtiyacımız olan şey bir mucize, diye düşündü. Tanrıdan gelen büyük bir işaret. Sonra telaşla irkildi, çünkü biri az önce trampetini çalmıştı. Ardından bir borazan sesi duyuldu. Müzik ilerlemenin habercisi değildi. Aslında müzisyenler enstrümanlarını ısıtıyor, saldırıya hazırlıyorlardı. Edouard de Beaujeu sağ tarafta, bin okçuyu ve bir o kadar askeri topladığı yerdeydi. İngilizlere yan taraftan saldırmayı planladığı açıktı. Sir Geoffrey de Charny ve en az beş yüz askeri ise tepeden aşağıya İngiliz hendeklerine doğru hücum ediyordu.

Sir Geoffrey saf boyunca ilerleyip bağırarak şövalyelere ve askerlere atlarından inmelerini söylüyordu. Adamları ona isteksizce uydular. Savaşın esasının şövalye hücumu olduğuna inanıyorlardı, ama Sir Geoffrey atların hendeklerle korunan taş kuleye karşı bir işe yaramayacağını biliyor, bu yüzden ayakta dövüşmeleri için ısrar ediyordu. “Kılıçlar ve kalkanlar,” dedi adamlarına, “mızrak yok! Ayakta! Ayakta!” Sir Geoffrey atların İngiliz okları karşısında acınacak derecede savunmasız olduğunu zor yoldan öğrenmişti, ama adamları sağlam kalkanların ardına gizlenip çömelerek ilerleyebilirlerdi. Daha soylu doğmuş adamlardan bazıları attan inmeyi reddediyordu, ama onlara aldırmadı. Daha fazla sayıda Fransız askeri hücuma katılmak için acele ediyordu. Küçük bir İngiliz şövalye grubu köprüyü geçmişti ve bütün Fransız savaş hattına meydan okumak için doğruca yolda ilerlemek niyetindeymiş gibi görünüyorlardı, ama atlarını kontrol edip tepe sırtındaki kalabalığa baktılar. Onları seyreden Kral büyük bir Lord tarafından yönetildiklerini gördü. Bunu adamın sancaklığının büyüklüğünden anlayabiliyordu, en az bir düzine şövalye de mızraklarında kare biçiminde bayraklar taşıyorlardı. Zengin bir grup, diye düşündü, fidyeleri küçük bir servet eder. Onların kuleye gidip kendilerini kapana kıstırmalarını diledi. Bourbon Dükü atıyla Philip’in yanına döndü. Dük, bembeyaz parlayana kadar kum, sirke ve telle ovulmuş zırhını takmıştı. Hâlâ eyerinin çıkıntısından sarkan miğferin tepesinde maviye boyalı tüyler takılıydı. Yüzünde çelik koruma, gövdesinde şu anda hendekte yaylarına ip takmakla meşgul oldukları kesin olan İngiliz okçularına karşı koruma sağlayan parlak zırhlı örtüler olan atından inmeyi reddetmişti.

“Kraliyet sancağı, efendim,” dedi Dük. Bunun bir rica olması gerekiyordu, ama emir gibi çıkmıştı. “Kraliyet sancağı mı?” Kral anlamamış gibi yapıyordu. “Savaşa kraliyet sancağını taşıma onuruna sahip olabilir miyim, efendim?” Kral içini çekti. “Sayınız düşmanınkinin on katı fazla,” dedi. “Kraliyet sancağına ihtiyacınız yok. O burada kalsın. Düşman görür.” Düşman, dalgalanmayan kraliyet sancağının ne anlama geldiğini anlayacaktı. Fransızlara esir almamaları, herkesi öldürmeleri talimatını veriyordu bayrak. Ama yine de varlıklı İngiliz şövalyeler öldürülmek yerine esir alınacaklardı, çünkü ceset fidye getirmezdi. Yine de dalgalanan, üç sivri uçlu bayrak, İngilizlerin yüreklerine korku salıyor olmalıydı. “Burada kalacak,” diye ısrar etti Dük. Dük itiraz etmeye kalktı, ama tam o sırada bir borazan sesi duyuldu ve tatar yaylı askerler tepeden aşağı inmeye başladı. Sol kollarında Cenova Kâse armasını taşıyan yeşil ve kırmızı tunikler giymişlerdi.

Her birine kalkan tutan bir piyade eşlik ediyordu. Dev kalkan, kullanımı zor silahını doldururken askeri koruyacaktı. Yarım mil uzakta, nehrin kıyısında, İngilizler kuleden, aylar önce kazılan ve şimdi çimen ve yabani otlarla kaplanmış olan toprak siperlere koşuyorlardı. “Savaşı kaçıracaksın,” dedi Kral Dük’e. Adam kırmızı bayrağı unutup büyük zırhlı savaş atını Sir Geoffrey’in adamlarına doğru çevirdi. “Montjoie St. Denis!” Dük Fransızca savaş çığlığını atarken trampetçiler büyük davullarını gümletti, bir düzine borazancı gökyüzüne doğru meydan okudular. Miğfer siperleri indirilirken klik sesleri duyuldu. Tatar yayı kullananlar yamacın dibine varmışlar, İngilizleri yandan kuşatmak için sağa yayılıyorlardı. Derken ilk oklar uçtu: beyaz tüylü İngiliz okları yeşil arazinin üstünden geçti. Kral eyerinde yana doğru eğilerek düşman saflarında çok az okçu olduğunu gördü. Genellikle, kahrolası İngilizler ne zaman savaşsa okçularının sayısı şövalyelerinin ve askerlerinin sayısının en az üç katı fazla olurdu, ama görünüşe göre Nieulay karakolu çoğunlukla askerlerin garnizonuydu. “Tanrı size hız versin!” diye askerlerine seslendi Kral. Zafer kokusu aldığı için birden heveslenmişti. Borazanlar tekrar çaldı, gri metalik asker dalgası yamaçtan aşağı indi.

Gergin keçi derisinden yapılma trampetlerine, İngilizleri yalnızca sesle yenebilecekmiş gibi vuran trampetçiler, askerlerin attığı savaş çığlıklarıyla rekabet ediyordu. “Tanrı ve St. Deniz!” diye bağırdı Kral. Tatar yayı okları havada uçuyordu artık. Her kısa demir ok, deri kanatlarla donatılmıştı ve toprak siperlere doğru uçarken tıslıyorlardı. Yüzlerce ok uçtu, sonra Cenovalılar, çelik-takviyeli yayları geriye büken dişli çarklarla uğraşmak için dev kalkanların arkasına gizlendiler. Bazı İngiliz okları tok sesle kalkanlara girdi, sonra okçular Sir Geoffrey’in saldırısına doğru döndüler. Yaylarına, zırhı keten gibi delen, sekiz-on santimlik ince çelik uçlu oklar taktılar. Çekip attılar, çekip attılar, oklar kalkanlara girerken Fransızlar safları daralttılar. Bir adam bacağından yaralanıp tökezlerken, askerler etrafına toplandılar. Bir İngiliz okçu okunu atmak için dikilirken omzundan tatar okuyla vuruldu, kendi oku havada deli gibi uçmaya başladı. “Montjoie St. Denis!” Saldırı yamacın dibindeki düzlük alana ulaşırken askerler meydan okurcasına kükrüyordu. Oklar mide bulandırıcı bir güçle kalkanlara çarpıyor, ama Fransızlar sıkı düzenlerini bozmuyor, kalkanları birbiri üstüne bindiriyorlardı. Tatar yayı kullananlar nişan almak için İngiliz okçularına yaklaşıyor, İngilizler oklarını atabilmek için siperlerin üstünde dikilmek zorunda kalıyorlardı.

Bir tatar oku demir miğferden geçerek İngiliz’in kafatasına saplandı. Adam yana devrilirken yüzünden ayağı kan boşalıyordu. Kulenin tepesinden ok yağmuru yağarken cevap veren tatar okları taşların üstünde takırdıyordu. Oklarının düşmanı engellemediğini gören İngiliz askerleri kılıçlarını çekmiş saldırıyı karşılamak için hazır bekliyordu. “St. George!” diye bağırdılar, sonra Fransız saldırganlar ilk sipere varıp altlarındaki İngilizlere kılıç sallamaya başladılar. Bazı Fransızlar siperi delen dar geçitler buldular ve savunmacılara arkadan saldırmak için bu geçitleri doldurdular. En arka iki hendekteki okçuların hedefleri kolaydı, ama kalkanlarının ardından çıkıp düşmana ok yağdıran Cenovalı okçuların da öyle. Katliamın yaklaştığını gören bazı İngilizler Ham’e doğru kaçmak için siperlerinden ayrılıyorlardı. Tatar yayı kullananları yöneten Edward de Beaujeu kaçakları görüp Cenovalılara yaylarını bırakıp saldırıya katılmaları için haykırdı. Kılıç ve baltalarını çekip düşmanın etrafını sardılar. “Öldürün!” diye bağırdı Edward de Beaujeu. Elinde kılıcıyla atının üstüne atlamış büyük hayvanı ileri doğru sürüyordu. “Öldürün!” Ön siperlerdeki İngilizlerin sonu gelmişti. Kendilerini Fransız askerlerinin hücumundan korumaya çalıştılar, ama kılıçlar, baltalar ve mızraklar acımasızca iniyordu.

Bazı adamlar teslim olmaya çalıştı, ama Fransız kraliyet sancağı dalgalanıyordu ve bu da esir alınmayacağı anlamına geliyordu. Bu yüzden Fransızlar, hendeğin dibindeki kaygan çamuru İngiliz kanıyla doldurdular. Arka taraftaki savunmacıların hepsi koşuyordu artık, ama ayakta savaşmayacak kadar gururlu bir avuç Fransız askeri, dar geçitlerden geçip kendi adamlarını itekleyerek ilerledi, savaş çığlıkları atarak iri atlarını nehrin kenarındaki kaçakların arasına daldırdı. Kılıçlar kaçakları doğrarken atlar daireler çiziyordu. Bir okçu aniden kırmızıya dönen nehirde kellesini kaybetti. Bir asker atlardan birinin altında kalırken çığlıklar attı, ardından bir mızrak yedi. Bir İngiliz şövalye ellerini havaya açıp teslim olma işaretiyle eldivenini uzattı, ama arkadan aldığı bir darbeyle omurgası delindi, bir başka atlı baltasını yüzüne indirdi. “Öldürün onları!” diye bağırdı Bourbon Dükü, ıslak kılıcıyla, “hepsini öldürün!” Bir grup okçunun köprüye doğru kaçtığını gördü ve takipçilerine bağırdı, “Benimle gelin! Benimle! Montjoie Denis!” Sayıları neredeyse elliyi bulan okçu köprüye kaçmıştı, ama nehrin kıyısındaki saz damlı dağınık evlere varınca nal seslerini duyup telaşla geri döndüler. Bir an için yeniden paniğe kapılacaklardı, ama bir adam onları engelledi. “Atları vurun çocuklar,” dedi. Okçular yaylarını çekip bıraktı ve beyaz tüylü oklar savaş atlarına saplandı. Zırhına iki ok giren Bourbon Dükünün aygırı, yana doğru sendeledi, diğer iki atla birlikte nallan sallanarak yere düştü. Dükün yaveri efendisine kendi atını verdi, köyden gelen ikinci ok yağmuru başlarken öldü. Dük, yaverinin atına binerek zaman kaybetmektense, kendini koruyan değerli zırhının içinde lambur lumbur yürümeye başladı. İlerideki Nieulay kulesinin tabanında, İngiliz siperlerinden hayatta kalanlar, şimdi kindar Fransız askerleri tarafından kuşatılan bir kalkan duvarı oluşturmuşlardı.

“Esir yok!” diye bağırdı bir Şövalye. “Esir yok!” Dük eyere çıkmasına yardım etmeleri için adamlarına seslendi. Dükün adamlarından ikisi, efendilerinin yeni atına binmesine yardım etmek için atlarından indikleri sırada gök gürültüsünü andıran nal seslerini duydular. Dönüp bakınca bir grup İngiliz şövalyenin köyden hücum ettiğini gördüler. “Sevgili İsa!” Dük eyere yarı binmiş, yarı binememişti, kılıcı da kınındaydı. Ona yardım eden adamlar kendi kılıçlarını çekmeye kalkışınca Dük sırt üstü düşmeye başladı. Bütün bu İngilizler de nereden gelmişti? Derken Lordlarını umutsuzca korumak isteyen İngiliz askerleri yüz siperlerini indirip hücumu karşılamak üzere döndüler. Otların arasına yayılan Dük zırhlı adamların şangırtısını duyuyordu. İngilizler, Fransız Kralının gördüğü gruptu. Siperler-deki katliamı seyretmek için köyde durmuşlardı ve Dük Bourbon’un askerleri yaklaştığı sırada geri dönüp köprüden geçmek üzereydiler. Fransız askerler çok yaklaşmışlardı: bu boş verilemeyecek bir tehditti. Böylece İngiliz Lordu, Bourbon Dükünün adamlarının arasına dalan şövalyelerine önderlik etmişti. Fransızlar bu saldırıya hazır değildi ve İngilizler diz dize, düzgün bir sıra halinde geliyorlardı. Hücum ederken dik tuttukları kül rengi uzun mızrakları birden öldürme pozisyonuna getirip zırh ve derileri parçaladılar. İngiliz lider, üzerinde üç yıldızın süslediği çapraz beyaz bir şeridin bulunduğu mavi bir zırh cüppesi giymişti.

Kılıcını bir Fransız askerin korunmasız koltuk altına sokarken düşmanın kanıyla siyaha dönen mavi zemin üzerinde sarı aslanlar bulunuyordu. Fransız acıyla sarsılıp kılıcını savurmaya çalıştı ama başka bir İngiliz gürzünü yüz siperine indirince ezilen miğferin üstündeki düzinelerce yarıktan kan fışkır-dı. Diz arkası kirişi kesilen bir at çığlık atıp devrildi. “Yakında kalın!” diye bağırdı gösterişli zırh cüppesi giymiş olan İngiliz. “Yakında kalın!” Atı şaha kalkıp nallarını atsız bir Fransız’a doğru salladı. Adam yere düştü, miğferi ve kafatası atın nallarının altında ezildi. Sonra bir süvari bir atın yanında çaresizce duran bir Dükü gördü; adamın parlak tabaka zırhının değerini anlayıp atını ona doğru sürdü. Dük kılıç darbesini kalkanıyla savuşturdu, kendi kılıcını sallayıp düşmanın bacak zırhına çarptı. Atlı birden gözdün kayboldu. Başka bir İngiliz, liderinin atını uzaklaştırmıştı. Yeni bir Fransız atlı grubu tepeden aşağı iniyordu. Kral onları İngiliz Lordunu ve adamlarını ele geçirme umuduyla göndermişti. Kardeşlerinin çoğu garnizonun geri kalanını öldürmek için toplandığından kuledeki saldırıya katılamayan daha fazla Fransız şimdi köprüye hücum ediyordu. “Geriye!” diye bağırdı İngiliz lider, ama köyün sokağı ve dar köprü kaçaklar ve tehditkâr Fransızlar tarafından tıkanmıştı. Kendine yol açabilirdi, ama bu kendi okçularını öldürmek, karmaşada kendi şövalyelerini kaybetmek anlamına gelirdi, bu yüzden yolun karşısına bakıp nehrin yanından geçen bir patika gördü.

Sahile gidiyor olabilir, diye düşündü. Belki oradan doğuya dönüp İngiliz saflarına katılabilirdi. İngiliz şövalyeleri atlarını mahmuzladılar. Patika dardı, yalnızca iki atlı yan yana geçebilirdi; bir tarafta Ham Nehri, diğer tarafta yumuşak bataklık bulunuyordu, ama yolun kendisi sağlamdı. İngilizler bir araya toplanabilecekleri daha yüksek bir zemine varana kadar yola devam ettiler. Ama kaçamadılar. Yüksek zemin neredeyse bir ada gibiydi. Oraya yalnızca patikayla ula-şılabiliyordu, etrafı sazlık bataklıklar ve çamurla kaplıydı. Kapana kısılmışlardı. Yüzlerce Fransız atlı patikada ilerlemeye hazırdı, ama İngilizler atlarından inip bir kalkan duvarı oluşturmuşlardı. Bu çelik bariyeri aşarak kendilerine yol açma düşüncesi, Fransızları kuleye, düşmanın daha savunmasız olduğu yere geri dönmeye ikna etti. Okçular hâlâ siperlerinden ok atıyorlardı, ama Cenovalı okçular da karşılık veriyordu. Fransızlar, kulenin dibine yerleşen İngilizlere hücum ediyordu. Fransızlar yürüyerek saldırıyorlardı. Yaz yağmuru yüzünden yer kaygandı ve öndeki askerler kükreyerek savaş çığlıkları atıp kendilerim sayıları az olan İngilizlerin üstüne fırlatırken zırhlı ayaklar çamuru karmakarışık ediyordu.

İngilizler kalkanlarını sıkıca tutmuş, hücumu karşılamak için savuruyorlardı. Tahtanın çeliğe çarparken çıkardığı ses ve kılıcın kalkanın kenarından ete girerken atılan çığlıklar duyuluyordu. Arka saftaki İngilizler arkadaşlarının başının üstünden gürzlerini ve kılıçlarını savuruyorlardı. “St. George!” diye biri bağırdı. “St. George!” Askerler ileri doğru çıkıp ölü ve yaralıları kalkanların üstünden aşırdılar. “Öldürün piç kurularını!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir