Uzun bir bekleyişten sonra, biz de alışılagelmiş ve artık iyice sıradanlaşmış şekliyle, fikrimizi bir dergiyle mamul hale getirip politika ve kültür piyasasına sürü verdik. İstanbul’un Cağaloğlu semti, kültür pazarına ‘mamul düşünce üretme merkezi’dir. Bu merkezin dışında Türkiye’de konuşabilmek için çok fazla seçeneğiniz yoktur. Ya oyunu bütün kuralları ve arenasıyla birlikte reddedip kendi yöntem ve istemlerinizle kendinizi var edeceksiniz ya da onların gösterdiği bu kontrollü alanda şansınızı deneyeceksiniz. İşte bu kontrollü alan dışında hiçbir şans ve imkanımız olmadığından Cağaloğlu gibi sevimsiz bir yerde dünyaya geldik. Ama biliyoruz; düşünce, kitap ve dergi sayfalarında kaldığı sürece cansız, ruhsuz ve ölüdür. O, hayatın canlı akışı içinde ete-kemiğe büründüğü ölçüde ancak yaşayan düşünce olarak amacına ulaşabilir. Ve yine biliyoruz ki; düş gücümüz mürekkep olup kağıda aktığında, yukarıda belirttiğimiz gibi mamul hale gelip nesneleşir. Nesne ise her zaman olduğu gibi öznesine yabancıdır. Demek istiyoruz ki, çıkarmakta olduğumuz bu dergi okuyucuyla aramıza bir iletişim aracı olarak girmesine rağmen ne tam olarak bizi anlatacak ne de okuyucuyu bize tanıtacak. İnsanların yüz yüze ilişkileri arasına giren binlerce ‘iletişim aracı’ndan biri olacak. İletişim adına iletişimsizlikten başka bir şeye yol açmayan bu araçların olmadığı, insanların doğrudan yüz yüze ilişkide oldukları bir yaşamın peşindeyiz. Sistemin bugün ulaştığı düzey, yüz yüze ilişkiye girebileceğimiz bir alan hemen hemen bırakmamıştır. Bütün bunların farkında olarak, okuyucumuzla doğrudan ilişkiler içinde olabileceğimiz, medya ve teknolojinin sınırlandırmadığı geniş (denetimsiz, eşit ve özgür) yaşam alanları oluşturmak amacındayız. Bir dergi elbette her şey değildir. Ama, öncelikle bir esin kaynağı oluşturmada fonksiyon taşıyabilir ve taşımalıdır. ATEŞ HIRSIZI felsefi, teorik ve politik bir esin kaynağı olacak. Bu bağlamda; teoriyi sistematikleştirip şematize eden yaklaşıma karşıdır. Filozofların öngörülerinden, yola çıkarak gelecek toplumu düzenlemek gibi soyut bir teori değil, bugünü yaşayan, bugünün pratiğinden hareket eden ve düşlerini bugüne dönük kuran pratik bir teoriden söz ediyoruz. Toplumu statü ve kategorilere bölerek yaşamı yapay alanlarla parçalayan bugünkü sistem, kitlelerin dışında ve onların iradesi üstünde başlı başına bir politika alanı yaratmıştır. Anarşizm dışındaki bütün siyasal düşünceler, politikayı, iktidarı ele geçirmenin bir yolu, bir sanatı olarak benimser. Politik partiler kitlelerin iradesi üstünde oluşan bu yapay alanlara çekilip tahakküm aygıtını ele geçirdiklerinde, artık uzman yöneticiler olarak kitlelere hükmederler. Yaşamı birbirinden ayrı alanlara bölüp parçalayan, toplumsal ilişkiler arasına set çeken ve bu sayısız alanlarda insanı-insana karşı uzmanlaştırıp sınırsız bir rekabetle tüm insani yaratıcılıkları politik kanallarda boğan yaşam tarzına ve bu anlamda politikaya karşıyız. Yönetmenin, hükmetmenin bir yolu, bir aracı olarak politikayı reddetmekle kuşkusuz biz de politik bir muhtevaya sahibiz. Çünkü insan doğası gereğince politiktir. Ama, parlamento ve çok çeşitli politik partilerle yaşamın küçük ve kapalı alanında oluşturulan politikayı bir meslek, bir uzmanlık olarak sürdürmek demek, yönetmek ve hükmetmek demektir. Otorite demektir! Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, devlet aygıtını ele geçirmek, iktidar kurumu olarak yönetmek ve hükmetmek düşüncesine karşıyız. Politik-düşünsel hedefimiz geleceği düzenlemek değil, bugünü yıkmaktır. Bugün var olanı beğenmiyoruz, istemiyoruz. Gelecekte nasıl yaşanılacağı, ancak bugün yıkılırsa yeterince görülebilir. Onun için hedef bugün’dür, hedef şimdidir! Toplumsal devrim; iktidar aygıtının temel varlığına yönelmedikçe, onun varlığını başka başka biçimler içinde sürdürdükçe peynir-ekmek kavgası olmaktan öteye geçemez. Peynir – ekmek kavgası da program hedefleri içine alındığı sürece pis bir reformculuktan öteye geçemez! Biz romantik devrimciler, küçük küçük arenalara hapsedilmiş it dalaşını değil, dünyayı istiyoruz! Deliler kahkahasıdır devrim. Devrim istiyoruz! Peynir-ekmek değil, enkaz-ı kainat’ı istiyoruz! Ey Hitapsız! İsimsiz Ne diye hitap edeceğimi bilmediğim ey sen!.. Önce beni iyice bir dinle, eğer kendini dinliyormuş gibi olursan o zaman söylediklerimi ciddiye al. Yok eğer burada söylenenlerle hiçbir frekans tutturamıyorsan sittir et gitsin! Zaten birbirimize ihtiyacımız yok demektir. Ama benim birilerine ihtiyacım var (ki benim varsa başkalarının da bana, birilerine ihtiyacı var demektir). Niçin mi? 1- Çünkü; kendimi çok küçük (bir toz zerresi kadar) ve güçsüz hissediyorum. Beni her gün öğütmeye çalışan sistemle tek başıma, tek tek durumlarda savaşacak gücü kendimde bulamıyorum. Çoğu zaman kuyruğu toplayıp araziye uymak feci şekilde gururumu incitiyor. Gündelik hayatımda da güvenebileceğim dost insanlarla dayanışmaya girmek, bana her gün milyonlarca kez yeniden yeniden yaşatılan hiçlik duygusunu bertaraf etmek, varlık duygusunu tatmak istiyorum. 2- Çünkü; bu düzende, oyunun kurallarına uyamadım ve kelimenin tam anlamıyla başarısız oldum. Bu son derece doğal, çünkü bu oyunu sevememiştim. Derler ya ‘istemek başarmanın yarısıdır’ işte ben bunu istemiyordum. Statüko ise seni, beni, hepimizi her şeyimizi istiyor. Eğer statükoya dahil olacaksan ona her şeyini vermelisin. Cismin bu dünyaya, zihnin ise başka bir dünyaya ait olacaksa sen, karşı taraftansın demektir. Yani ben, evet karşı taraftanım. 3- Çünkü; biliyorum ki sen de benim gibi bu zamanda ve bu mekanda yaşamaktan memnun değilsin. Hatta sen de kendini Anarşist, Liberter Özgürlükçü, Devrimci vb. gibi tanımlarla ifade etmeye çalışıyorsun. Sağda solda tartışıyorsun. Zaman zaman bir şeyler yapmak isteğiyle yanıp tutuşuyorsun, ama çevrene baktığında güvenecek bir-iki arkadaşından başkasını göremiyorsun, hatta kimisi bu kadarını bile bulamıyor. Ortada anarşist, özgürlükçü, bireyci vs. olarak geçinen bir sürü entelektüel karikatürünü görünce senin hevesin kursağında kalıyor. İnsanların bireysellik diye yücelttikleri, şeyin teorize edilmiş bencillikten, sevgiyi, hoşgörüyü, vermeyi, paylaşmayı unutmuş bir sefaletten başka bir şey olmadığını görüyorsun. Moralin bozuluyor ve kendini yine yalnız hissediyorsun. 4- Çünkü; ben bir muhafazakarım. Özgürlüğümü ve devrimci romantizmimi hala muhafaza ediyorum. Özgürlükçü olmam liberalleşmemi gerektirmiyor. Aynı zamanda devrimci romantizmimi korumam sosyalist, kolektivist olmamı gerektirmiyor. Tıpkı bireyselliği savunmamın dayanışmaya ve cemaate karşı çıkmamı gerektirmemesi gibi. 5- Çünkü; şimdiye kadar sana toplumculuk, ortaklık, demokratlık ve eşitlik nutukları atanların, kendi kariyerizmleri uğruna insanları nasıl koyun gibi güttüğünü, ne kadar çıkarcı, bencil tahakkümcü olabildiklerini çok iyi biliyorsun. Yönetime karşı çıkanlar tarafından yönetilmek, hiç de cazip gelmiyor. 6- Çünkü; herhangi bir politik oluşum içinde yer almak daha baştan bireyselliğinden özgürlüğünden ve özgünlüğünden vazgeçmek olacaktır. Teorik olarak savunulan erdemler politik hareketlerin taktik manevralarında ezilir suyu çıkarılır, amaçlar araçlara feda edilir, sonunda ahlaki kaygılarla bir hareket içinde yer alan sen, kendini ahlaksız, kirlenmiş ve muhalif hissetmeye başlarsın. Sonunda depolitize olmayı seçersin, bir bakıma da iyi yaparsın. 7- Çünkü; geçmişte Marksizme sempati duymuş ya da ona bayağı inanmış-sındır. Ama onun ne vaatleri cazip gelmektedir ne de düşleri eskisi kadar parlak ve kirlenmemiştir. Seni bunaltan tahakküm sistemi, büyük kent yaşamı, endüstriyel çılgınlık ve bunun sonucu olarak çevre kirliliği karşısında çok daha sempatik bulduğun yeşil harekete hatta feminizme ilgi duyarsın. Ancak bunları biraz tanıyınca, kafandaki sorunların onların varlık sahalarının sınırlarının çoktan dışına taştığını ve bu yapılarıyla ruhundaki kıpırdanışlara asla cevap veremeyeceğini anlarsın. Ve bu oluşumlardan da biraz uzak kalmayı tercih edersin. 8- Çünkü; her şeye rağmen bir şeyler yapmaya, kendini ifade etmeye çalışmış-sındır. Söz gelimi birkaç arkadaşınla birlikte birkaç sayı dergi bile çıkarmışsınızdır. Hatta dergi parasızlıktan batmış olabileceği gibi dergide teorik takılan bazı heriflerin, dergiyi babalarının çiftliği gibi algılamalar yüzünden birbirinize girmiş ve bu yüzden bu macera da bitmiş olabilir. Ve bu yüzden ne yapacağını bilmeden hayat gailesiyle uğraşıp duruyorsundur. 9- Çünkü; ‘Çalışmayıp da ne yapacaksındır? Öğrencilik bir tür yaşam tarzı ama o da geçici. Öğrencilik bitince ne yapacaksın? Ya ticarete atılacaksın, ya da hiçbiri olmadı köprü altında yatıp kalkacaksın. Her birinin kendine göre iyi-kötü yanları var tabii ki. Ama hepsinin dışında ve statükonun ötesinde bir şeyler olsaydı daha iyi olmaz mıydı.’ diye düşünüyor-sundur. Hatta statükonun ötesinde olabilecek bir şeyler tasarlamışsındır da belki. Ama bunları şimdiye kadar hayata geçirmeyi ya hiç denememişsindir, ya da zaten denemeyi düşünmüyorsundur. (Niye?) 10- Ey sen hitapsız (kitapsız yani)! Bu muhtemelen sana çok benzeyen (muhtemelen de pek çok konumda benzemeyen) bir adamın çağrısıdır. Belki daha safça bir çağrıdır, ama yine de saflığın pek de kötü olmadığı düşünüldüğü için buna cüret edilmiştir. Ve der ki bu çağrının sahibi; ‘Yetmez mi, bu kadar bireysel takıldığın. Kolektivist toplumcu düşünceyi ve onun otoriter zeminini birçok konuda deşifre ettik. Hatta o kendisi deşifre oldu, itibar kaybetti. Artık bireyselleşmenin değil atomize olmanın sıkıntısını yaşıyoruz. Yaşamda (efervesant bir tablet gibi) eriyip gidiyoruz. Buna karşı bir şeyler yapalım. Tabiri caizse birbirimizin elini tutalım, bir araya gelip oturup konuşalım, neler yapabiliriz, neler yapamayız onu görelim. Birbirinden sorumlu ama birbirinden bağımsız bireyler olmayı deneyelim. Coşkularımızı, duygularımızı paylaşıp paylaşamayacağımızı görelim. Birey, Toplum, Bütünsellik ve Dergi Gibi Şeyler Üzerine Ahmet Arslaner Anarşizmin diğer ‘izm’lerden farkı bir doktriner yapıya sahip olmamasıdır. Hiçbir yazar ‘Anarşizmin İlkeleri’’ni yazamayacaktır. Çünkü onun tek bir ilkesi vardır o da özgürlük’tür. Toplumculuk bireyleri kategorize ederek birey mühendisliği yaparken, toplumbilim toplumsal olay ve davranışları kategorize ederek toplum mühendisliği yapar. Evet… birey, toplum, bütünsellik, bireycillik, toplumculuk vs. gibi kavramlar bazı malum çevrelerde çokça anılıyor ve daha da anılacak… Tabii burada amaç bu kavramlara değinip onlar karşısında bir tutum almak ve kendini açıklamak. Hiçbir felsefi yaklaşım bu kavramları es geçemiyor. Çünkü buralarda insanlık durumunun sebepleri ve kaçınılmaz sonuçlarına dair çok şey bulabilirsiniz. Burada öncelikle bütünsellik kavramını ele almak isterim. Bütün felsefi ele alış tarzlarında bir bütünsellik kurma çabası görülür… Çünkü parçalar birbirleriyle ilişkilendirildikleri zaman anlam kazanırlar. Pozitif söylemler kadar negatif söylemlerde bu bütünsellik kaygısından uzak duramaz. Sadece ikincisinde parça negatif bir bütünün parçasıdır o kadar. Burada öncelikle modern toplumun kurmaya çalıştığı bütünselliği anmadan edemeyeceğim. Çünkü modern toplum bir yandan manipülatif bir biçimde bütünselleşmeye çalışırken öte yandan kaçınılmaz çözülüşler üretir. Bu haliyle çok tipik bir ders konusu gibidir. Modern toplum; tüm ulusal birlik, toplumsal ödevler, ortak çıkarlar, işbirliği vs. gibi çığırtkanlıklarına rağmen arzuladığı bütünselliği kurabilmiş değildir ve daha da kurabilecek gibi görünmemektedir. Çünkü çağdaş tüketim toplumu bireyleri daha fazla tüketmeye çağırıp onlar arasında rekabeti körüklerken şizofrenik davranmakta varolan kütlesel yapıları parçalara ayırarak (atomize ederek) bunların yerine yeni kütleler yaratmaya çalışmaktadır. Yani önce varolan bütünsellikleri parçalara bölüp tuzla buz edeceksin sonra da bu parçaları birbirine yapıştırarak grotesk bir bütünsellik kurmaya çalışacaksın… Saçma mı? Saçma… Aynen bir anarşistin yapmaya çalıştığı kadar… Toplum ve Devlet Bütünselliği Yukarıda pozitif ve negatif söylemlerin bu bütünsellik kaygısının dışında kalamayacağını belirtmiştim. Bu bağlamda anarşizm de bu kaygıdan azade değildir. Çağdaş toplumda toplum, ulus ve devlet içice geçmesi bir bütünsellik oluşturması karşısında pek tabiidir ki özgürlükçü düşüncenin de bir bütünselliğe ihtiyacı olacaktır. Ve bu verili toplumsal bütünsellik düşüncesinin dışında olmak zorundadır. Çağdaş devlet bir yandan bireyi dışlar ve onu toplumsal bir yığın, bir sürü halinde tasarlarken öte yandan da her bireyi daha fazla yalınlaştırarak (birbirine karşı izole ederek) sürüleştirme sürecini öteki ucundan tamamlayacak kontrol mekanizmaları geliştirmeye çalışmaktadır. Tüm bu çabalar devleti kütlelerle daha fazla bir iletişim içine sokmakta, bir alış-veriş ortamı sağlamaktadır. Bunun sosyolojik ifadesi devletin sosyalleşmesi ya da başka deyişle toplumun devletleşmesidir. Bu durum karşısında anarşizmin önerebileceği tek bütünsellik bireyin kendi iç bütünselliğidir. Tabii burada bir tehlike var gibi görünüyor. Öyle ya… Bireyin kendi iç bütünselliğinin sosyal ya da ahlaki ölçütleri nelerdir, nerede başlar ve nerede biterler? Burada önemle ele alınması gereken şey bireyi toplumun totalliğinden ayırdıktan sonra ‘sosyalliğinin ön plana çıkarılmasıdır. Bireyi toplumun ‘totalliğinden ayırmaksızın girişilecek bir toplumsallaştırma çabası sadece toplumculuğa hizmet eder. Hiçbir bireyin iç bütünselliği diğer bireylerin iç bütünselliği demek değildir. Bu bireyin özgünlüğünün ve özgürlüğünün ifadesi yani anarşi demektir. Ve toplumsal manada kurulacak bir bütünsellik ancak böylesi anarşik bir tarzda kurulmak durumundadır (şayet tahakkümün yan tesirlerinden uzak durulmak isteniyorsa). Ki bu aynı zamanda başka türlü bir parçalanma olarak da mütalaa edilebilir. Ancak bu seferki atomize edici ve şizoid değil, yakınlaştırıcı ve dışavurumcu bir tarzda olacaktır. Bu ne demektir? * Toplumsal bir devrim önermek ama bunu mevcut toplumsallığa ve onu var eden her şeye karşı bir durumda tasarlamak. * Yekpare bir görünüm yaratmaya çalışan tahakküm toplumunun bu potansiyelini görmek ama asla onu öyle kabullenmemek ve ona ‘alternatif’ olmamak. * Kendi yıkıcı söylemini, kendi anarşik bütünselliğini monolitik toplumcu bütünselliğin karşısına ‘alternatif’ olarak çıkarmak. * Bireyi merkeze koymak, önemsemek ama ben-merkezci olmamak, diğer bireylerle birlikte olmak gibi bir kaygı taşımak. * ‘Bireyciyim çünkü toplumun içinde erimek istemiyorum, çünkü bireyi en üst düzeyde toplumsallaşmış insan olarak tasarlıyorum ve ancak bireyle ilişkilendirilmiş bir toplumsallığın anlamlı olabileceğine inanıyorum’. ‘Toplumsalım, çünkü hepimizin birilerine ihtiyacı var. Çünkü bireyleri birbirine rakip olarak değil, birbirinden doğal olarak farklı ama birçok bakımdan da birbirine benzeyen unsurlar olarak tasarlıyorum ve inanıyorum ki birimizin varlık nedeni aynı zamanda bir diğerimizin varlık nedenidir’ diye düşünmek demektir. Pozitif Söylemin Eksikliği * Bir anarşistin başkaları ve dünya için önerebilecekleri ancak soyut şeylerdir. Somut şeyleri ancak kendisi için söyleyebilir ve yapabilir. Çünkü kimseyi temsil etmek gibi bir niyeti yoktur. O yol gösterir, etkiler ve eyler ama asla yönetmez. Gerisi diğerlerinin bileceği iştir. Ki bu yüzden ‘Anarşizm’ pozitif söylemin eksikliğini hissetmemiştir. * Anarşizmin diğer ‘izm’lerden farkı bir doktriner yapıya sahip olmamasıdır. Hiçbir yazar ‘Anarşizmin ilkeleri’ni yazamayacaktır. Çünkü onun tek bir ilkesi vardır o da özgürlük’tür. Çünkü doktriner yaklaşım saf politik yaklaşımın çocuğudur. Anarşistler doktrinle, politik programlarla, sosyolojik analizlerle hatta sosyolojiyle bağlarını koparmalıdırlar. Toplum denen şey kendisinden başka bir şeyle açıklanamayacak kadar karmaşık ve başka bir şeye benzemeyendir. Öyle ki toplumu; tek tek toplumsal olayları örnek göstererek de açıklayamazsınız. Şekil bakımından birbirine benzeyen toplumsal olaylar arasında sebepler ve sonuçlar bakımından büyük farkılıklar olabilir. Daha önceki gözlemlerde pek çok benzer sonuçlar doğurduğu saptanmış olan toplumsal olaylar her seferinde aynı sonucu vermek zorunda da değildir. Bu durum sosyolojik kategorilendirmeleri ve bunları dayanak alacak analizleri imkansızlaştırır. Sosyoloji ve sosyalizm aynı ağacın birbirini tamamlayan iki ayrı dalı gibidir. Toplumculuk toplumu oluşturan bireyleri total bir yaklaşımla (sınıf, kültür, ideoloji, gibi kategorilendirmeler vasıtasıyla) ele alırken toplumbilim toplumsal olayları yine sınıf, kültür, ideoloji, din vs. gibi kategorilendirmeler vasıtasıyla ele alır. Aralarındaki fark belki şöyle açıklanabilir: Toplumculuk bireyleri kategorize ederek birey mühendisliği yaparken, toplumbilim toplumsal olay ve davranışları kategorize ederek toplum mühendisliği yapar (burada insanın aklına ister istemez ‘beni kategorize etme’ şarkısı geliyor). Bu bakımdan anti-sosyalist bir söylemin antisosyolojik olma zorunluğu da vardır. * Şimdi ‘negatif söylemin pozitivitesinden’ söz etme zamanı geldi. Oldu olası anarşizmin negativiteyi aşamadığından, pozitif bir söylem geliştiremediğinden dem vurulur. Her ne kadar bu konudaki idialar öncelikle sosyalistlere ve de liberallere ait olsa da anarşistlerin içinde de böyle düşünenler yok değildir. Ki ben bunu yeterince negatif hissetmemeye ve dü-şünmemeye bağlıyorum. Tahakküm kültürünün konformist yanılsamalarından epistemolojik ve duygusal bir kopuşu yaşayamayanların pozitif söylemin eksikliğinden yakınmaları doğaldır. Oysa her negativite kendi pozitivitesini de içinde taşır. Negatif olan yıkımı, pozitif olansa yapımı temsil ediyorsa yeni bir şey yapmak için önce eskisini yıkmak gerekir. Yıkım olmadan kişi özgürleşemez. Yıkıcı neyi yıkacağını bilir ve onu yıkar, ama yerine ne yapacağını bilmek zorunda değildir. Aksi takdirde bütün yıkım ve yapım süreci rasyonel (kurgusal) bir hal alır. Bu ise kontrol demektir İlke olarak böyle bir şeyi reddetmiyorum ama yıkım sürecini önceden kurgulanmış bir planın parçası olarak da tasarlamıyorum. İnsan yıkacağı şeyin yerine ne koyacağını bilebilir. Ama yine de her yıkım ilk olduğu için bir meçhuldür de yıkıcı için. Bunun devamında keşif ve bilgi bekler yıkıcıyı… Pozitif söylemin eksikliğinden şikayeti ziyadesiyle tehlikeli bulmaktayım. Çünkü, hayatın en önemli iki aktivitesini ‘yıkım’ ve ‘yapım’ı (ki bunlar yaratımda birleşirler) birbirinden ayırmaktır. Oysa yaratım (yeniden yapım, keşfederek yapım) içinde yıkımı da yapımı da barındıracak bir kapsayıcılığa sahiptir. Hayatın bitmez tükenmez devinimi sadece pozitivite ve negativite’nin diyalektik bütünselliği üzerine kurulmuştur. Söz gelimi ‘tahakküm’ bir anarşist için negatif bir değerken ‘özgürlük’ pozitif bir değerdir. Özne karşısında negatif tutum aldığı bir anlamda kendi varlık nedeni de olan nesneyi ortadan kaldırdığında yeni nesnesi (özgürlük) karşısındaki tutumu da pozitif olacaktır. Bu denli tumturaklı laflar etmemin nedeni şu; geleceği bilemeyiz ve falcı hiç değiliz. Eğer pozitif söylemden gelecek üzerine ayrıntılı öngörülerde bulunmak kastedilecek olursa kusur kalsın derim. Çünkü asıl zor olan bugünden değiştirmeye, yıkmaya başlamak. Ertelenecek işimiz yok, çünkü vakit dar ve (kimseyi de beklemeyeceğimize göre) kolları sıvamak kadar pozitif ne olabilir? Yalnızca bir taşın altını kaldırabilsek gerisi gelir. Nasıl mı? Taşın altından hiçbir şey çıkmasa bile en azından o taşı kaldırmamız gerektiğini öğrenmiş oluruz ve bu tecrübeler hanesine kaydedilecek eşsiz bir birikimdir. Buradan her şeyi el yordamı ile öğrenmek gerektiğinin önerildiği sanılmasın, sadece bilgi, tecrübe, teori gibi vasıfların önceki yanılgıların pozitif çıkarımlarından başka bir şey olmadığını hatırlatmak isterim.
Can Başkent – Ateş Hırsızı Dergisi Seçkisi
PDF Kitap İndir |