Bulent Orakoglu – Desifre

Susurluk kazasının dördüncü yılında yine aynı gazetenin, çıkardığı Susurluk albümünde şahsıma yer verdiğini, fotoğrafımın altına Genelkurmay’a köstebek soktuğumu iddia eden bir önsöz koyduğunu ve internet sitesine de bu albümü dahil ettiğini hatırlıyorum. Hatta aynı gazetenin değerli bir yazarıyla yaptığım bir söyleşide, bu konudan dolayı rahatsızlığımı ileterek kamuoyuna ‘Köstebek Skandalı’ olarak yansıyan olaylarla ilgili bilgi veriyordum. Bu olayın Susurluk’la yakından uzaktan hiçbir bağlantısının olmadığını belirtmeme rağmen Susurluk kazasının beşinci yıldönümünde aynı gazetenin bu albüme fotoğrafımı dahil ederek Alaaddin Çakıcı’nın yakalanmasını eski İçişleri Bakanı Meral Akşener’in emri ile durdurduğum iddia ediliyordu. Hafızamı yokladım. Tüm gazete arşivlerini, bu konu ile ilgili tüm yazı, yorum ve haberleri taradım. Ancak bu yoruma neden olabilecek tek bir habere rastlayamadım. Alaaddin Çakıcı’nın yakalanması ile ilgili operasyonel çalışmayı başlatan ismi, yani beni, Bülent Orakoğlu’nu Susurluk’un içinde gösterme çabası ne anlama geliyordu? Susurluk kapsamı içinde adı geçenlerle ilgili olarak şahsıma herhangi bir dava açılmamışken, bu konuda herhangi bir suçlama da yapılmamışken, insanların şeref ve haysiyetlerine reyting uğruna saldırmak, hangi vicdan ve meslek haysiyeti ile bağdaşıyordu? Elimde hiçbir belge ve delil yokken ben de bu gazetecinin, ülkemizde gündemi manipüle eden ajan provokatörlerin istekleri doğrultusunda kamuoyunu yalan haberlerle bilgilendirdiğini iddia etsem doğru olur mu? Kuşkusuz bu, doğru bir davranış olmaz. Esasen tam bu noktada ‘Basın Konseyi’nin yayımladığı ve her basın mensubunun uymak zorunda olduğu ahlak bildirgesini hatırlatmak istiyorum. Hürriyet gazetesi köşe yazarı Sedat Ergin’in muhtelif tarihlerde Emniyet istihbarat Dairesi’ni ve şahsımı hedef alan yazılarını ibret vesikası olarak okudum. Bu yazarımızın derin ve gizli yerlerden aklığı izlenimini veren bazı bilgilere, ‘andıclı’ yorumlarını da katarak kamuoyuna sunması, hiç şüphesiz gazetecilik mesleğinin en başarılı örneklerini teşkil etti! Sedat Ergin gibi tecrübeli bir gazeteci muhakkak ki kamuoyunu aydınlatacak sansasyonel haber, yorum ve analizlerde, doğrular üzerine oturmuş bazı kaynaklardan faydalanacaktı. Ancak bu haber ve yorumlar, bir hukuk devletinde, yargıda devam eden davalar hakkında kesinlikle olmamalıydı. Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu olduğum dönemlerde davayı kesinlikle etkileyecek, hatta bir iddiaya göre şahsım hakkında verilmesi emredilen mahkûmiyet kararının toplumu manipüle ederek haklı gösterilmesi amacıyla yayınlar yapılması ne derece doğruydu? Kamuoyuna ‘Köstebek Skandali’ olarak yansıyan olayların perde arkasını uzun yıllar sonra kaleme almak niyetindeydim. Ülke ve millet yararının bu yönde olduğuna inanıyordum ancak 1997 şubatından başlayarak günümüze kadar devam eden bazı gazetelerin bilgi noksanlığı veya ideolojik art niyetlerle yayınlarına ısrarla devam etmeleri üzerine, kamuoyunu yanlış bilgilendiren yayın organlarına ve bu konuda yazılan bazı kitaplara cevap mahiyetinde olmak üzere bu çalışmayı hazırladım. Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna inancımı her zaman muhafaza ettim. Nereden ve kimler tarafından yönlendirildiği herkesten önce aziz milletimizin malumu olan birkaç basın mensubunun yapıp ettikleri, bu inancımı hiçbir zaman sarsmadı.


Ancak ne yazık ki tarihin bir döneminde onlar, ülke kamuoyunu bilinçli olarak yanlış yönlendirmeyi ve bundan kendi odakları için çıkar elde etmeyi tercih ettiler. Bu yanlış tercih onlarındı ama tarih önünde geçerli ve meşru olan yegâne tercih milletimizindir. Ve milletimiz, her zaman doğruyu tercih ederek üstün meziyetlerini bir kez daha ortaya koydu. Görevim nedeniyle edindiğim devlet sırrı kapsamındaki bilgi ve olaylar kapsam dışı kalmak üzere, kamuoyunu ve toplumu doğru bilgilendirmek amacıyla hatıralarımı kaleme aldım. Olayların başlangıcından itibaren başta eşim, çocuklarım ve yalçınlarım olmak üzere, bana her türlü manevi desteği veren Türk halkına, DYP, RP, FP, BBP, YDP ve LP genel başkanlarına, milletvekillerine, olayları gerçekçi bir tarzda yansıtan medya mensuplarına, bilhassa değerli yazarlarımızdan Sayın Nazlı Ilıcak’a, Sayın Cengiz Çandar’a, Sayın Fehmi Koru’ya, Sayın Ahmet Taşgetiren’e, Sayın Gülay Göktürk’e, Sayın Taha Akyol’a, Sayın Tuncay Özkan’a, Sayın Aydoğan Vatandaş’a, Sayın Nasuhi Güngör’e ve olayı gerçek boyutlarıyla kamuoyuna taşıyan diğer yazarlarımıza, Türk Polis Teşkilatımızın tüm personeline en içten dileklerimle saygı ve şükranlarımı sunarım. Bülent Orakoğlu BÖLÜM 1 BİRİNCİ BÖLÜM BİR UZUN MÜCADELENİN KISA ÖYKÜSÜ GEÇMİŞE YOLCULUK • Hatay’dan Niğde’ye • Orakoğlu’nu Uğurlarken • Bitmeyen Senfoni “Sürgün” “Ağar Telefonları” • Şükrü Balcı Olayı • Genel Müdür Kıpkırmızı Oldu • Ağar’la Yıldızım Barışmıyor • Teklif ve Değişen Kaderim • İşler Yeniden Karışıyor • Ağar’la Uzlaştırma Çabaları. BİR UZUN MÜCADELENİN KISA ÖYKÜSÜ GEÇMİŞE YOLCULUK Cezaevinde, saatler geçmek bilmez. Zaman ve mekân kavramını yitirdiğiniz anlar olur. Hele niçin orada olduğunuza cevap vermekte zorlanıyorsanız… Bütün gece çeşitli duygular ve sıkıntılar içinde kıvrandıktan sonra sabaha karşı uykuya yenik düşmüşken aniden, çelik dolaplara indirilen darbelerin çıkardığı gürültülerle irkilerek uyandım. Önceleri nerede olduğumu anımsamaya çalışırken 50-60 metrekarelik büyük bir koğuşta bulunduğumu, tavana yakın iki pencerenin demir parmaklıklarla kaplı olduğunu hissetmeye başladım. Kapının tamamen demirle kaplı ve çelik kapının üst tarafında 30×20 ebadında, sürgülü, açılıp kapanan, tutuklularla gardiyanlar arasında ana kapıyı açmadan görüşme sağlayan küçük pencereyi gördükten sonra yavaş yavaş nerede olduğumu anımsamaya başladım, içimi büyük bir sıkıntı kapladı. Çok kısa bir süre içinde hayatım gözümün önünden akıp geçti, insanlar ölürken hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp geçtiği söylenir, işte öyle bir şeydi. Tüm polislik yaşamım, Terör ve istihbarat Şube Müdürü ve ti Emniyet Müdürü olarak yaptığım operasyonlar. Emniyet istihbarat Dairesi’nde göreve başlayışım, istihbarat Daire Başkanı olarak görevde kaldığım günler, apar topar ABD’ye gönderilişim, New York’ta geçirdiğim günler, casus, Vatan haini’ suçlamaları, Türkiye’ye dönüşüm ve 16 Temmuz 2000 tarihinde tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi’ne kapatılışım birkaç saniyede gözümün önünden geçti. Önceleri büyük bir sıkıntı ve bezginliğin tüm benliğimi sardığını hissettim ancak daha sonraları içimi büyük bir öfke kapladı ve kendi kendime sordum: Görevini hakkıyla yapan, emniyet teşkilatının üst düzey bir görevlisi bunları hak etmiş miydi? Yıllarca cansiparane hizmet ettiği, her fırsatta savunduğu, uğruna çatışmalara girdiği devleti; kendisini, 30 bin cana kıyan PKK lideri Abdullah Öcalan’la aynı kefeye koyarak ‘casus’, Vatan haini’ sıfatını niçin layık görmüş ve o dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve diğer yetkilileri, ‘güçlünün hukuku’na tabi kalaralc bu senaryoya niçin alet olmuşlardı? Bu düşünceler içerisinde süratle kendimi topladım: Suç işlemedim, görevimi yaptım.

O anki psikolojimle devleti suçlamak en doğru iş gibi görünse bile ben, bunu yapmadım. Tüm meslek yaşamım boyunca devletime, milletime sadakatle hizmet etmiş bir kişi olarak, devlet içinde çöreklenmiş mafya ve menfaat gruplarıyla kol kola girmiş, kendi menfaatlarını ülkemiz menfaatlarının önüne çıkararak Atatürkçülük ve laikliği kendilerine kalkan olarak kullanan bu kişileri ve faaliyetlerini, devletin kurumlarına zarar vermeden ortaya çıkarmanın; milletimize ve devletimize yapılacak hizmetlerin en büyüğü, en şereflisi olduğu düşüncesiyle biraz teselli buluyordum. Ancak öncelikle Emniyet istihbarat Dairesi ve şahsıma kurulan bu komplodan kurtulmak ve gerçekleri ortaya çıkarmak için uygulanacak strateji üzerinde, işte tam o anda düşünmeye başlıyordum, içgüdüsel savunma refleksim polislik mesleğimde geçen uzun yılların bir kazanımı olarak ortaya çıkıyor. Kendimden önce ailemi, yakınlarımı ve istihbarat Daire Başkanı olarak meslektaşlarımı düşünüyordum. Kendim için zerre kadar korkmuyor ve endişe etmiyordum ancak yakın akrabalarımla aynı zamanda meslektaşım da olan oğlum, gelinim ve kardeşlerimi düşünerek endişeleniyor, onların ve emniyet teşkilatı içindeki yakın çalışma arkadaşlarımın hakkımdaki Vatan haini, casus’ suçlamalarından nasıl etkileneceklerini, toplumun ve çalışma arkadaşlarımın reflekslerinin ne olacağını merak ediyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konular bir karabasan gibi üstüme çöküyor, beynimi kemiriyordu. Yakınlarım ve arkadaşlarım için başaramamaktan, aklanamamaktan ölesiye korkuyordum. Hafızam beni sürekli geçmişe götürüyor, bazı olayları yeniden değerlendiriyordum. 1993 yılı sonundan itibaren Niğde Emniyet Müdürlüğü görevini sürdürüyorum. Niğde, iç Anadolu’da şirin ve gelişmeye çalışan bir ilimiz. Niğde Üniversitesi’nin kurulmasıyla birlikte baş gösteren ve sağ-sol çatışmasına dönüşen öğrenci olayları ilde had safhadaydı. Büyük illerimizde meydana gelen öğrenci olayları ânında Niğde Üniversitesi’ne de yansıyordu. Bununla birlikte, Adana-Ankara karayolunun Ulukışla-Pozantı kesiminde, alınan tüm önlemlere rağmen çok sayıda ölümlü trafik kazası meydana geliyordu. Bir de ‘Neron’umuz vardı. Aksaray, Kayseri ve ilimizde, elinde benzin bidonu ile apartmanların çatı katlarında yangınlar çıkaran, elimizde robot resmi bulunan bir kişi.

Hatay Emniyet Müdürlüğü görevinden Niğde Emniyet Müdürlüğü görevine atandığım aralık 1993’ten bu yana, günlük asayiş olayları dışında, yapımına benden önce başlanan emniyet müdürü müstakil lojmanını bitirmiş, bölge trafik

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir