Bilge Karasu – Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu

14 Temmuz 1995’te öldüğünde otuz yıldır “tanışıyor”duk. Yirmi bir yıldır ise, birbirimizin entelektüel ve yazınsal her etkinliğinden -satırına, satır aralarına varasıya-, öğrencilerimizle alışverişlerimize; “sefalarımızdan “cefa’lanmızdan, uyuşan ve çatışan beğenilerimize; gündelik sıkıntılarımızdan, varoluşsal kaygılarımıza kadar her şeyi paylaşarak yaşıyorduk. îlk on yılı aynı şehirde, komşu evlerde, aynı işyerinde; sonrasını mektuplaşmalar ve iki ayda bir kâh onun, kâh benim evimde buluşmalarla, ayrı şehirlerde. Bilge, ölümünü “ütülü bir mendil gibi” hep cebinde taşıyan bir insandı. Başladığı her yazıyı, her kitabı, bitiremeden ölmesi olasılığına karşı; sanki benim ondan çok yaşayacağımın garantisi varmış gibi, bana emanet ede ede yaşadı. Büyütemeden terk etmek zorunda kalacağı evladını, kurda kuşa yem olmasın diye, dostuna emanet eden sorumlu bir baba tedbirliliğiyle. Zaten hep, her konuda, kırk olasılığı bir arada hesaba katan bir tedbir kumku-masıydı o. Buna, ortalıkta ölmesi için hiçbir sebep yokken, yıllar önce başlamıştı. Şakaya vurmaktan, ama bir yandan da teminat vermekten başka çare yoktu. Vasiyetler, vasiyetler… Ben de karşılık olarak şu sözü aldım ondan: Cenazeme mutlaka gelecekti (cenazelere katılmazdı çünkü genellikle) ve gönderilecek çelenk-lerin sahici çiçeklerden olmasını sağlayacaktı. Zeynep’e sahip çıkmasını vasiyet etmeme gerek yoktu, o iş zaten öyle olacaktı. 7 LAĞIMLARANASI YA DA BEYOĞLU Bu “maccabre” şakalarımızın gün gelip bir biçimde gerçeğe dönüşeceğini o mutlaka hesap ediyordu. Ben aklıma bile getirmezdim. Sonra, 1994’teki Amerika-Avrupa gezisinden dönmesini izleyen günlerde konan teşhisle, iş birden -“ciddi” kelimesinin bile hafif kalacağı bir vahametle- ciddiye bindi. Tam bir yıl bekledik, beklenen ölümünü beraber.


Geride bırakacağı; bitirebileceği ve bitiremeyeceği, başlanmış ve başlanmamış her yazıyı -her defteri, her dosyayı, her bir kâğıt parçasını- ne yapacağımı konuştuk. Konuşmak denemez ya buna; o anlattı, yol gösterdi, zaman zaman bana danıştı… ben de inandırıcılıktan uzak bir sahtekârlıkla hep, “Aman Bilge! Sırası mı şimdi bunların?” deyip durarak, ama cankulağıyla onu dinleyerek, tarifsiz acılar içinde, bugün elinizde tuttuğunuz kitabı, o günlerden başlayarak tasarlama yoluna girdim. 14 Temmuz 1995’ten, 1999 yazına tam dört yıl geçti. Ben Bil-ge’nin yazınsal kalıtı üzerinde fiilen son iki buçuk yıldır çalışabildim. İşin öznel, duygusal ağırlığı yanında yazınsal sorumluluğunun yükü bile taşınır kalıyordu. Bir bavul ve bir irice seyahat çantası dolusu “yazılı kâğıf’ın okunması, taranması, ayıklanması, seçilmesi ve kimi durumda yeniden “inşa”sı kolay değildi elbet; ama o “emek”ten hiç yüksünmedim. Sağlığım, enerjim yerindeydi; zamanıma gelince, Bilge Karasu’nun günyüzüne, okur karşısına çıkmasını istediği ürünlerle haşırneşir olarak geçirilecek saatleri, aylan, yıllan daha değerli, daha anlamlı, daha verimli hangi “iş”imden çalıyor olabilirdim ki! Tek kaygım; o titizlikte, o kılı kırk yancılıkta, o rafinelikte bir yazarı (ve bir insanı), kendisinin içine sinecek bir kılıkta okur karşısına çıkarabilmek oldu bütün o uzun geceler boyu o binlerce kâğıtla boğuşurken. Lağımlaranasıve Öteki Metinler iki kitap oldu sonunda. îlkinde “anlatı” ya da “kurmaca” genel kategorisi içerisinde yer alması uygun olacak metinleri topladım. Sonuna da bir radyo oyunu ile iki opera librettosunu ekledim. Denemeler, metinler, notlar, günlükler… Bunlar kurmaca değil, kurmacaya az ya da çok ilişkin; dünya, dil, yazın, yaşam hakkında diyebileceğimiz yazılarıydı Karasu’nun. Bir ortak paydaları 8 GÜN BATTI, YAZIK, ARKALARINDA varsa, “öteki” kavramı üzerine temelleniyorlardı. Onlann da ikinci bir kitapta, bağımsız bir biraradalığa kavuşturulmaları iyi olacak diye düşündüm. İlk kitap Lağımlaranası ya da Beyoğlu. Kitaptaki ana metnin adını kullandık.

Bu, Bilge Karasu’nun, içinden bir yola çıktığı ve araya başka öyküler, başka metinler, romanlar girdiğinde ara verip sonra aynı yola yeniden taş döşemeye başladığı bir çeşit “büyük proje”. İzleri başka kitaplarında da yer yer bulunabilecek bu “proje”den, aramızda şaka ile “opus magnum” diye söz ederdik. Oradan başka metinlerine, başka metinlerinden oraya su taşıdı durdu. Ben Karasu’nun Lağımlaranası ya da Beyoğlu Üzerine Metin başlığı altında yazdığı onlarca versiyonu, birbirine farklı bölümlerden eklemlenen değişik tasanlannı, araya beşer-onar yıllık süreler girdikten sonra yeniden biçimlendirdiği “Ek”leri, vazgeçtiği yahut da yeniden onayladığı bütün “Bölümcük”leri baştan sona elden geçirdim. Gerek karşılıklı konuşmalarımızda, gerek mektuplaşmalarımızda bu metinle ilgili olarak belirttiği kaygılan dikkate aldım. Bilge Karasu’nun yazar kimliğine ve “yazıcına olan aşinalığımın ve bağlılığımın yanı sıra; onun tamamlayıp son biçimini verecek vakti kalmadığını gayet iyi bilerek, bütün yazı, not, müsvedde hatta karalamalarını bana emanet etmesinden güç aldım. Böylece, belleğin insana oynayabileceği oyunlara karşı mümkün mertebe uyanık olmaya azami özen göstererek, onun içine sineceğine inandığım bir “post mortem” versiyon hazırladım. “Hiç Yoktan Bir Ölüm Daha” adlı anlatı, Lağım-laranası’na. organik olarak da bağlanıyor. Onun için onu da Birinci Bölüm’e kattım. İkinci Bölüm’deki “Ölümün Avlusu” ve “İsabey’den Fragman” da, deyim yerindeyse, “sıralarını bekleyen” parçalardır. Onların içine gömülecekleri “gövde metin” hiç (az kalsın “henüz” diyecektim) yazılmadı. Onlara ekleyebileceğimiz kimi parçalara Bilge onay vermedi. Hele “İsabey”, başhbaşına büyük bir kanalı olacaktı “opus magnum”un. Çok “muhataralı” bir metindi.

Yazılmış bütün parçaları göz göre göre yırttırdı bana. Bir bu fragman “insan içine çıkabilir, eh, peki” idi. “Kumsalda Bir Köpek” ve 9 LAĞIMLARANASI YA DA BEYOĞLU “Yataklar” (ikincisi çok eski) kendi içlerinde bağımsızdılar. 01-duklan gibi aldım kitaba. “Mesih” ise, neredeyse unutmuş olduğum bir metindi. Lacivert bavulda bulunca önce şaşırdım, sonra çok heyecanlandım. Çok yıllar önce, belki 1975-76 yıllarında okumuş, konuşmuştuk. Hızlı hızlı gidiyordu, bir noktada kesintiye uğradı, arkası hiç gelmedi. Son konuşmalarımızda ondan söz etmemiştik hiç. İki versiyonu kalmıştı elimde, onlar üzerinde bir çalışma yaptım, tek metinde bütünledim; olduğu gibi aldım kitaba. Bu kitabın ilk bölümü ve ikinci bölümdeki “Ölümün Avlusu” ile “İsabey’den Fragman”; Karasu’nun yaşarken bizzat Metis’e teslim etmiş olduğu ve ilki ona yetişen, ikincisi isteği üzerine ölümünden sonraya kalan son iki kitabı: Narla İncire Gazel ve Altı Ay Bir Güz ile akrabadır. Çok kanallı bir yapı içinde bütünleştiril-meleri, tek bir kitabın bileşenleri olmalan gerekiyordu. Ancak, Karasu’nun bunun gerçekleştirilmesi için tasarladığı ara ve bağlayıcı bölümler yazılamadığı için, kendi iç bütünlükleri olan parçalan bağımsız kitaplar olarak yayımlamak tek çare idi. Lağımlara-nası bütünlendiğinde bütün izlekçeleri kucaklayacak bir ana “yatak” olacaktı. Tabii son nokta konmadan kesinlikle karara vanla-mazdı -ve hele Bilge hiç varmazdı böyle bir karara- ama; muhtemelen “opus magnum”un adı da Lağımlaranasi olacaktı.

Şimdi bu kitapla, hiç olmazsa o ad ve Bilge Karasu’nun yıllarca göz ve gönül nuru döktüğü o metnin önemlice bir parçası edebiyatımız içinde yaşarlık kazanacak. Üçüncü Bölüm’ü, Bilge Karasu’nun radyoda temsil edilmiş ve Türk Dili dergisinde yayımlanmış, ama kitaplarında yer almamış “Sevilmek” adlı radyo oyunuyla, “Aşk” ve “Gidememek” adlı opera librettoları oluşturuyor. Onun kaleminden çıkmış her şeye, bu “post mortem” iki ciltte mümkün mertebe yer verelim istedik. Bilge Karasu’yu tanımak ve incelemek isteyecek kişiler için anlamlı olabilecek, onlara ışık tutabilecek her belgeyi gün yüzüne çıkartmayı önce Bilge Karasu’ya, sonra da, edebiyatımızın bu çok özgün ve seçkin yazannın dikkatli ve meraklı okurlanna karşı bir borç bildim. Metis Yayınevi’nin kadirbilir tutumu ve özverili işbirliği ile ortaya çıkartabildiğim bu iki kitabı, bana yazarlık yaşa10 GÜN BATTI, YAZIK, ARKALARINDA mimin en büyük onurunu bağışlayan bir çalışma sürecinin ürünleri olarak Türk okuruna sunmaktan kıvançlıyım. Belki söylemek bile gereksiz ama, yine de değinmeden geçmek istemediğim bir nokta şu: Karasu’nun kaleminden çıkmamış tek bir sözcük eklemedim metinlere; cümle yapılanna hiç dokunmadım. Yalnızca birleştirme, bölümleme, montaj işlemleri bana aittir. Yazann imlasına tamamiyle sadık kaldım. Noktalama işaretleri, parantez, italik… hepsini korudum. “Sen ne yaptın öyleyse bu kitapta?” diyecek olursanız; çok sayıda değişik versiyonları karşılaştırma, versiyonlar arasındaki farklılıklan ve ortaklıklan saptama, seçme, ayıklama, montaj ve son biçime karar verme. İşte bütün yaptıklarım bundan ibaret. Gözden kaçmış olabilecek hataları düzeltmeme, aykın gelen yerlerde müdahalelerde bulunmama ve gerekli görebileceğim tasarruflar için kendime tam serbestlik tanımama izin vermişti. İnanılması güç ama, bu kitabı hazırlarken, yüzde doksanı el yazısı/müsvedde halinde olan metinlerle çalıştığım halde, hiçbir “hata” ve “aykınlık” ile karşılaşmadım. Okurlar herhangi bir “hata” ile karşılaşırlarsa, bilsinler ki ya benim bir “yanlış okuma”m ya da bir dizgi yanlışı söz konusudur. Öteki Metinlerde yayımlandığı zaman, dilimizin bu seçkin ustası ve tüm yaşamını yazıya, yazma, dile, düşüne adamış bu çok özel insan, 65 yıllık ömrünün bitiverdiği yerde bırakabildiği 11 kitap ile okuruyla karşı karşıya kalacak.

Zaten onun istediği de bundan başka bir şey olmazdı. Notlan alınmış, tamamlanmadan kalmış, çok düşünülmüş, tasarlanmış, azı yazılmış bütün yazılan için: “Gün battı, yazık, arkalannda!” diyen benim. O, bunu bile demezdi. Füsun Akatlı 11 I LAGIMLARANASI YADA BEYOĞLU BEYOĞLU ÜZERİNE METİN Sınırlan yönetim sorumlularının haritalarında, dosyalarında, kütüklerinde kalsın. Bize gerekli olan, ölçüleri değil, kendi. Milyonlarca insan ölçüsünde gür akan, çamurlu, pırıltılı seli. Rastgele bir çukurundan, bir yanından, kaldırım ya da kapısından girebiliriz söze. Bu akıntının ortasında, bu sellenişte, hangi tek noktanın önemi olabilir? Adı olabilir? Karlar eriyordu. Yağmur yağmıştı, bir saate yakın süre. Gökyüzü, az da olsa, açılıyordu şimdi. Yağmur dinmişti. Pencereyi açtım. Soğuk, yüzümü dal adı. Karşıdaki çatıda pek az kar kalmıştı. İki yanındaki evler dimdik yükseliyordu.

Karşımdaki çinko yüzey parlıyordu donuk, yaygın ışıkta. İki yandaki evler, sağırdı, karanlıktı. Başımı dışarı çıkardım, havayı kokladım. Yarım saati bulmadan gene koklanamaz olurdu hava. İçim kıprandı. İstanbul kokuşuydu bu, İstanbul da değil, Beyoğlu kokusu. İçin için küflenen, gizli gizli çürüyen eski yapıların kokusu. Ukalaca genellemeler düğmesine bastım. “Eski şehirler böyle kokar” diye bir çamurlu sakız çıktı makineden. Sakızı karşı çatıya attım, çamuru kaldı. Ukalaca genellemelerde de bir doğruluk payı vardır. Bu cümleden belli. { 15 LAĞIMLARANASI YA DA BEYOĞLU Ondan sonra, aylarca, İstanbul özlemi çekmedim. Paris’teki penceremi Beyoğlu’na açtım durdum. Sonradan başka eski şehirlerde bu kokuyu bulmadığıma göre genellememden vazgeçmem gerekti.

Ama küf kokan taşlara, merdiven aralıklarına istediğim sayıda kediyi ancak Beyoğlu’nda yerleştirebilirim. Tanrı bu taşların, avluların, merdiven boşluklarının, bodrum-su dükkânların önce kokusunu yaratmış olsa gerek. Kulları, ondan sonra taşlan üstüste koydular, boşlukları ellerinden geldiğince azalttılar, daralttılar, sonra da kedileri saldılar ortalığa, diye-sim geliyor. Kocamaktan yaşamağa vakit bulamayanın karşısında gençliğini, bir kişinin demek istiyorum, gençliğini, gençliği olmuş olabileceğini düşünmek, hangi babayiğidin harcı? Bu taşlar genç, bu kediler deli olmuş olamaz bir vakitler. Rastgele bir çukurunu alıyorum. Çukurlar, dirimin de, ölümün de akıp biriktiği yerlerdir diye düşünülüyorsa, yanlış. Bu garip yerde, dirimin sulan tersine akar; çukurlardan doruk çizgisine, ana damara doğru tırmanır. Ölüm de öyle… Çukurlara akıp biriken, yorgun uykulardır yalnız. Ölüm de öyle. Buralar, diyelim bir Ankara’nın genç, yeni so-kaklan gibi hiçbir kapısından ölü, cenaze çıkmamış, sokaklarında yalnız gençlerin yürüdüğü, kapı önlerinde, ağaç diplerinde yalnız çocukların çığrıştığı, bir ucundan bir ucuna yaşlıların, ölümden korku duyuyor bile olsalar, onu akıllarına getirmemeğe çalışarak, arabalara çok dikkat ederek, ölümün bu sokaklara daha uğramaması gibi çılgınca bir umuda kapılarak yürüdükleri sokaklar değil. Ölüm, bozulmuş bir kızlıktır bu sokaklarda. Bozulduktan sonra arkası gelir. Beyoğlu sokaklarının hangisinin hangi kapısından bir tabut girmemiş, hangi taşında bir cenaze sarsılmamıştır? Rastgele bir çukurundan başlamak düşüncesi, tortulardan yola çıkmak değil. Bu çukurlardaki tortu değil demiştim zaten. Dur16 BEYOĞLU ÜZERİNE METİN madan kıpraşan, oynayan, inip çıkan yorgunluklar, bir uykuluk devimsizlikler var ana damardan, omurgadan inip alçalarak, dara-larak, dikleşerek, taşlan dağılarak koyaklara, eski dere yataklarına kansan bu çukur sokaklarda.

İndikçe, radyoların, pikaplardaki plaklann daha bağırgan, şarkıların daha yanık, oyun havalannın daha deli deli olup dışan uğradığı pencereler, küf kokulannı bastırmağa uğraşırcasına günde bir iki öğün kızartma kokulan, ızgara kokulan kusar yaz günlerinde. Acı çeken bağınr, sevinen bağırır, çekişenler bağınr. Herkes herkesin penceresinden içeri bakar oturduğu yerde. Bu yüzden de kimse kimseyi gerçekten kınayamaz, kınar görünse de. Arnavut kaldınmlanndan parke taşlanna, parkelerden asfaltlara yükselen devimi tersine doğru inen gecelerle susulmaz, durulmaz, uyunmaz. Sokak adlarına bağlanmadan kimi bir çiçeği, bir yemişi Karanfil, Ahududu, Ayva bir şehri Bursa bir kişiyi – tarih midir, değil midir kestirilemez artık Tomtom Kaptan, Halepli Bekir, Hasnun Galip bir ağacı Abanoz bir işi, bir dükkânı Karanlık Bakkal gösterir, kimi çağrışımlarıyla anlamını yitirir Pelesenk, Kalyoncukulluğu kimi bir savutu Ölmezleştirir Altıpatlar kimi ise, eskimişliğinde güldürücüdür Tarlabaşı kimi daha kutsal bir özellik taşıdığı gibi 17 LAĞIMLARANASI YA DA BEYOĞLU Çukurcuma camii ne var ki, hepsi, kendine göre bir özellik yontmuştur adsızlık taşından evler seçmeli derim, içindekilerle birlikte evleri seçmeli derim, birtakım şeyleri anlatabilmek için.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir