Brandon Sanderson – Son Imparatorluk

Ben kendimi prensip sahibi bir adam olarak kabul ediyorum. Ama hangi adam etmez ki? Caniler bile, fark ettim ki, davranışlarını bir şekilde “ahlaki” olarak kabul ediyor. Belki başka bir kişi, benim hayatımı okuduğu zaman, beni dindar bir despot olarak adlandırırdı. Bana kendini beğenmiş diyebilirdi. O adamın görüşünü benim kendi görüşümden daha az geçerli yapacak olan şey ne ki? Sanıyorum ki her şeyin gelip dayandığı bir tane gerçek var: Sonuç olarak, orduları olan benim. 1 GÖKTEN KÜL YAĞIYORDU. Vin tüy gibi taneciklerin havanın içinde sürüklenmesini izledi. Sakin sakin. Umursamazca. Özgürce. Kurum zerrecikleri siyah kar taneleri gibi düşerek karanlık Luthadel şehrinin üzerine iniyordu. Köşelerde birikiyor, rüzgârda uçuşuyor ve kaldırım taşlarının üstündeki minik hortumlarda dönüyordu. Ne kadar da umursamaz görünüyorlardı. Öyle olmak nasıl bir şey olurdu? Vin sığınağın yan tarafındaki tuğlaların içine inşa edilmiş, gizli bir girinti olan çetenin gözcü deliklerinden birinde sessizce oturuyordu. Bir çete üyesi bunun içinden sokağı tehlike işaretlerine karşı gözleyebilirdi.


Vin görev başında değildi; gözcü deliği sadece onun yalnızlığı bulabildiği çok az yerden biriydi. Ve Vin de yalnızlığı severdi. Yalnız başınaysan, kimse sana ihanet edemez. Reen’in sözleri. Ağabeyi ona o kadar çok şey öğretmiş, sonra da her zaman yapacağına söz verdiği gibi ona kendisi ihanet ederek bunları pekiştirmişti. Sadece bu yolla öğreneceksin. Kim olsa sana ihanet eder, Vin. Kim olsa. Kül yağmaya devam ediyordu. Bazen Vin kendisinin de kül ya da rüzgâr ya da sisin kendisi gibi olduğunu hayal ederdi. Düşünceleri olmayan bir şey; sadece var olmayı başarabilen, düşünmeksizin, umursamaksızın ya da acı çekmeksizin. Vin ancak o zaman… Özgür olabilirdi. Kısa bir mesafe öteden ayak sesleri duydu, sonra da küçük odanın arka tarafındaki gizli kapak hızla açıldı. “Vin!” dedi Ulef başını odanın içine uzatarak. “İşte buradasın! Yarım saattir Camon seni arıyor.

” Zaten ben de baştan onun için saklandım ya. “Harekete geçmen lazım,” dedi Ulef. “İş neredeyse başlamaya hazır.” Ulef sırık gibi bir oğlandı. Kendi çapında iyiydi, saftı; yeraltında büyümüş olan bir kişiye gerçekten de “saf denilebilirse. Elbette, bu onun Vin’e ihanet etmeyeceği anlamına gelmiyordu. İhanetin arkadaşlıkla bir ilgisi yoktu; bu sadece sağ kalmanın basit bir kuralıydı. Sokaklarda hayat acımasızdı ve eğer bir skaa hırsız yakalanıp idam edilmek istemiyorsa, pratik olması gerekliydi. Ve acımasızlık da tüm duyguların içinde en pratik olanıydı. Reen’in deyimlerinden bir diğeri. “Ee?” diye sordu Ulef. “Gitmen lazım. Camon dellendi.” Ne zaman dellenmedi ki? Ama Vin başını sallayarak onayladı ve barınağın dar ancak avutucu gözcü deliğinden güçlükle çıktı. Ulef’in yanından ona sürtünerek geçti ve gizli kapaktan sıçrayıp bir koridora, sonra da dökülmekte olan bir kilere çıktı.

Oda sığınağın paravanı olarak hizmet eden bir dükkânın arka tarafındaki pek çok bölümden birisiydi. Çetenin ini ise binanın altında oyulmuş olan taş bir mağarada gizliydi. Vin peşinde Ulef ile binayı bir arka kapıdan terk etti. İş birkaç blok ileride, şehrin daha zengin bir kesiminde olacaktı. Bu karışık bir iş olacaktı; Vin’in hayatında gördüğü en karmaşık işlerden biriydi. Camon’un yakalanmadığı varsayılırsa, ödülü gerçekten de çok büyük olacaktı. Eğer yakalanırsa… Eh, asilleri ve obligatörleri dolandırmak çok tehlikeli bir meslekti ama kesinlikle demirhanelerde ya da dokuma fabrikalarında çalışmaktan daha iyiydi. Vin ara sokaktan dışarı çıkarak şehrin pek çok skaa kenar mahallesinden birindeki karanlık, binalarla çevrili bir sokağa girdi. Çalışmak için fazlasıyla hasta olan skaalar köşelerde ve oluklarda bir araya toplanmış yatıyorlar, küller de etraflarında uçuşuyordu. Vin başını aşağıda tuttu ve hâlâ düşmekte olan kül tanelerinden korunmak için pelerininin kapüşonunu yukarı çekti. Özgür. Hayır, ben asla özgür olmayacağım. Reen gittiğinde bunun olmamasını garanti altına aldı. “İşte buradasın!” Camon bodur, şişman parmağını kaldırdı ve Vin’in yüzüne doğru uzattı. “Neredeydin?” Vin nefretin ya da isyanın gözlerinden belli olmasına izin vermedi.

Sadece yere bakarak Camon’a görmeyi bekliyor olduğu şeyi gösterdi. Güçlü olmanın başka yolları da vardı. Vin bu dersi kendi kendine öğrenmişti. Camon hafifçe homurdandı, sonra da elini yukarı kaldırarak Vin’in yüzünü elinin tersiyle tokatladı. Darbenin şiddeti Vin’i arkadaki duvara doğru fırlattı ve yanağı da acıyla alevlendi. Tahtalara doğru yığıldı ama dayağa sessizce katlandı. Sadece bir diğer bere. Bununla baş edebilecek kadar güçlüydü. Bunu daha önce de yapmıştı. “Dinle,” diye tısladı Camon. “Bu önemli bir iş. Binlerce boxing değerinde, senin değerinin yüz katından bile fazla. Senin bu işin içine etmene izin vermeyeceğim. Anladın mı?” Vin başını sallayarak onayladı. Camon bir an için tombul yüzü öfkeyle kızarmış bir şekilde onu inceledi.

En sonunda kendi kendine mırıldanarak başka tarafa döndü. Bir şeylere sinirlenmişti, sadece Vin’den kaynaklanan bir durum değildi. Belki de birkaç günlük mesafede yer alan kuzeydeki skaa isyanının haberini almıştı. Taşra lordlarından biri, Themos Tresting, görünüşe göre öldürülmüş, malikânesi de yakılıp yıkılmıştı. Böylesi huzursuzluklar işler için kötüydü; bunlar aristokrasiyi çok daha dikkatli ve daha az ahmak yapardı. Bu ise, sonuç olarak Camon’un elde ettiği kâra ciddi bir darbe indirebilirdi. Cezalandıracak birilerini arıyor, diye düşündü Vin. Her zaman bir işten önce sinirli olur. Dudağındaki kan tadını alarak başını kaldırıp Camon’a baktı. Kendine güveninin bir kısmını açık etmiş olacak ki Camon gözünün ucuyla ona bir bakış attı ve yüz ifadesi karardı. Sanki ona tekrar vuracakmış gibi elini kaldırdı. Vin Şans’ının bir kısmını kullandı. Sadece azıcık bir kısmını harcamıştı, kalan kısmına iş için ihtiyacı olacaktı. Şans’ı Camon’a doğru yönlendirerek sinirini dindirdi. Çetebaşı durakladı, Vin’in dokunuşundan bihaberdi ancak yine de etkilerini hissediyordu.

Bir an dikildi, sonra da içini çekerek arkasını döndü ve elini indirdi. Camon paytak paytak yürüyerek uzaklaşırken Vin dudağını sildi. Hırsız reisi asil takım elbisesi içinde çok ikna edici görünüyordu. Bu Vin’in hayatında gördüğü en zengin kostümlerdendi; işlemeli altın düğmeleri olan koyu yeşil bir yelek ile onun altında beyaz bir gömleği vardı. Siyah takım ceketi güncel modaya uygun şekilde uzundu ve ceketle uyumlu siyah bir şapka da takıyordu. Parmakları yüzüklerle ışıldıyordu ve hatta güzel bir düello değneği bile taşımaktaydı. Camon bir asili taklit etme konusunda gerçekten de mükemmel bir iş çıkarıyordu; iş bir rolü oynamaya geldiği zaman, Camon’dan daha becerikli olan hırsızların sayısı çok azdı. Tabii sinirini kontrol altında tutabildiği varsayılırsa. Odanın kendisi ise daha az etkileyiciydi. Camon diğer çete üyelerinin bazılarına bağırıp çağırırken Vin ayaklarının üstünde doğruldu. Yerel bir otelin tepesindeki süitlerden bir tanesini kiralamışlardı. Pek de lüks bir oda değildi ama amaç da buydu. Camon, ekonomik açıdan çok zorda kalmış olan ve Luthadel’e son çare birkaç sözleşme elde etmek amacıyla gelmiş taşralı asil “Lord Jedue” rolünü oynayacaktı. Süitin ana odası bir çeşit görüşme odasına dönüştürülmüştü; Camon’un arkasında oturması için büyük bir masa getirilmiş, duvarlar da ucuz sanat eserleriyle dekore edilmişti. Resmi vekilharç giysilerine bürünmüş olan iki adam masanın yanında ayakta duruyordu; onlar Camon’un hizmetkârları rolünü oynayacaklardı.

“Ne bu yaygara?” diye sordu odaya giren bir adam. Uzun boyluydu, basit, gri bir gömlek ve bol bir pantolon giymişti, beline bağlı ince bir kılıç da vardı. Theron diğer çetebaşıydı, aslında bu dolabı çeviren de oydu. Camon’u ortağı olarak işin içine o sokmuştu; Lord Jedue’yü oynaması için birine ihtiyacı vardı ve Camon’un en iyilerden birisi olduğunu herkes bilirdi. Camon başını kaldırdı. “Hı? Yaygara mı? Ha, o sadece ufak bir disiplin sorunuydu. Takma kafana Theron.” Camon lafını kibirli bir el hareketi yaparak noktaladı; bu kadar iyi bir şekilde bir aristokratı oynayabilmesinin bir sebebi vardı. Büyük Evler’den birinin üyesi olabilecek kadar kendini beğenmişti. Theron’un gözleri kısıldı. Vin adamın büyük olasılıkla ne düşündüğünü biliyordu. Bir kere iş bittiği zaman Camon’un şişko sırtına bir bıçak saplamanın ne kadar riskli olacağına karar vermeye çalışıyordu. Eninde sonunda uzun boylu çetebaşı gözlerini Camon’dan ayırarak Vin’e bir göz attı. “Bu kim?” diye sordu. “Sadece benim çetemin bir üyesi,” dedi Camon.

“Ben başka kimseye ihtiyacımız olmadığını sanıyordum.” “Eh, ona ihtiyacımız var,” dedi Camon. “Boş ver kızı. İşin benim olan tarafı seni ilgilendirmez.” Theron, Vin’e dik dik baktı, belli ki kanlı dudağını fark etmişti. Vin başka tarafa baktı. Ancak Theron’un bakışları vücudunda baştan ayağa ilerleyerek onun üstünde oyalandı. Basit, düğmeli beyaz bir gömlek ve iş tulumu giyiyordu. Hiç de cazibeli filan değildi; cılızdı ve genç yüzü on altı yaşında olduğunu bile göstermiyor olsa gerekti. Ancak bazı adamlar böyle kadınları tercih ediyordu. Onun da üzerinde bir parça Şans kullanmayı düşündü ama Theron sonunda arkasını döndü. “Obligatör neredeyse burada olacak,” dedi. “Hazır mısın?” Camon gözlerini devirerek kendini masanın arkasındaki sandalyeye yerleştirdi. “Her şey mükemmel. Git başımdan Theron! Odana geri dön ve bekle.

” Theron kaşlarını çattı, sonra da hızla dönüp kendi kendine mırıldanarak yürüyüp odadan çıktı. Vin odayı tarayarak dekoru, hizmetkârları, atmosferi inceledi. En sonunda Camon’un masasının yanına doğru ilerledi. Çetebaşı oturmuş bir kâğıt yığınını karıştırıyor, görünüşe göre masanın üstüne hangilerini koyacağına karar vermeye çalışıyordu. “Camon, hizmetkârlar fazla düzgün,” dedi Vin sessizce. Camon başını kaldırarak kaşlarını çattı. “Sen ne zırvalıyorsun?” “Hizmetkârlar,” diye tekrar etti Vin yumuşak bir fısıltıyla konuşarak. “Lord Jedue’nün çaresiz olması gerekiyor. Kendisinin eskiden kalma zengin giysileri vardır ama böylesine zengin hizmetkârlara yetecek parası olmaz. Skaa kullanır.” Camon ona ateş püsküren gözlerle baktı ama durakladı. Fiziksel olarak asillerle skaalar arasında çok az fark vardı. Ancak Camon’un atamış olduğu hizmetkârlar düşük dereceli asiller olarak giyinmişlerdi, renkli yelekler giymelerine izin verilmişti ve biraz daha kendine güvenli bir şekilde dikiliyorlardı. “Obligatörün senin neredeyse iflas etmiş olduğunu düşünmesi gerek,” dedi Vin. “Odayı bunlar yerine bir sürü skaa hizmetkârla doldur.

” “Sen ne anlarsın?” dedi Camon ona kaşlarını çatarak. “Yeteri kadarını.” Vin anında sözünden pişman oldu, kulağa fazlasıyla isyankâr geliyordu. Camon yüzüklü elini kaldırdı ve Vin de kendisini bir diğer tokat için hazırladı. Daha fazla Şans kullanmaya cesaret edemezdi. Zaten çok az bir şey kalmıştı. Ancak Camon ona vurmadı. Bunun yerine içini çekti ve tombul elini omzuna koydu. “Neden beni kışkırtmakta ısrar ediyorsun Vin? Ağabeyinin kaçtığı zaman geride bıraktığı borçları biliyorsun. Benden daha az insaflı olan bir adamın seni uzun zaman önce pezevenklere satmış olacağının farkında mısın? O senden sıkılıp da idam ettirene kadar bir asilin yatağında hizmet etsen daha mı iyi olurdu?” Vin başını eğip ayaklarına baktı. Camon’un kavrayışı sıkılaştı, parmakları boynun omuzla birleştiği yerden derisini sıkıyordu ve Vin’in de acıyla nefesi kesildi. Camon tepkisine sırıttı. “Dürüst olursam, seni neden tuttuğumu bilmiyorum Vin,” dedi kavrayışının basıncını artırarak. “Aylar önce, ağabeyin bana ihanet ettiği zaman senden kurtulmuş olmam gerekirdi. Sanırım benim kalbim fazla yumuşak.

” En sonunda Vin’i bıraktı, sonra da odanın yan tarafındaki uzun bir süs bitkisinin yanında durması için eliyle işaret etti. Vin emredildiği gibi yaptı ve bütün odayı tam olarak görebileceği bir şekilde yerleşti. Camon başka tarafa bakar bakmaz da omzunu ovdu. Sadece bir diğer acı. Acıyla baş edebilirim. Camon birkaç saniye oturdu. Sonra da, beklenildiği gibi, yanındaki iki “hizmetkâra” elini salladı. “Siz ikiniz!” dedi. “Fazla zengin giyinmişsiniz. Gidin bunlar yerine sizi skaa hizmetkârlar gibi gösterecek bir şeyler giyin ve geri geldiğiniz zaman da yanınızda altı adam daha getirin.” Kısa süre sonra oda Vin’in önerdiği gibi doldurulmuştu. Obligatör de kısa bir süre sonra geldi. Vin, Prelan Laird’in kibirli bir şekilde odaya girişini izledi. Tüm obligatörler gibi kafası kazınmış olan adamın koyu gri cübbesi vardı. Gözlerinin etrafındaki Nezaret dövmeleri onu bir prelan, Nezaret’in Maliye Kantonu’ndan üst seviyeden bir bürokrat olarak tanımlıyordu.

Arkasından gelen bir dizi daha düşük seviyeli obligatör vardı; onların göz dövmeleri ise çok daha sadeydi. Camon, Prelan içeri girerken bir saygı işareti olarak ayağa kalktı, Büyük Ev asillerinin en yüksek düzeylilerinin bile Laird’in rütbesindeki bir obligatöre saygı göstermesi gerekirdi. Laird’in kendisi herhangi bir selam ya da karşılık vermedi ve bunun yerine ilerleyerek Camon’ın masasının önündeki sandalyeye oturdu. Bir hizmetkâr rolü yapan çete üyelerinden biri hızla öne atılarak obligatöre soğutulmuş şarap ve meyve getirdi. Laird hizmetkârın sanki bir masaymış gibi itaatkâr bir şekilde ayakta durup yiyecek tepsisini tutmak zorunda kalacağı şekilde isteksizce meyveleri biraz dürtükledi. “Lord Jedue,” dedi Laird en sonunda. “Karşılaşma fırsatı bulduğumuz için memnun oldum.” “Ben de öyle, Hazretleri,” dedi Camon. “Peki ya neden Kanton binasına gelemediniz de benim sizi burada ziyaret etmemi talep ettiniz?” “Dizlerim, Hazretleri,” dedi Camon. “Hekimlerim benim mümkün olduğunca az seyahat etmemi öneriyorlar.” Ve sen de bir Nezaret kalesinde kısılıp kalma konusunda doğal olarak endişeliydin, diye düşündü Vin. “Anlıyorum,” dedi Laird. “Sakat dizler. Nakliyat konusuyla meşgul olan bir adam için talihsiz bir durum.” “Ben yolculuklara çıkmak zorunda değilim, Hazretleri,” dedi Camon başını eğerek.

“Sadece onları organize ediyorum.” İyi, diye düşündü Vin. İtaatkâr kaldığından emin ol, Camon. Çaresiz görünmen gerekiyor. Vin’in bu dolabın başarılı olmasına ihtiyacı vardı. Camon, Vin’i tehdit ediyor ve dövüyordu ama onun iyi şans getirdiğine de inanıyordu. O odadayken planlarının neden daha iyi gittiğini bilip bilmediğinden emin değildi ama görünüşe göre Camon da bağlantıyı kurmuştu. Bu da Vin’i değerli kılıyordu ve Reen de her zaman yer altında sağ kalmanın en garantili yolunun kendini vazgeçilmez kılmak olduğunu söylemişti. “Anlıyorum,” dedi Laird tekrar. “Eh, korkarım ki görüşmemiz sizin amaçlarınız için fazlasıyla geç kalmış durumda. Maliye Kantonu zaten önergenizi oylamaya koydu.” “Bu kadar çabuk mu?” diye sordu Camon gerçekten de şaşırarak. “Evet,” diye cevap verdi Laird şarabından bir yudum alarak, hâlâ hizmetkârı göndermemişti. “Sizin sözleşmenizi kabul etmemeye karar verdik.” Camon bir an için afallamış hâlde oturup kaldı.

“Bunu duyduğum için üzüldüm Hazretleri.” Laird seninle görüşmeye geldi, diye düşündü Vin. Bu da hâlâ pazarlık edebilecek bir konumda olduğu anlamına gelir. “Gerçekten de,” diye devam etti Camon da Vin’in fark etmiş olduğu şeyi görerek. “Bu da özellikle talihsiz bir durum çünkü ben Nezaret’e daha bile iyi bir teklifte bulunmaya hazırdım.” Laird dövmeli bir kaşını kaldırdı. “Bunun bir fark yaratacağından şüpheliyim. Meclis’te personelimizin taşınması için daha istikrarlı olan bir ev bulursak Kanton’un daha iyi hizmet göreceğini hissedenler var.” “Bu ciddi bir hata olur,” dedi Camon pürüzsüz bir şekilde. “Gelin dürüst olalım, Hazretleri, ikimiz de bu sözleşmenin Jedue evinin son şansı olduğunu biliyoruz. Şimdi Farwan anlaşmasını da kaybetmiş olduğumuza göre, artık kanal teknelerimizi Luthadel’e getirmeye gücümüz yetmez. Nezaret’in himayesi olmaksızın evimin ekonomik açıdan sonu gelir.” “Bu beni ikna etme konusunda pek bir işe yaramıyor, Lordum,” dedi obligatör. “Yaramıyor mu?” diye sordu Camon. “Kendinize şunu sorun Hazretleri, kim size daha iyi hizmet eder? Dikkatini vermesi gereken düzinelerce sözleşmesi olan ev mi, yoksa sizin sözleşmenizi son umudu olarak gören ev mi? Maliye Kantonu çaresiz olan bir tanesinden daha yumuşak başlı bir iş ortağı bulamaz.

Kuzeyden buraya çıraklarınızı getiren teknelerin benimkiler olmasına izin verin, onlara refakat eden askerlerin benimkiler olmasına izin verin ve inanın hayal kırıklığına uğramayacaksınız. ” İyi, diye düşündü Vin. “Anlıyorum…” dedi obligator; şimdi canı sıkılmıştı. “Size bir yolculuk için kafa başına elli boxing fiyatta sabitlenmiş olarak uzatmalı bir sözleşme önermeye gönüllü olurum, Hazretleri. Çıraklarınız teknelerimizde kendi istedikleri şekilde seyahat edebilirler ve her zaman da ihtiyaç duydukları refakatçilere sahip olacaklar.” Obligator bir kaşını kaldırdı. “Bu önceki fiyatın yarısı.” “Size söyledim,” dedi Camon. “Biz çaresiziz. Evimin teknelerini çalıştırmaya devam etmesi zorunlu. Elli boxingle biz bir kâr etmeyeceğiz ama bunun bir önemi yok. Bir kere bize istikrar sağlayacak olan Nezaret sözleşmesini elde ettiğimiz zaman kasalarımızı doldurmak için başka sözleşmeler de bulabiliriz.” Laird düşünceli görünüyordu. Bu fevkalâde bir anlaşmaydı, normalde şüpheli görünebilecek bir anlaşma. Ancak Camon’un gösterisi mali yıkımın eşiğinde olan bir evin görüntüsünü yaratıyordu.

Diğer çetebaşı Theron bu anı yaratabilmek için hazırlanarak, dolap çevirerek ve plan kurarak beş yıl harcamıştı. Nezaret bu fırsatı değerlendirmemekle ihmalci davranmış olurdu. Laird de tam olarak bunu fark ediyordu. Çelik Nezaret, Son İmparatorluk’ta sadece bürokrasinin ve yasal otoritenin gücü değildi; kendisi de bir asil ev gibiydi. Ne kadar çok zenginliği olursa, kendi ticari sözleşmeleri de o kadar iyi olur, çeşitli Nezaret kantonlarının da birbirlerine ve asil evlere karşı kullanmak üzere o kadar yüksek nüfuzu olurdu. Ancak Laird’in hâlâ tereddütlü olduğu belliydi. Vin onun gözlerindeki bakışı, kendisinin de iyi bildiği şüpheyi görebiliyordu. Sözleşmeyi kabul etmeyecekti. Şimdi sıra bende, diye düşündü Vin. Vin Şans’ını Laird üzerinde kullandı. Kararsız bir şekilde uzandı, ne yaptığından ya da neden yapabiliyor olduğundan bile aslında emin değildi. Ancak dokunuşu içgüdüseldi, yılların incelikli pratiğiyle eğitilmişti. Kendisinin yapabildiği şeyi başka insanların da yapamadığını on yaşına gelmeden önce fark etmemişti. Laird’in duygularına bastırarak onları köreltti. Laird daha az şüpheci, daha az korkar bir hâle geldi.

Uysallaştı. Endişeleri eriyip gitti ve Vin gözlerine sakin bir kontrol hissinin yerleşmeye başlamış olduğunu görebiliyordu. Ama Laird yine de hafifçe kararsızmış gibi görünüyordu. Vin daha da sıkıca bastırdı. Laird düşünceli görünerek başını yana eğdi. Konuşmak için ağzını açtı ama Vin ona tekrar bastırarak çaresizce Şans’ının son kırıntısını harcadı. Laird tekrar durakladı. “Pekâlâ,” dedi en sonunda. “Bu yeni teklifi Meclis’e götüreceğim. Belki de hâlâ bir anlaşma şansı olabilir.” Eğer insanlar bu sözleri okursa, bilsinler ki güç ağır bir yük. Onun zincirleri tarafından bağlanmamayı arzulayın. Terris kehanetleri diyorlar ki ben dünyayı kurtaracak güce sahip olacakmışım. Ancak ima ediyorlar ki onu yok edecek güce de sahip olacakmışım. 2 KELSİER’NİN GÖRÜŞÜNE GÖRE Luthadel şehri, Lord Hükümdar’ın payitahtı, kasvetli bir görüntüydü.

Binaların çoğu taş bloklardan inşa edilmişti ve zenginlerin kiremit, kalanların ise basit, eğimli tahta çatıları vardı. Yapılar genellikle üç katlı olmalarına rağmen bodur gibi görünmelerine neden olacak şekilde dip dibeydiler. Konut ve dükkânların dış görünüşleri tekdüzeydi; burası dikkati üzerine çekmenin uygun olduğu bir yer değildi. Elbette yüksek aristokrasinin bir üyesi olmadığın sürece. Şehrin içine serpiştirilmiş bir düzine kadar yekpare taştan yapılmış kale vardı. Mızrağa benzer kule sıraları ya da derin kemerli kapılarıyla incelikli bir şekilde inşa edilmiş olan bu kaleler yüksek aristokrasinin evleriydi. Hatta aslında bunlar yüksek asil ailelerin damgalarıydı: Luthadel’de belirgin bir varlık göstermeye ve bir kale inşa etmeye gücü yetebilen her aile bir Büyük Ev sayılırdı. Şehirdeki açık alanların çoğu bu kalelerin etrafındaydı. Konutların arasındaki açık alanlar bir ormandaki açıklıklar, kalelerin kendileri ise manzaranın içinden yükselen dağlar gibiydi. Siyah dağlar. Şehrin geri kalanı gibi, kaleler de sayısız yılların kül yağmurlarıyla lekelenmişti. Luthadel’deki her bina, neredeyse Kelsier’in hayatında gördüğü her bina, bir yere kadar kararmıştı. Hatta Kelsier’in şu anda üzerinde durmakta olduğu şehir duvarı bile bir kül tabakası tarafından karartılmıştı. Binaların rengi genellikle külün toplandığı tepe kısımlarında daha koyu olurdu ama yağmur suları ve akşamları oluşan buğulanmalar lekeleri çatı kenarlarından yanlara ve duvarlardan aşağılara da taşırdı. Bir tuvalden aşağı akan boya gibi, karanlık da binaların yanlarından aşağıya düzgün olmayan bir cephe hâlinde süzülürmüş gibi görünürdü.

Sokaklar ise elbette tamamıyla siyahtı. Aşağıdaki sokakta bir grup skaa işçi en yeni kül tepelerini temizlemek için çalışırlarken Kelsier şehri gözleriyle tarayarak ayakta bekledi. İşçiler kül yığınlarını sürüklenip gitmesi için şehrin ortasından geçen Channarel Nehri’ne taşıyacaktı ki küller yığıla yığıla en sonunda şehri gömmesin. Bazen Kelsier neden bütün imparatorluğun sadece kocaman bir kül tepesi olmadığını merak ediyordu. Külün eninde sonunda parçalanarak toprağa karışıyor olması gerektiğini varsayıyordu. Ancak şehirleri ve tarlaları kullanılabilecek kadar temiz tutmak için manasız bir biçimde emek harcanması gerekiyordu. Neyse ki her zaman işi yapmaya yetecek kadar skaa oluyordu. Kelsier’in aşağısındaki işçiler yıpranmış ve kül lekeli basit ceket ve pantolonlar giyiyordu. Birkaç hafta önce geride bırakmış olduğu plantasyon işçileri gibi; onlar da yenik düşmüş, umutsuz hareketlerle çalışıyorlardı. Başka skaa grupları işçilerin yanından geçerek uzaklardan gelen, saat başını haber veren ve onları demirhane veya değirmenlerdeki sabah vardiyalarına çağıran çanlara karşılık veriyordu. Luthadel’in ana ihracat ürünü metaldi; şehir yüzlerce demirhane ve dökümevine ev sahipliği yapıyordu. Nehrin akıntısı da hem tahıl öğüten değirmenler hem de tekstil fabrikaları için mükemmel bir koşul sağlıyordu. Skaalar çalışmaya devam etti. Kelsier onlara sırtını dönerek uzaklara, Lord Hükümdar’ın sarayının bir çeşit devasa, çok omurgalı böcek gibi yükselmekte olduğu şehrin merkezine doğru baktı. Kredik Shaw, Bin Kuleli Tepe.

Sarayın boyutu tüm asillerin kalelerinin birkaç katıydı ve açık ara şehirdeki en büyük binaydı. Kelsier durmuş şehri düşünürken yeni bir kül yağmuru daha başladı; kül tanecikleri sokakların ve binaların üstüne hafifçe düşüyordu. Son zamanlarda çok kül yağmuru var, diye düşündü pelerininin kapüşonunu çekmek için bir bahanesi olmasına memnun olarak. Küldağları aktif olmalı. Luthadel’de herhangi birinin onu tanıması pek olası değildi, yakalanmasından bu yana üç yıl geçmişti. Yine de kapüşon güven vericiydi. Eğer her şey iyi giderse, Kelsier’in görülmeyi ve tanınmayı isteyeceği bir zaman gelecekti. Şu an için ise bilinmezlik büyük ihtimalle daha iyiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir