Can Kozanoğlu – Bu Maçı Alacaz

Bu Maçı Alıcaz!, 1989 sonbaharında yazılmıştı. Demek ki aradan yedibuçuk futbol sezonu, iki Dünya Kupası, iki Avrupa Şampiyonası geçmiş. Kitap, üç cumhurbaşkanı, yedi başbakan, on hükümet, iki genel seçim görmüş. “Vay be, ne görmüş geçirmiş kitap, neredeyse Sultan Reşat’ın tahta çıktığı günü hatırlayacak!” densin diye yazmıyorum bunları, elbette. Bu Maçı Alıcaz!, yalnızca Türkiye’deki futbol alemini anlatma niyeti üzerine kurulmuş bir kitap değildi. Bazı bölümlerde (özellikle “Devlet, Kulüp, Camia/ Kimin Eli Kimin Cebinde?” başlıklı bölüm), futboldan yola çıkarak Cumhuriyet tarihini, devletkulüp ilişkilerinden yola çıkarak yakın geçmişin iktidar yapılarındaki değişimleri değerlendirmek gibi, aslında kulağa geldiği kadar iddialı olmayan niyetler de vardı. Kitaba bu çerçeve üzerinden bakarsak: Sezonlar başlar biterken, hükümetler gelip giderken ve Türkiye, futbol sahasının içinde-dışında başdöndürücü bir hızla değişirken, Bu Maçı Alıcaz!’ın üzerine kısa bir “tarih” eklendi. 1989’a ya da kitabın yayımlandığı 1990 Şubat’ına kadar yaşanmış tarih, haliyle, aynı tarih. O günden bugüne yaşananları, her bölümün sonuna kısa ve “kaba” notlar ekleyerek aktarmaya çalıştım; filmlere nokta koyan “Sonra ne oldu? Tık tık tık…” notları gibi. 1989’dan kalma değerlendirmelerin bazıları hâlâ geçerli, bazıları anlam kaybına uğramış durumda. O tarihte yazıya dökülmüş öngörülerin bazıları gerçekleşti, bazıları gerçekleşmedi. Bölüm sonlarında, sözkonusu değerlendirmeler ve öngörülerle ilgili notlar da var. Ama, hassas konularda tekrardan hayır beklenebilir, bunlar kısa ve “kaba” notlar. Yani, elinizdeki kitaba ilişkin bir “genişletilmiş yeni baskı” iddiası yok. “Notlandırılmış yeni baskı” diyelim, belki bir anlama gelir… Notlar dışındaki bölümler, neredeyse virgülüne kadar, yedi yıl önceki halleriyle duruyorlar.


“Geçen yıl, iki yıl geriye gidersek” gibi ifadelere bile dokunmadım; 1989’dan hesaplayacaksınız. Kitapta genç yıldızlar kuşağının üyeleri olarak anılan futbolcular artık jübile kuşağını oluşturuyorlar. Hakemlerle ilgili bölümde “Kıyafet, dışın kara!” diye bir ara başlık var, hakemler artık allı morlu giyiniyorlar. Transfer pazarında yüzmilyonların döndüğünden söz ediliyor, artık transfer pazarında yüzmilyarlar dönüyor. Bu türden onlarca örnek verilebilir. Peki, “Kitabın üzerine oturmaya çalıştığı anlam zemini yerinde duruyor mu?” diye sorulursa… O da takdir meselesi! *** Olur ya, kitabın yazarının, yedi yıl sonraki bakışıyla Bu Maçı Alıcaz’ı nasıl değerlendirdiğini merak edenler vardır: Şimdi yazsam, bazı bölümleri çok farklı yazarım. Ama iyi ki o zaman yazmışım da öyle yazmışım… Anlatması zor bir şey galiba. Ne olsa ilk kitabım… Şurası açık ki, bazı satırlarda ve bazı sayfalarda daha sakin olabilir, daha “efendice” davranabilirmişim. Kendimi tutamamışım. Gençlik heyecanı işte! Birkaç yıl sonra yeniden okurken, ilk kitabımda sıkıcı paragraflarla, hatta sayfalarla karşılaşmanın üzüntüsünü yaşadığımı ve bunlardan biraz utandığımı da inkâr edecek değilim. Yine de, bu kitabı yazmakla hayırlı bir iş yapmışım. Aksini söylesem samimiyetsizlik olur. Samimiyetime inanılmasını istediğim bir nokta daha var: Bu Maçı Alıcaz!’ın, kulvarında neredeyse yapayalnız bir kitap olarak kalmasından mutluluk duymuyorum. “Futbolsever toplum” sınırının sık sık ihlal edildiği, “futbol toplumu” topraklarında uzun koşulara çıkılan bir ülkede yaşıyoruz. Öyle günler oluyor ki Türkiye’de, futboldan başka hiçbir şey konuşulmuyor.

Televizyon ekranlarının neredeyse yarısını futbol kaplıyor, futbol insanları sokaklara döküyor, futbol cinayetleri işleniyor… Böyle bir ülkede her yıl onlarca futbol kitabının yayımlanması beklenmez mi? Bekleniyor… *** Bölüm sonlarındaki notların toplamından bir genel tablo çıkarmaya çalışırsak, çok özet olarak: Yedi yıl içinde çok şey değişti. Türk futbolu temel sorunlarını henüz çözemedi ve çözümsüzlük hattında daha da mesafe almış sorunlar var. Ancak, bütünüyle “faullü pozisyonlar”ın çizdiği, bütünüyle umutsuz bir tablo değil karşımızdaki. Futbolcu kalitesinden kulüplerin yeni gelir kanalları açmalarına, hakemlerin daha güleryüzlü hale gelmelerinden şike olaylarının azalmasına, sevindirici gelişmeler de var. “Futbolumuz başarılı bir dönem mi geçirdi, başarısız bir dönem mi?” diye sorulursa… Başarı göreceli bir şey. Türkiye, futbolda, on beş yıl öncesine göre, otuz yıl öncesine göre başarılı. Futbola ayırdığı kaynaklar, futbola harcadığı zaman ve futbola verdiği önem üzerinden bakılırsa, pek de başarılı değil… *** Futbolun son yıllarda yaşadığı değişim, bölüm sonlarındaki notlara sığmayacak kadar önemli ve derinlikli. Türkiye’ye özel bir değişim değil bu, dünya futbolu değişiyor, daha doğrusu değiştiriliyor. Bu Maçı Alıcaz!’ın ilk baskısında da “hafiften” öngörüldüğü gibi, futbolun bir “sınıflarüstü kitle eğlencesi” olma özelliği, ekonomik rasyonaliteye dayalı zihniyet karşısında eriyor. Futbol, alt sınıflar üzerindeki etkisini koruyor ama alt sınıfların seyir alanından uzaklaşıyor. Çünkü, “şartlar öyle gerektiriyor”… Kimilerine göre, şimdiye kadar hiçbir popüler yapım Amerikan hayatını “Simpsonlar” kadar, Amerikan standartlarında yoksul (ve kainat standartlarında komik) Simpson ailesinin maceralarını hikâye eden o dizi çizgi film kadar sahici anlatamadı. Baba Homer Simpson’ın bir piyangodan şifreli spor kanalı aboneliği kazandığı bölümü seyretmiş olanlar gayet iyi hatırlar: Evde büyük bir sevinç yaşanır ama Homer’ın arkadaşları evi istila edince karambol çıkar, aile birbirine girer. Bu çok doğaldır, çünkü Simpson ailesinin sınıfı için şifreli spor kanalına evde ulaşabilmek kolay iş değildir. ABD örneği bir geleceğin ipuçlarını verdiği için devam ediyoruz: Amerikan dizilerinden klasik bir sahnedir, “Hey, büyük maça iki biletim var ha!” diye bağırır biri. Sesin sahibi bir aile babasıysa, evde çılgın sevinç sahneleri yaşanır; genç biriyse maç gününe kadar çevresinde çok popüler hale gelir.

Đki maç biletine sahip olmak niçin başlı başına bir hadisedir? Dozu bölgeden bölgeye değişmekle birlikte, Amerikan toplumunun sokak şiddetiyle “genel” bir derdi vardır. Sokakta şiddet yaşanır, çoğu branştaki profesyonel spor karşılaşmalarında saha içi şiddet yaşanır. Ancak, arada kalan ince hat, yani tribünler şiddetten büyük ölçüde arınmıştır. Đyidir, kötüdür ama böyledir. Niçin? Çünkü ABD’de, alt sınıflardan gelen insanlar spor salonlarına, stadlara ancak “sporcu” kapısından girebilirler, tribünlerde yerleri yoktur. Toplumsal şiddet potansiyelini ya da arzını alt sınıfların tekeline sokmak gibi bir hataya düşmemek kaydıyla, tribünlerdeki sükûnetin nedenlerinden biri de budur. Pahalı sezonluk biletler üst ve orta-üst sınıflardan insanlara pazarlanır ya da, giderek artan biçimde, bu biletleri büyük şirketler kapatır ve misafirlere jest, çalışanlara prim olarak dağıtır. Tek maçlık biletler, orta sınıf için küçük bir lüks, orta-alt sınıf için büyük bir lükstür. Evlerine ha deyince şifreli kanal bağlatamayan Simpsonlar’ın sayısı ise hayli kabarıktır. Đşte futbol, dünya genelinde ve tabii ki Türkiye’de de, bu ekonominin üzerine oturtulmaya çalışılıyor. Pahalı sezonluk biletler, pahalı tek maçlık biletler, localar, özel koltuklar, şifreli kanallara bırakılan maç yayınları… Bu tablo, yaratıcıları ve savunucuları tarafından, ekonominin rasyonellerine dayanılarak, gayet mantıklı biçimde açıklanabiliyor: Futbol artık büyük bir sektördür, sektörün dönebilmesi için güçlü finans akışına gerek vardır. Kulüp yönetimlerinin ilk hedefi, gelirlerini maksimuma çıkarmak olmalıdır. Bu nedenle stadlar en fazla para bırakabilecek insanlar tarafından doldurulmalı; hem kulüp gelirlerini tavana vurdurmak amacıyla hem de stadların dolmasını sağlamak amacıyla, maç yayınları şifreli kanallara bırakılmalıdır vs. Kinaye değil, gerçekten mantıklı ve rasyonel. Üstelik, Türkiye gibi, kulüp ekonomilerinin üç-beş kişilik “ağa” gruplarının himmetine kaldığı ülkeler açısından biraz da yararlı.

Ama… Futbol sevgisi ve taraftarlık gibi, rasyonel açıklamaların tam örtemediği zeminlere dayanan futbol kurumu, bu kadar rasyonel bir ekonomi altında “değer” kaybına uğramaz mı? Pahalı biletlere, şifreli kanal aboneliğine ulaşamayan insanları -tam da hayatın geneline yayılan yoksulları ve güçsüzleri dışlama zihniyetine uyacak biçimde- futbolun dışına itmek bir insanî sorun değil midir? “Ben sembol futbolcu tanımam, kârlı alışveriş olacaksa her futbolcuyu gönderirim” diyebilen kulüp yöneticileri, cüretlerini “insanî” kelimesinin önem kaybetmesinden ve ekonomik rasyonalite-güç ikilisini her şeyin üzerine koyan sistemden mi alıyorlar? Futbolda para, puan ve gol sayısı dışında, yani rakama vurulamayan bir “değer” yok mudur? Çok da uzak değil, daha 70’lerde kamusal televizyon kanallarının naklen yayınladığı maçlar bile tıklım tıklım dolarken, o günden bugüne saha içinde değişen nedir; futbol ekonomisine hakim olan mantık futbol tekniğine de hakim olduğu için mi bu sporun seyirlik cazibesi bile erozyona uğramıştır? Futbol ekonomisinin ve spor medyası gibi yan ekonomilerin dönebilmesi için sezonu neredeyse 365 güne çıkarmak; futbolu molasız çalışan bir sektöre dönüştürmek, bir süre sonra “oyun”un tadını kaçırmayacak mı? Stadların daha konforlu bir hale getirilmesi gibi temelde hiç kimsenin karşı çıkmayacağı bir şey, son yıllardaki uygulamalarla, taraftarlık kültürünü ezme operasyonuna dönüşmüş olabilir mi? Böyle daha bir sürü soru var ortada. Bunlar özgün sorular, özgün itirazlar değil. 1995 Kasım’ında, Zürih’deki UEFA Kupası kura çekimleri sırasında, UEFA’nın önünde toplanan yüzlerce Alman taraftar pankart açtı, örneğin: “FIFA ye UEFA taraftarlık kültürünü öldürüyor!” Liverpool merkezli Futbol Taraftarları Birliği (FSA) ise, 1996 Nisan’ında yayınladığı “Dünyanın bütün futbol filozofları birleşin! Tribündeki yerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok!” başlıklı bildiride, futbol üzerine kafa yoran taraftarlara şöyle seslendi: “Futbolun geleceğiyle ilgili kaygılarınız var mı? Şimdilik hasılatlar fena olmayabilir ama bu, bir eğilimden çok bir moda izlenimi yaratıyor ve bilet fiyatlarının yüksekliğine bakılırsa, kulüpler, kredi kartı işleri, moda kreatörlüğü, ‘soft’ içkiler gibi ‘geleneksel’ futbol sektörlerinin yanında, yakında ipotek-rehin işlemlerine de girişecekler… Maç parasını biriktiren, ödünç alan -ya da çalan-; deplasmana giderken ‘koltuk çıkacak’ birilerini arayan, maç programını (maçlarda satılan broşür) maç bitiminde yerden toplayan onaltı yaşındaki çocuk, pazara ve pazarlamacılara fazla bir şey vaat etmiyor olabilir. Ama eskiden, geleceğin futbolcuları ve maç müdavimleri hep böyle insanlar arasından çıkardı. Üstelik onlar…” Bildiri, gözden düşen taraftar tipiyle kulübün “executive satış yöneticisi”ni karşılaştırarak sürüyor, ardından sorular geliyor. Butik işi forma giyme modası bitince, “yuppieler” futboldan bıkınca, şirketler sektörü terkedince, yani o her “moda”yı izleyen ıssızlığa düşülünce… Kulüpler kime dönecek, kime sarılacaklar? Elde kalanlarla yaşamaya çalışırlarken yanlarında kimi, kimleri bulacaklar? Türkiye’nin gündemine girseler de girmeseler de, futboldan dışlanmaya çalışılanlar tarafından bile anlamsız bulunsalar da, futbolun gidişatı böyle sorular üretiyor işte. Böyle sorular ve Alman taraftarların eylemi gibi, FSA imzalı bildiriler gibi üzerinde durmaya değer çıkışlar… FSA, tribünlerdeki ırkçılığa karşı yürüttüğü mücadeleyle, Irksal Eşitlik Komisyonu’nun “Yurttaşlık Ödülü”ne layık görüldü. Yukarıdaki soruların dayattığı “insanî” vurgusu, FSA bildirisindeki kaygılar ve bu ödül… Arada güçlü bir bağlantı, hatta içiçelik yok mu dersiniz?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir