Burak Turna – SistemA

Sistem düşüncesinin ortaya çıkmasına neden olan etken, yani atom düşüncesi çok eskiye, Yunan düşünür Demokritus’a dayanıyor. Bu düşünce, yani dış dünyanın atomlar ve bu atomlar arasındaki bağlantılardan oluştuğu düşüncesi, zaman zaman ortaya çıkarak kimi düşünürlerin eserlerine damga vurmuş. Ancak bu zamana kadar olması gereken yere gelemediğini düşünüyorum. Bu denemenin esas yazılma amacı düşüncenin şu anda bulunduğu yapıyı değiştirerek bugün için fantastik kabul edilen düşünceler ve kavramlar için mantıksal bir altyapı oluşturmak. Sistem Düşüncesi’ni anlamak ve daha geniş bir teori haline gelmesinde ilk adımları atmak, amacımıza ulaşmada önemli yarar sağlayacaktır. Öncelikle kavramsal bilimlerin, yani etik, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerin kendilerini konumlandırabilecekleri bir temel oluşmuş olacağı gibi deneysel bilimlerle, yani fizik, astronomi gibi bilimlerle aralarında oluşan kaymalara bir son vererek deneysel bilimleri kendilerine bir kesinlik sağlama aracı olarak kullanmalarına son vermek. Böyle bir amaca tek bir metinde ulaşmaya imkan yok, ancak bir başlangıç yapıldığında Sistem Düşüncesi’nin bu etkiyi yaratacak güce sahip olacağını düşünüyorum. Kavramsal ve deneysel bilimler arasındaki ilişkilerin doğru biçimde algılanması, kavramsal bilimlerin deneysel bilimlerin metodlarını kullanarak ulaştıkları belirsizliği ortadan kalmış olacak, daha doğru soruların ve daha doğru cevapların bulunması da bu sayede mümkün olabilecek. Yüzyıllar boyunca elde edilen deneysel verilerden imbiklenen birikimi kullanarak aşağı yukarı genel sonuçlara ulaşan deneysel bilimlere özenen kavramsal bilimlerin de bu yöntemleri kullanarak bir yerlere varmaya çalışması çoğu zaman duvara tosluyor. Fizik alanında elde edilen bir verinin bilim adamları tarafından kesin olarak tanımlanması ile sosyal bilimler alanında elde edilen verinin kesin olarak tanımlanması birbirinden çok farklı iki olgu. Bu iki olgunun karıştırılması durumunda ortaya korkunç sonuçlar çıkabiliyor. Örneğin Newton fiziğinin pek çok konuda yetersizliği ortaya çıkmış olmasına rağmen belli bazı alanlarda kullanımı halen kesin sonuçlar verebiliyor. Ancak ekonomi alanında bir zamanlar kesin olarak kabul edilen veriler, belli bir dönem sonra kesin olmak bir yana tamamen terk ediliyor. Buna getirilen en büyük dayanak da insanla ilgili bilimlerin nesnesi olan insanın değiştiği vs. Eğer gerçekten böyle bir durum söz konusuysa o zaman insani bilimler diye bir şey söz konusu olamaz.


Bilim kavramının kullanıldığı her yerde süreklilik kavramının da kullanılması gerekir. Çünkü pozitif bilimlerin kapsamında var olan kurumsal yapının devamı için bu zorunludur. Oysa insanı konu alan bilimlerde bu durum sık sık aksıyor. Bir ideolojinin bakış açısı bir anda bilimsel diye değerlendirdiğimiz psikolojik verilerin çok dışında değerlendirmeler getirebiliyor. Hal böyle olunca insanla ilgili bilimlerde bilim adamlarının teorilerini kesinlik temeline oturtmak için doğa bilimlerine başvurduğunu ve bu durumun da son derece vahim sonuçlar doğurduğunu görüyoruz. “Sokal Vakası” buna çok güzel bir örnektir. Gerçekten de bilimsel olma çabasındaki düşüncenin yaşadığı en büyük krizlerden birisi olarak adlandırılabilecek bu olay, bilimsel olma çabasındaki düşüncenin neredeyse boş laftan ibaret olabileceği gibi vahşi değerlendirmelere götürebilir. Tüm bu karışıklığın arkasında çok önemli bir konu var. Kesinlik ihtiyacı, evet insanı konu alan bilimlerin en büyük ihtiyacı doğal bilimlerde olduğu gibi kendisini kesinliğin üzerine oturtma çabasıdır. Bu olmadığı sürece bu bilimlerin hak ettiği saygıyı görmeyeceği düşüncesi hakimdir ve kimi zaman da buna benzer örneklere rastlanıyor. Sistem Teorisi bu karışıklığı gidermek için bir araç olabilir mi? Bunu gerçekten ciddi biçimde analiz edip görmek gerekir. Doğal bilimlerin kullandığı nedensellik ilkesi, insani bilimlerde aynen geçerli olmayabilir. Sistem kavramına yeni bir gözle bakmak belki de bizi bu açmazdan kurtarabilir. Peki sistem teorisi doğal bilimler içinde kullanılabilir mi? Zaten belli ölçüde kullanılıyor ve aslında hemen hemen her bilimin içinde var olan bir olgu, ancak başka bir açıdan incelendiğinde doğal bilimlerin yaşadığı sorunlara da yeni kapılar açma olasılığını taşıyabilir. Bunu bilmiyoruz ancak bir olasılığın varlığını umuyoruz.

Genel Sistem Teorisi adıyla 1940 yılında biyolog Von Neumann tarafından ortaya atılan görüşlerin, bu denemede yer alan sistem teorisi ile bir ilişkisi yoktur ve bu deneme tamamen çok basit ve saf gözlemlere dayalı olarak, çok “yalın” bir algının çözümlenmesi ve bu algının da çözümlemeye dahil edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Yalınlık kavramını tartışmayacağım çünkü bilincin oluşmadığı ve tamamen içgüdüsel görünen bir davranış olan yeni doğmuş bir bebeğin elini annesine uzatmasına indirgenebilecek kadar yalın bir algıdan, iç-dış ya da burası-orası gibi sıradan bir uzaysal algıdan türetildiği de söylenebilir. Temel önermesi, “Düşünce bir sistemdir” önermesi ise, çeşitli öğelerin bir araya normalde önce ve sonra diye bir diziye oturtulabilecek bazı öğelerin bir araya geldiği bir sistemin fonksiyonudur. Bu denemenin sonucunda evrenin başlangıcı da Genel Olarak Sistem’in bir fonksiyonudur önermesine ulaşacağız. Nedensellikten hemen hemen arındırılmış bir sonuç bu. Ulaştığı sonuçlar bana öyle geliyor ki hayli kayda değer. Eğer benim anlatımımdan kaynaklanan belirsizlikler varsa bunların ortadan kaldırılması zamana kalmış bir durum. Bu teori herhangi bir öğeye dayanmıyor. Bu teori bir çeşit fonksiyon olarak görülmelidir ve bir fonksiyonun nedeni olamaz. Bu konu deneme içinde açıklanacak ancak hemen eklemeliyim, klasik nedensellik anlayışımız nedeniyle kendimizi ciddi zorlukların içine attığımızı düşünüyorum ve sistem teorisinin bence en büyük yararlarından birisi nedensellik anlayışımızda bir revizyonun ortaya çıkmasını sağlayabilir. Kitabın genel olarak ortaya koyduğu teorinin sonraki adımı, ikinci bölümde girişi yapılan zaman makinesinin mantıksal altyapısını oluşturmaktır. Bunu duyunca hemen yüzünüzü ekşitmeyin, zaman makinesi üzerine düşünmek bizim uzay zaman ile olan ilişkimizi analiz etmek açısından çok yararlı olacaktır en azından. Kendimizi sınırlayarak ilerlemek mümkün değildir ve zaman makinesi bizim atacağımız adımlardan bir tanesidir sadece. Zaman makinesine gelene kadar pek çok konudan bahsettim. Bazılarını kısaca özetleyip geçtim kiminde de daha özenle durdum.

Ancak sonuç olarak bakıldığında bu kısa bir kitap olmak zorunda, daha fazlasını kimsenin okuyacağını sanmıyorum BÖLÜM: 1 MUTLAK SİSTEM TEORİSİ Sistem, ayrıklar arasında oluşan iletişime verilen genel isimdir ve sistemler ayrık unsurlar ne olursa olsun referans noktalarından meydana gelir. Kavramsal olmakla beraber düşüncede ve algıda, “gerçeklik” ve “kesinlik” taşımaktadır. Burada gerçeklik ve kesinliğin sistem içinde kullanılmasına dikkati çekiyorum. Teorinin nirengi noktalarından bir tanesidir bu durum. Albert Einstein, görecelik kuramını geliştirirken, referans cismi kavramını kullanmıştır ve bu cisim hareketin yani tüm sistemin “ona” göre algılandığı cisimdir, ancak genel görecelik kuramında durum farklılaşır. Çünkü işin içine çekim alanları girdiğinde özel göreceliğin referans cisimleri uzay zamanın tarifinde doğru sonuç vermez. Genel görecelik kuramında ise Gauss Koordinat noktaları kullanılır. Einstein’ın ifade ettiği gibi, “Bütün Gauss koordinat sistemleri genel doğa yasalarının formülasyonunda temel olarak birbirine eşittir.” Ancak her iki teoride de, referans cisimleri sistemin tanımlanmasında merkez olarak ele alınır. Sistem Teorisi’nin mantığı da bu yol üzerinde gelişen bir mantıktır. Referans noktası kavramı bizi hem dilin hem de algının yarattığı karmaşadan kurtarıyor. Sistem düşüncesinde ana fikir sistemi oluşturan referans noktaları arasındaki “iletişim” üzerine kurulmuştur. Sistem içinde her şey iletişimle beraber ortaya çıkar, kendisi de bir sistem olan hareketin kendi içinde belli bir noktaya göre tanımlanması söz konusu olamaz. Sisteme dahil olan noktaların hepsi eşit biçimde sistemin parçasıdır. Nicel büyüklükler ya da nitel farklılıklar bizim algımıza etki etmemelidir, tabii Sistem Teorisi sınırları içinde kaldığımız sürece.

Sistem Teorisi ile Görecelik Kuramı’nın arasındaki fark burada yatar. Sistem Teorisi referans noktalarının iletişimin toplamıyken, Görecelik Kuramının Sistemi, referans cisminden yapılan gözleme göre belirlenir. Bu noktada Sistem Teorisi’nin felsefi bir boyuta geçtiğini ve düzeneğe yukarıdan baktığını görüyoruz. Bu noktada şunu iddia edebiliriz. İnsan algısı bir sistem olarak çeşitli referans noktalarından oluşur. Bu referans noktalarının içeriği değişim gösterebilir ancak bu değişim bizim algımızda bir fark yaratmayacaktır. Nihayetinde önemli olan bizim, sistemin referans noktalarını, birbiri ile ilişkileri içinde doğru olarak çözümleyip çözümlemediğimizdir. Eğer bir sistemi doğru çözümleyebilirsek, “sistem içinde” bir “kesinlik”ten bahsedebiliriz. Bu elde ettiğimiz kesinlik temel bir kesinliktir yoksa referans noktalarının niteliğine ya da niceliğine dönük bir kesinlik değildir. Zaten bu konuda bir kesinlik elde etmek mümkün değildir ancak doğal bilimlerin mantığını kullanarak yaklaşık değerlerden söz edilebilir. İnsan algısı sistem olarak çözümlenebilir ancak bu tek başına yeterli olmayacaktır. Algı sistemi, referans noktalarından oluşan bir sistem olarak düşünce iletir, zaten çözümlenebilir ve anlamlandırılabilirdir. Ancak bunun dışında düşüncelerin içinde bir referans noktası olarak da yer alır. Öyleyse, sistem olarak çözümlenen bir durum referans noktası olarak da başka bir sistemin içinde yer alarak “yeniden” çözümlenebilir. Bu yeniden çözümlemeler, sistem olarak çözümlenen ile referans noktası olarak çözümlenen arasında yeni etkileşimler meydana getirecektir.

Sonuçta ortaya gittikçe karmaşıklaşan bir genel sistem çıkar. Sistemin en genel hali, evren diye adlandırılır. Algıdan başlayarak ördüğümüz düşünce ağı son nokta olarak evren düşüncesini oluşturur. Ancak oluşturulan bu evren düşüncesi, evren düşüncesini ileten sistem, ki bu genel bir sistemin kendini oluşturan referans noktalarından birisi ile kurduğu iletişimden ibarettir, tam anlamıyla iletilmiş bir düşünce olarak sistemin kesinliğine sahipken, doğal bilimlerde kullanılan anlamda bir kesinlikten bahsetmek mümkün olmaz. Yani evren düşüncesini ileten bir sistem, evren düşüncesini ileten başka bir sistemle uyum göstermeyebilir. Bu durum ihmal edilirse başıboşluğa kadar gidebilir ancak bu noktada işleyişi devam ettirmeliyiz. Az önce söylediğimize örnek olarak bir ilkelin evreni ile bir modern insanın evrenini verebiliriz. Bu iki evren de aslında evren düşüncesini ileten sistemdir ancak ikisi arasında hayli fark vardır. Bu farkın nedeni, ilkel insana ulaşan evren düşüncesi, daha farklı ve daha az sayıda sistem iletişiminden oluşuyor olmasıdır. İlkel insanın evren düşüncesi, kesinlik taşımaktadır. Bu anlamda kesin bilgiye ulaşabilmiştir ilkel insan. Modern insan da kesin bir evren düşüncesine sahiptir. Ancak doğal bilimler alanında ne kadar çok deneysel bilgi elde edersek edelim, çok sayıda kesin veri ve bilimsel bilgi birikimi sağlayabiliriz belki, ancak, asla evrenin doğal bilimlerin bakış açısıyla kesin bir bilgisine erişemeyiz. Bu konuda her zaman için teorilerle yaklaşık sonuçlarla yetinmek durumundayız. Oysa bu bakış açısını her zaman kullanmak bizi ışıksız bırakabilir.

Yani kesinliğe ihtiyaç duyduğumuz yerde mutlaka ona sahip olmalıyız. Ancak bu durum Sistem Teorisi içinde geçerlidir. Yoksa doğal bilimlerin metodunu kullanarak kesinliğin alanına girmek, mutlak anlamda mümkün değildir. Sistem Teorisi’nin bu özelliği yani bilimsel metodu kullanılması gereken yer dışına taşırmama ilkesi nedeniyle üstünlük sergilemektedir. Yukarıda yaptığımız açıklamalar incelendiğinde bir takım çelişkiler varmış gibi görünebilir. Bunların aydınlığa kavuşturulması gerekiyor. Örneğin ilk cümleye girerken düşüncenin meydana gelebilmesi için bir sistemin oluşması gerekiyor derken, bu kanıya nerden vardığımız ve temelsiz bir iddiaya gözü kapalı inandığımız öne sürülebilir. Bu türden savlara şimdiden cevap vermek iyi olur. Her ne kadar A priori kavramlara başvurmak çoğu zaman işi kurtarsa da ben bu yola başvurmuyorum. Öncelikle bazı açık verilere başvurmak zorunlu görünüyor. Hemen burada tökezlediğimiz ve bazı verileri açık kabul ederek zayıf bir temel inşa ettiğimiz öne sürülebilir ancak kullandığımız temeli daha sonra sorgulayarak ortadan kaldırıyoruz zaten. Bu temel herhangi bir sava başlamak için gerekli olan minimum veriyi kullanıyor. Düşüncenin analizi tabii ki belli bir mantık kalıbı çerçevesinde yapılmalı. Zaten düşünce dediğimiz şey de o mantık kalıplarının bir “fonksiyonu” olarak ortaya çıkar. Bu noktada mantık kalıplarının ve mantık kalıplarını belirten cümlelerin düşünce ileten bir sistem olduğunun üzerine basalım ve bunların veri olarak açık kabul edilmesi sistem düşüncesi içinde hiçbir sorun yaratmaz çünkü zaten sistem düşüncesi içinde yer bulan referans noktalarının, sadece bu sistem içinde kesinlik taşıdığını bunun dışında “kendinden” bir gerçeklik ya da kesinlik tanımı içine sokulmadığını belirtelim.

Ben bir düşünceyi sistem olarak tanımladığım andan itibaren ileri sürülecek savların tamamının sistem düşüncesi içinde tartışılması zorunludur. Farkındaysanız burada hemen hemen hiçbir nesneye gerçeklik ya da “benlik” atfedilmemektedir. Bizim algımızın aslında referans noktaları arasında meydana gelen iletişimden kaynaklandığını iddia ediyoruz kısaca… Referans noktaları ile ilgili olarak burada gerçekleşen soyutlama, soyutlamaya konu olan verilere bir içerik sağlamaz. Yani insanı bir referans noktası olarak aldığım zaman, bu, insana, insan kavramı dahilinde herhangi bir içerik sağlamayacağı gibi ona atfedilen kesin ve bilimsel savlarla ilgili de herhangi bir temel oluşturmamaktadır. Ancak deneysel verileri en basit anlamında kullanmak bizim için bir zorunluluktur ve bilimsel açıdan bakıldığında da bir insan ile bir ev arasında fark olup olmadığı, algının “anlık” verisi eşliğinde tartışılmaz. Dolayısıyla ben bir ev ve insan arasında oluşan düşünce ileten sistemden bahsederken, ev ile insanı iki ayrı referans noktası olarak alıyorum. Ancak bunların iki ayrı referans noktası olarak alınmış olması, evin ya da insanın niteliği ile ilgili hiçbir şey söylememektedir. Bu sayede ev ve insan arasında oluşan sistem ki ben bu sistemi düşünce olarak algılıyorum, zira algı da düşünce ileten bir sistem olarak ev-insan sistemi ile iletişim kuran algı olarak sistemin parçası haline gelir ve gözlemci sıfatını kazanır. Gözlemci sıfatı kazanmanın yolu, sistemdeki referans noktaları ile arasında homojen veri iletişimi kurulmasıdır ya da diğer referans noktalarından gelen verilerin birbiri ile benzer olması gerekir. Örneğin insan ve ev arasındaki ilişki değişik biçimler alabilir ancak gözlemci ev ve insan ev arasındaki iletişim benzerdir, bunların görüntüsü bize ulaşmaktadır ve bu açıdan homojen veri iletişimi mevcuttur eğer biz de insanla beraber evin içine girer ve beraber yaşarsak gözlemci sıfatımızı kaybederiz zira referans noktaları arasındaki veri iletişimi homojenden heterojene doğru yönelir. Bu durumda az önce referans noktası olarak davranan iki unsur şimdi bir sistem gibi davranır zira heterojen veri iletişimi nedeniyle o referans noktalarından bize ulaşan veri iletimi çeşitlenerek kendi içinde ayrılır hale gelir; Örneğin insanın düşüncelerini paylaşırken veya evin değişik olanaklarını kullanırken vs…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir