Carl-Johan Vallgren – Bir Garip Ask Oykusu

Sevgili Bayan Fågel, Her şeyden önce bende derin anılar bırakan ziyaretiniz için teşekkür ederim. Umarım bu ziyaretinizle sizi meşgul eden soruların bir kısmına yanıt bulmuşunuzdur. Diğer birçok uğraş alanı gibi isim araştırması da benim uϐkumun epeyce uzağında kalır. Ama sizin durumunuzda, anne tarafının soyadını koruduğunuz için, bir sonuca ulaşmak daha kolay. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi benim soyadım atalarımın Alman adının İngiliz diline uyarlanmış hali. Iyǚ ice yaşlandım, neredeyse ilk Barefoot’un vardığı yaştayım. Tabii bunun yalnızlık denilen bir bedeli var. Eğer tahminleriniz doğruysa siz, baba tarafından yaşayan en yakın akrabam olmalısınız. Chilmark bölgesinde ona ait anılara sahip bir tek ben kaldım. 1914’te, dünya savaşı başlamadan çok kısa bir süre önce, kabakulak nedeniyle öldü. Odžldüğünde saygı duyulması gereken bir yaşa, yüz bir yaşına ulaşmıştı. O yaz ben de sekizime basmıştım. O zamanlar, yaptığınız kısa ziyarette sizin de gördüğünüz Martha’s Vineyard adasının, ziyaretçi akınına uğrayan bir açık hava müzesine dönmesine daha çok vardı. Ben ona büyükbaba diyordum. Gerçi bu doğru bir adlandırma değildi; o bütün çocuklarından daha uzun süre yaşamıştı ve gerçekte benim büyükbabamın babasıydı.


Mektuba ilaveten gönderdiğim notlar onun, akrabalarımız, her şeyden önce ablalarım ve benim hakkımda birinci elden anlattıklarına dayanıyor. Diğer bir kısmı ise onun hakkında, yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncesine dayanan benim araştırmalarım. Ayrıca Almanya’daki arşiv bilgilerinin hizmetinize hazır olduğunu belirtmeliyim. Königsberg’deki belgelerin size özellikle ilginç geleceğinden eminim. Fakat sizin de tahmin edeceğiniz nedenlerle orijinal belgeler savaşın hercümercinde kaybolmuş durumda. O yaşarken, ben henüz onun öyküsünün ayrıntılarını anlayamayacak kadar gençtim; en çok hatırladığım yüzü bez bir maskeyle kaplı, dost canlısı küçük bir adam olduğu, bir de işaret dilinde uzman olmasıydı. Ziyaretine gittiğim bir gün, dudaklarını hiç kıpırdatmamasına rağmen, içimde fısıltı gibi bir ses duydum: Susarak bir soytarı gibi görünmek, konuşarak bu konuda duyulan bütün şüpheleri yok etmekten iyidir. Daha sonra bu sözün, bir zamanlar buluşmuş olduğu Lincoln’a ait olduğunu öğrendim. Sağır ve dilsiz ilk kişi Martha’s Vineyard’a 1790’lı yıllarda gelir. Akraba evliliğine bağlı olarak bu illet bütün çevreye yayılır. Benim gençliğimde adadaki her evde bir sağır–dilsiz vardı. Tisbury ve Chilmark bucaklarında yaşayanların neredeyse üçte biri sağır–dilsizdi. Bazı köylerde halkın önemli bir kısmının duyma sorunu vardı. Bu nedenle bütün ada halkı işaret dilini öğrenmişti. Benim gibi duyma sorunu olmayanlar iki dili birden öğrenmişti.

Ben, annem ve babam sağır olduğu için, Inǚ gilizceden önce işaret dilini öğrenmiştim. Sağırlık sorunu o kadar olağandı ki, bu yörelerde sağırlık diye bir kavram yoktu. Biz sağırları sağır olarak görmüyorduk. Onlar bizim aramızda değil, biz onların arasında yaşıyorduk. Adanın kültürünü sağırlar şekillendirmişti; onların dünyası bizim dünyamızdı. Bu baskın gen, etkisini ancak ellili yıllarda kaybetti ama biz yaşlıların bir kısmı işaret dilini koruduk. Bunu müstehcen şeylerden bahsetmek (bu hiç de olmaz değildi) ya da ziyaretçi ve turistleri özel konuşmalarımızdan uzak tutmak için değil de, adanın ortak dili olduğu için yaptık. Bu dil Inǚ gilizce kadar yaygın ve ayrıca deyimler açısından konuşma dilinden daha zengin bir dil. Bugünlerde, National Geographic’in bir sayısında, Batı Hint Adaları’nın Providence Island bölgesini anlatan bir makale okudum; oradaki halk kendi aralarında konuşurken eski Maya işaret dilini kullanıyormuş. Size bu makalenin bir kopyasını yollayacağım, belki bir faydası olur. Notlarımda, Barefoot’un hayatının Avrupa’da geçen ilk yarısına yoğunlaşsam da, doğal olarak ben onun Amerika’daki tarihine daha aşinayım. Aile arasındaki bir efsaneye göre, iki ayrı kadından dört çocuğu olmasına rağmen, sizin büyükannenizin büyükannesine o kadar bağlıymış ki, o öldükten sonra hiçbir kadına gerçek bir bağlılık duymamış. Ben ve kız kardeşlerim, sülalenin duyma sorunu olmadan doğan ilk üyeleriyiz. Kendinize bir sesin ne olduğunu hiç sordunuz mu, Bayan Fågel? Birçok nedenin yanı sıra, bilincimizle kurduğumuz ilişkinin kör noktalarını göstermesi açısından da ilginç bir soru bu. Ses havadaki molekülleri dalgalar halinde yayan bir titreşimdir.

Normal bir insan yirmi ila yirmi bir bin hertz titreşimindeki sesleri duyar. Saniyede yirmi frekansın altındaki dalgalara bildiğiniz gibi ses altı denir, yirmi binin üzerindekilere de ses üstü. Yarasalar yalnızca ses üstü dünyasında yaşar, yani tıbbi olarak duymazlar, daha çok hissederler. Ses altı dünyasında timsahlar, balinalar, Pampa devekuşları ve kasuarlar yaşarlar. Burada da duymak anlamsız bir kavramdır. Çünkübu hayvanlar bizim anladığımız anlamda “duymaz”lar. Odžrneğin timsahların kulağı yoktur. Onlar bedenleriyle dinlerler. Dış dünyadaki titreşimleri karın derilerinin alımdaki sinirlerle kaydederler. Beni ziyaret ettiğinizde Barefoot’un hangi dünyada yaşadığını sordunuz. Bana göre o, bizim bildiğimiz duyu dünyasının dışında yaşadı. Bilimin henüz bilmediği bir frekansta “duydu”. Odžlümünden hemen sonra yapılan otopside birçok şaşırtıcı ϐizyonomik paradoksa rastlandı. Odžrneğin kalbi çok büyüktü; Barefoot bir cüce olmasına rağmen, kalbi normal bir insanın kalbinin iki katıydı. Tıbbi kayıtlarında bu dikkat çekici ayrıntıya rastladığımda, bunu sembolik olarak yorumladım; onun hayatı, tıpkı sizin büyükannenizin büyükannesininki gibi, bir aşk öyküsüydü.

Doktor onun kayıtlarına “tüm arazlarına rağmen yaşadı” diye yazmış; daha çocukluğunun ilk yıllarında durması gereken bir kalple, tek böbrekle, yalnızca biri çalışan akciğerle ve o zamanın uzmanlarına göre yaklaşık yarım yüzyıl midesini kemiren bir tümörle. Ama otopsi sırasında ortaya çıkan en büyüleyici şey işitme organının durumuydu: Inǚ sanda denge sağlayan vestibüler yoktu. Bu durumda yürüyememesi, hatta hareket edememesi gerekirdi. Odžlümünden bir ay sonra, Boston’daki teratoloji kliniğinde, ceset üzerinde daha kapsamlı bir araştırma yapıldı. Otopsi uzmanı, –çarpık doğumlar konusunda uzmandı– sağkulağının, çekiç kemiğinin biraz katılaşmış olmasına karşın, çocukluğunun ilk dönemlerinde –tahminen iki yaşına kadar– sağlam olabileceğini iddia etti. Bu iddia ilk yapılan otopsi sonuçlarıyla çelişiyordu. Eğer bu sonuçlar doğruysa, çocukluğunun ilk yıllarında, çok az da olsa duyabiliyor demekti. Işǚ te bu onun ebedi sırrını, sağır-dilsiz bir adamın nasıl olup da böylesi müthiş bir müzik yeteneğine sahip olduğunu açıklayabilirdi. Titiz araştırmaların ima ettiği gibi belki de çocukluğunda –işitme yeteneği bütünüyle yok olmadan önce– ton ve ses kavramını öğrenmeye vakit bulmuştu. Işǚ itebilen insanların, sağırların dünyasını zihinlerinde canlandırabilmesi oldukça zordur. Bunun için sesin hiç olmadığı bir dünyayı tahayyül edebilmek gerekir: rüzgârın sesini, konuşmaları ya da sevdiklerinin kahkahalarını duyamadığın bir dünyayı; sesin ne olduğunun tahayyül edilemediği bir dünyayı. Sağır olarak doğan biri, sessizlik ya da sesin eksikliği hakkında konuşmaz. Sağırlığından şikâyetçi de olmaz. Tıpkı kör olarak doğmuş birinin görme yeteneği olmadığı için yakınmaması gibi, çünkü görmenin nasıl bir şey olduğunu zihninde canlandıramaz. Tıpkı sizin, Bayan Fågel, hiç yaşamadığınız bir şeyin, tanımadığınız bir insanın ya da varlığını bilmediğiniz bir şeyin eksikliğini duymamanız gibi.

Bütün bunlar –körlük, sağırlık– olsa olsa birer metafordur. “Sözcükler, düşünceleri doğururken ölürler,” diye yazar ünlü arazbilimci Lew Wygotski. Bununla, düşünce ve dilin birbirini aştığını ima eder. “Düşünce sözcükleri giyer giymez ölür,” diye iddia eden Schopenhauer’la aynı çizgidedir. Sözcükler yalnızca tecrübelerimize gönderme yapar; konuşmanın amacı insanlar arasındaki ortak çağrışımları açığa çıkarmaktır. Ama belki bu sonucu elde etmenin başka bir yolu daha vardır. Bazen bir resim, binlerce sözcükten daha fazla şey söyler. Ya da müzik; bir duygu durumunu yaratıcıdan dinleyiciye aktarmak için iyi bir araçtır. Hiç değilse kesin olan bir şey var ki, herhangi bir dil öğrenmeyen sağırın hayatı zindan olur. Inǚ sanlar ve eşyaların ismi yoktur; yaşam bir kaos olur, kronoloji yok olur. Soru ve cevap kavramı anlamsızlaşır, soyutlama varlığını kaybeder, zekâ iki yaşındaki birinin düzeyinde kalır. Çünkü geçmiş ve geleceğin sembolik alanına ancak dil aracılığıyla girilebilir; soyutlama ve sınıflandırma dil aracılığıyla yapılır. Benim anne-babamın Inǚ gilizceden daha zengin bir dili vardı: işaret dili. Bu dil konuşma dilinin tersine dört boyutlu bir dildir, uzayın üç boyutunun yanında zamanın içinde de vuku bulur ve çok kısa bir sürede duyulmamış ölçüde bilgi verir. Çocukların işaret dilini, duygularını agu sesleri çıkartarak sözcüklerle ifade etme olgunluğuna erişmeden çok önce, henüz üç aylıkken öğrendikleri iyi bilinen bir gerçektir.

Benim öğrendiğim ilk işaret süt oldu. Anne-babama göre o zaman dört aylıkmışım, yani normal bir ailede normal bir çocuğun süte olan açlığım ancak bağırarak ifade ettiği bir yaşta. Benim ilk gördüğüm rüyalar işaretlerden oluşuyordu: mesaj işaretleyen eller, sessiz sözler, görsel bilgi gibi sözler, dudakların dilsiz hareketi, hareketli semboller. Hâlâ işaretlerden oluşan rüyalar gördüğüm oluyor. Dayım, Henry Russel-Price, Amerika’nın önde gelen şairlerindendi ama iyi şiirden anlayan, zevk sahibi dar bir çevrenin dışında hiç tanınmazdı. O, işaret dili şairiydi. Çocukken onu ziyaret ettiğim günleri hatırlıyorum; ilham geldiğinde bedeninin nasıl seğirdiği ve kendisini işaretlere nasıl teslim ettiği hâlâ aklımda. Tanrı vergisi bir yeteneğe sahipti, adanın yaşlıları hâlâonun hakkında konuşur. Amerika’nın her yerinde, işaret diliyle konuşan çevrelerde, onun şiirlerini hiç yorulmadan saatlerce “ezberden aktaran” insanlara rastladım. Sağır olmayanların çoğu sağırların kültürühakkında pek bir şey bilmiyor. Işǚ aret diliyle yapılan mizah ve alayın nasıl olabileceğini, işaretle şarkı söyleyen koroyu ve akşamleyin bütün müşterilerin sağır olduğu bir restorana girmenin nasıl bir duygu olduğunu ve oradaki havayı; masalarda yıldırım hızıyla hareket eden elleri, biri komik bir şey “söylediğinde” sessizliğin birden nasıl bir kahkaha tufanıyla dağıldığını; ya da işaret diliyle konuşan iki insanın arasına girmek anlamına gelen “nezaket suçunu”, ya da gözlerini ellerine dikerek başkalarının konuşmalarını “dinlemenin” ne kadar ayıp olduğunu. Ben böyle bir kültür ortamında yetiştiğim için, bütün bunlar bana yabancı gelmiyor. Ama ne zaman bu kültürü tanımayan birine anlatmaya kalksam benzetmeler yapmak zorunda kalıyorum. Aynı şey Barefoot için de geçerli; ne zaman onun olağanüstü yeteneği ve yaşamını anlatmaya kalksam mecaza başvurmak zorunda kalıyorum. Bazı nörologlar bilincin dış dünyayla eşzamanlı olmadığını iddia ediyorlar.

Biz gerçekliği kısa bir gecikmeyle yaşarız. O kısa anda beyin bizim için vazgeçilmez olmayan duyu verilerini eler. Belki bu bakış açısı büyük büyük dedemizin yeteneğinin anlaşılmasını kolaylaştırabilir. Normal insanlardan farklı olarak o, duyu etkilenimleriyle eşzamanlı yaşıyordu ve duyu verilerini elemek için zaman kaybetmiyordu. Bundan dolayı yalnızca daha fazla bilgiyi süzmekle kalmıyor, ayrıca insanların düşüncelerini daha hızlı öngörebiliyordu. Gördüğünüz gibi yine, doğruluğu kanıtlanamaz şeyler üzerine konuşuyoruz. Ego, yalnızca büyük bir bilincin haritasıdır, tıpkı dilin daha geniş bir alanın haritası olması gibi, ve alanın kendisiyle karıştırılmamalıdır. Fark ettiğiniz gibi, Bayan Fågel, tüm bunları ancak büyük bir çaba sarf ederek ilginize sunabiliyorum; sık sık tefsir, benzetme ve örneklemelere başvuruyorum. Ama eminim ki Barefoot’un olağanüstü yeteneği, onun duyusal eksikliklerinin yerini dolduruyordu. Her insanın dünyayı anlamak için özel bir yeteneği vardır. Kaybolan bir duyunun yerini başka bir duyu alır. Sağırlar gözleriyle işitir ve işaretle konuşur. Helen Keller, Tadoma metoduyla sağır ve körlerin dünyayı anlayabileceği bir yordam geliştirmiştir: dokunmak. Sağır ve kör biri parmaklarını konuşan birinin dudak ve gırtlağına dokundurarak ne konuştuğunu “duya”biliyor. Avucuna yazdığı işaret ve harϐlerle başkasının da kendisini anlamasını sağlayabiliyor.

Bizim atalarımız sağırların aptal muamelesi gördüğübir Avrupa’da doğdu. Orada henüz işaret dili yaygınlaşmamıştı. Graham Bell ve Helen Keller ortaya çıkana kadar engelliler hakkındaki düşünce değişmedi. Doğa Barefoot’un duyma eksikliğini başka bir şeyle telaϐi etti. Ama bunu, bilimin diyarında açıklamanın mümkün olmadığı radikal bir şekilde yaptı. Işǚ te bu nedenle benim notlarım, bizim yeteneğimizin gizemini açıklayabilmek için, benzetmelerle dolu. Açık sözlü olmama müsaade edin, Bayan Fågel, biz’i bilerek kullanıyorum. Daha sizinle ilk karşılaşmamızda anladım ki siz, bizden birisiniz, küçük topluluğumuzun sırdaşısınız. Ve peşinde olduğunuz şey, atalarımız değil, kendinizsiniz, bir de rasyonel bir açıklaması olmadığı için sizi korkutan bu yetenek… Martha’s Vineyard’da bunu anladığımı fark ettiniz ve bu nedenle kendinizi korumaya çalıştınız. “Işǚ itme organsız duymanın mümkün olduğu” o anların sizde, bende olduğundan daha sık yaşandığına inanıyorum. Bunun basit bir açıklaması var: Siz onun yeteneğinden daha çok pay almışsınız. Bu yetenek bende düzensiz olarak açığa çıkıyor, ama artık beni daha az korkutuyor. (Şimdi size bu satırları yazarken hizmetçi, evin çalışan tek saatine göz atmak için odama doğru geliyordu. Neyi merak ettiğini “duydum”, kapıya geldiğinde, rahatsız edilmemek için, “Dörde geliyor,” diye bağırdım. “Teşekkürler,” diye bağırdı.

Yirmi yıllık hizmeti sürecinde bu duruma şaşırmamayı öğrenmişti.) Şimdi Barefoot’un bana ilk defa olağanüstü sırrını açıkladığı yaşlardayım. Babamın böyle bir yeteneği var mıydı bilmiyorum, vardıysa da bunu sezdirmedi. Ama halalarımın yetenekleri vardı ve bunu ölene kadar dış dünyadan saklamaya çalıştılar. Artık uzun ve zengin bir yaşamın sonuna gelmekteyim. Bu öykü unutulmamalı. Siz, Bayan Fågel, bana en iyi seçimmiş gibi görünüyorsunuz; Barefoot’un yaşamını size anlatacağım, beni sizden daha iyi anlayacak kim var? Ikǚ imiz de, bir hilkat garibesinin aşkının gecikmiş meyveleriyiz. Atlantik’in öte yakasında, küçük bir Kuzey ülkesinde yaşasanız da, baba tarafından en yakın akrabamsınız. En önemlisi de atalarımızın yeteneğine sahipsiniz. Bu nedenle bu öyküyü sizin ellerinize bırakıyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir