Bilge Karasu – Göçmüş Kediler Bahçesi

Akdeniz’in iki kolu arasındaki ensizce kara parçasının ortalarına rastlayan bu ortaçağ kentine bir akşam üstü vardım. Bir uçtan bir uca üç yüz kilometreyi bile bulmayan bir bölgede kırk gündür kuzeyle güney, doğu ile batı arasında mekik dokuyordum. Yüzlerce yıl önce handiyse bağımsız devletler olmanın gururlu anısını hâlâ taşıyan yirmi kadar küçüklü büyüklü kent gezmiştim. Çoğu, koyaklarda, akarsu kıyılarında kurulmuş kentlerdi bunlar. Sarp kayalıkların tepesine kondurulmuş olanları da vardı, denizden esen yelin sokaklarına tuz yığdıkları da… Çoğunu bir ya da iki günde gezmiş, akşamları, trene binerek bir saat, iki saat ötedekine gitmiştim. Yol yorgunluğunu her geçen günle, daha çok duyuyordum ama bu yorgunluğu üzerimden atmak, geççe de olsa yemeğe gidecek, ardından, ilgimi çekerse bir sinemaya girecek gücü, yeniden, kısa bir süre içinde bulmak için, yeni yeni yöntemler de geliştiriyordum bir yandan. Güz gireli epey olmuştu, ancak, yel estikçe yaprakların hışıltısının biraz daha belirginleşmesinden öte bir değişiklik yoktu daha ağaçlarda; gözün görebileceği bir sarartı, bir kuruma, dökülme, yemiş ağaçlarında bile yoktu. Bu kavak ülkesinde fıstık çamları kalabalıkça bir azınlık oluşturuyordu. Ortaçağda kalmakla onur duyan bu kara kentine vardığımda gün batmamıştı daha. Kent bir yamacı kaplıyordu; tepenin doruğunda, ertesi gün gezeceğim ana kilise duruyordu. İlk bakışta bu yapı için “yükseliyor” mu demeli, “yayılıyor” mu demeli, kestiremedim. Epey büyük olsa gerekti. Yamacın orta yerlerinde, eski hanlara benzetilmiş bir otele indim. Musluğun suyu ilkin ılık aktı, yıkanmağa başladım; az sonra soğudu ama keyifle bir daha, bir daha su dökündüm. Yattım sonra.


Bir saat geçmeden, uzun uzun dinlenmiş gibi dinç, kalktım, karnımı doyurmağa gittim. Lokantada benden başka üç kişi vardı, üç ayrı masada. İkisinin yüzü, birinin sırtı dönüktü bana. Yemeği beklerken, yüzleri bana dönük olanları bir yana bırakıp üçüncü adamın yüzünü benden yana çevirmesini kolluyor, bir yandan da yavaş yavaş oluşmağa başlayan bir metin için hazırlık tümceleri deniyordum koparma defterimde. Yemeğim bir buçuk saat sürdü. Sofracı ile aşçının ellerini çabuk tutmamalarından olduğu kadar, benim ivecen davranmamın gereksizliğinden. Sinema, üç buçuk metre enindeki ana caddenin karşı kaldırımındaydı. Lokantanın kapısıyla sinemanın kapısı arası, olsa olsa, yedi adımdı. Filim dokuzda başlıyordu. Buranın pek ünlü, gene ortaçağ şenliklerinden kalma yarı helva yarı lokum tatlısından almağa gideceğim şekerci dükkânı ise sinemadan altı yedi adım yukarıdaydı. Bu bir buçuk saat içerisinde yüzü bana dönük iki adam kalktı gitti, üç adam geldi oturdu. Onlar soğukluğa varmıştı ki hesap istedim. Ama bana sırtı dönük adamın yüzünü görmemiştim daha. O da bir şeyler yazar gibiydi. Belki mektup, belki yazı.

Bense, koparma defterimden karalama defterime aktarılacak sekiz tümcenin yazılı olduğu kâğıtları defterden koparıp cebime atmış, kalan tek kâğıda, la f olsun diye “Göçmüşler Bahçesinde Bir Yazlık Sevi” sözcüklerini alt alta sıralamış, kâğıdı masanın üzerinde bıraksam sofracı, anlamadığı bir dildeki bu yazıyı önce sökmeğe uğraşır, sonra “Bayım, bayım!” diye seslenerek ardımdan koştu­ rur mu merakına kapılmış, sonunda kâğıtla birlikte defterin koçanını, kapaklarını tortop edip tablaya bırakmıştım. İkimiz birden kalktık ayağa. O zaman göz göze geldik. Başım uğuldadı, uğultular yankılandı. Önümden geçip gitti. Aramızda on adımlık bir aralık, şekerciye doğru yürüdük. Sonra sinemaya. Sinemadan çıkarken görememiştim. Otelin kapısında “Siz buyurun/rica ederim siz buyurun” gibilerden bir an duraladık. Birinci katın sahanlığında, ben odama doğru saparken, o biraz durdu, sonra ardımdan yürüyüp geldi, kapımın karşısındaki kapıyı açıp girdi. “Denizim ben batık aşklarla dolu Birinci Masal AVINDAN EL ALAN Açar’lar için Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış günü arasındaki ikircik… Masalımı bu günlerden hangisine yerleştireceğimi düşünüyorum. Düşündüğüm bir şey daha var: Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği… Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yitecek. Önce deniz var çünkü, içinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken. Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı, olsa olsa düşman bilen.

İkisini de taşıyan denizin kendisini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık. En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişioğlu… Tutalım ki güneşli havadan başladık. (Birçok okurun hoşuna gitmeği de düşünmüş olabiliriz bu arada…) Balıkçı denize çıktığında, diyebiliriz örneğin, sular, neredeyse kırışıksız, ince ince akıyordu kıyı ile karşı adalar arasından… Deniz, çoğu zaman, balıkçıyı kollar, kayınrdı. Balıkçı ise işinin rastgittiği bu zamanlan denizden değil, kendi bahtının açıklığından bilir, usta denizci olmasına verir, övünürdü. Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin kişioğlunda neredeyse zeyreklik sayıldığını bilirdi. Bilenler, susar. Durum bu olsun… Ardından da şöyle bir şeyler diyelim: Deniz bu balıkçıyı severdi. İnsanlar arasında “umutsuz aşk” diye yanlış mı yanlış bir adla bilinegelen sevgilerdendi bu. Deniz gibi bir ölçüsüz büyüklüğün sevgisi insan usuna sığmadığı için de balıkçı, elinden gelebilecek tek şeyi yapardı: Denizi karşısında görmek, onu ekmek kapısı (günü gelince de ölüm döşeği) diye düşünmekle yetinirdi. Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o durumda olanlara akıl vermeğe, akıl öğretmeğe kalkışır, o durumdaki kişilerin işledikleri alıklıklara bakıp yerinir. Bir unutulan vardır: O durumdaki kişinin işi dışarıdan, karşıdan değil, içinden gördüğü… Hem bilmez miyiz? Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini düşünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeyegörsün ilenç üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yüzünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işlemiş bile bulunduğunu iliklerine dek duyar bunlar, kimi zaman işlerler de bu cinayeti.

İlenç yağdırmak sırası başkalanndadır şimdi… Kıyı ile karşı adalar arasından ince ince akan deniz, balıkçıyı sürükleyecek sürükleyecek, yolunu şaşırmış bir orfinoz yavrusunun açgözlülükle dolandığı yere getirip bırakacak diye dü­ şünelim şimdi. Atılan zokayı güçlük çıkarmadan yutacak, sonra da bütün gücüyle misinaya asılıp balıkçıyı terletecek olan orfinoz bir süre sonra yenilecek, sandala alınırken de balıkçının kolunu Balıkçı, orfinozu -şimdiye dek gördüklerine, tuttuklarına hiç benzemeyen, hiç bilmediği bu balığı- ele geçiresiye epey yorulmuş, uğraşmış olacak… Bundan sonra olup bitecekler, bir bakıma, bu emeğinin, bu çabasının karşılığı sayılabilecek… Tipili bir güne rastlatırsak bu olanı, olacağı, denizin gerek kişioğlunu gerek balığı yormaktaki katkısı bir parça artacak. Kişioğlu, genellikle, bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmekten hoşlanır. Bileğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettiğine inanır, güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiğini. Daha ince meraklan olan kişioğullan da vardır: Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyormuş görünmekten hoşlanmadıkları için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler, avlarının -avlan saydıkIannın, ardından koştuklanmn- durmasını, kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman duyduklan haz daha da büyüktür. Avm bu kerte alığı olur mu? demeyin. Çok olur. Deniz, kendine kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk seçecek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bir kar yağışı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kırgın başlayacak. Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Gitgide soğuyan yüzey sulan damar damar, oluk oluk akaklar bularak balık corumlanmn çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan balıklar, kendilerini yitirecek sonra, yan ölü yan baygın su yüzüne doğru yükselmeğe, yüze vannca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe başlayacak akıntıya uyup. Kıyıya vuracak daha da sonra bu balıklar, güçlükten hoşlandıklanm söyleseler bile kolay avlan kaçırmayanlann kepçelerine, kovalanna dolup kalmak üzere…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir