Carl Sagan – Cennetin Ejderleri

Jacob Bronowski, her çağda ortaya çıkan ve insan bilimini, yani sanat, diğer bilimler, felsefe ve psikolojiyi ilginç ve uygulanabilir gören kadınlı erkekli küçük bir grubun bireylerindendi. O tek bir öğrenim alanıyla sınırlı değildi, insan öğreniminin tüm alanları içinde gezinirdi. İnsanlığın Yücelişi adlı, televizyon dizisi olan kitabı, üstün bir öğretme aracı ve dikkat çekici bir anıttır; bunlar bir anlamda, insanlığın ve insan beyninin birlikte olan gelişiminin öyküleridir. «Uzun Çocukluk Dönemi» adlı son bölümde, diğer türler göz önüne alındığında, bizim yaşam süremize oranla çok uzun geçen bir süreyi tarif ederek, gelişmekte olan genç insanların yetişkinlere olan bağımlılıklarını ve ola- • ğanüstü esnekliklerini belirtip, onların çevre ve kültürlerinden yararlanarak öğrenme yeteneğini gözler önüne serer. Yeryüzündeki organizmalar kendilerindeki bütün bilgileri, yaşamları boyunca genetik yolların dışında kazandıklarından daha çok, kendi sinir sistemlerine daha önceden ‘yerleştirilmiş’ genetik öğretilere borçludurlar. İnsanlar ve aslında bütün memeliler içinse durum değişiktir. Bizlere aktarılmış olan genetik miras, davranışlarımızı hâlâ dikkati çekecek kadar kontrol altında tutmaktaysa da, kısa zaman süreleri içinde yeni davranış ve kültür patikalarını aydınlatmakta beynimiz aracılığıyla çok zengin fırsatlardan yararlanmışızdır. Doğayla aramızda bir tür pazarlık vardır: Çocuklarımızı yetiştirmek her ne kadar 15 güç olacaksa da, onların yeni şeyleri öğrenme kapasiteleri insan soyunun devamlılık şansım büyük ölçüde arttıracaktır. Ayrıca, insanoğlu varoluş süresinin en son dönemindeki, o yüzdelerle ölçülebilecek ufacık zaman çerçevesinde yalnızca genlerin dışında değil, aynı zamanda bedensel bilgilerin de dışında yer alan şeyler icat etmiştir: Vücutlarımızın dışında bilgilerin depolanması demek olan yazı, bunların en belirgin örneğidir. Genetik değişim ve evrim süresi çok uzundur. Bir türden daha gelişmiş bir türün ortaya çıkması için geçecek süre, örneğin yüz bin yıldır; genellikle birbirine yakın türlerdeki davranış farklılıkları, aslan ve kaplan arasındaki gibi, pek büyük değildir. İnsan organlarındaki en son evrime örnek, ayak parmaklarıdır. Ayak baş parmağının yürüyüş sırasındaki denge açısından önemli bir işlevi vardır; diğer parmakların belirgin yararlılıkları daha azdır. Tıpkı ağaçlarda yaşayan maymunlarda olduğu gibi, bu parmakların tutma ve sallanma görevlerini yerine getirirken başkalaşıma uğradığı bellidir. Bu bir ‘yeniden özelleşme’dir; aslında belli bir işlev için oluşmuş bir organ sisteminin başka ve tümüyle farklı bir işleve uyarlanması, ve bunun için on milyon yıl geçmesi gerekmiştir.


(Dağ gorilinin ayakları benzer bir değişikliğe uğramışsa da, bu tümüyle bağımsız bir evrim sonucu olmuştur.) Ama bugün, yeni bir ilerlemenin olması için beklememiz gereken on milyon yıla ‘sahip’ değiliz. Dünyamızın alışılmadık derecede değişimlere uğradığı bir çağda yaşıyoruz. Bu değişimlerin büyük kısmı bizim eserimiz de olsa, görmezlikten gelemeyiz. Kendimizi ayarlamalı, koşullara uydurmalı ve kontrol etmeliyiz, yoksa mahvoluruz. Yalnızca genler dışındaki bir öğrenme sistemi, türümüzün karşısında hızla değişmekte olan koşullarla başa çıkabilir. Böylece, son olarak hızlı bir gelişime uğramış 16 insan zekâsı, etrafımızı kuşatan pek çok önemli sorunun yalnızca nedeni olmakla kalmayıp, bunların çözümü için de akla gelen tek yoldur. Doğayı daha iyi kavramak ve insan zekâsının evrimini daha yakından tanımak, bilinmeyen ve tehlikeli geleceğimizle bilinçli bir uğraşa girişmemizde herhalde bize yardımcı olacaktır. Zekânın evrimiyle başka bir nedenle de ilgiliyim. İnsanlık tarihi boyunca elimizde ilk kez olarak güçlü bir araç var: Büyük radyoy teleskop; bununla, yıldızlararası akıl almaz uzaklıkları aşarak iletişim yapmak mümkün. Bu aleti henüz kararsızca ve bir tür deneme amacıyla kullanıyor olsak bile, düşünülemez uzaklıklardaki o egzotik dünyaların bize mesajlar gönderip gönderemeyeceğini belirleme konusunda ileri doğru adım atma yolundayız. Hem diğer uygarlıkların varlıkları, hem de onların gönderebilecekleri mesajların yapısal niteliği, dünyada cereyan etmiş bulunan zekâ evrimi olayının evrensel oluşuna bağlıdır. Burada, dünya dışı zeki yaratıkların araştırılması çabaları sırasında yeryüzündeki evrimi incelemenin, bazı ipuçlarına ve yardımcı kavramlara ulaşılması bakımından yararlı olabileceği akla gelmektedir. 1975 yılı Kasım ayında Toronto Üniversitesi’nde ilk kez Jacob Bronowski anısına Doğal Felsefe konusunda konferans vermekten haz ve şeref duydum. Bu kitabı yazmakla o konferansın kapsamını büyük ölçüde genişletmiş olurken, bunun karşılığında da uzman olmadığım konularda bazı şeyler öğrenmenin verdiği mutlu fırsatları yakalamış oldum.

Öğrenmiş olduklarımı berrak bir resim halinde bir araya toplamak ve insan zekâsının evrimiyle doğa konusunda yeni olabilecek ya da hiç değilse geniş bir tartışmaya konu olmamış bazı varsayımları sunmak konusundaki o karşı konulmaz duygudan kurtulamadım. Zor bir konu bu. Biyoloji konusunda yeterli bir eğitim görüp, pek çok yıl yaşamın başlangıcı ve ilk evrim cennetin ejderleri F. 2 17 konusunda çalışmalar yaptım, ama örneğin anatomi ve beyin fizyolojisi konularında gerekli eğitimin pek azma sahibim. Bu nedenle fikirlerimi ileri sürerken gerçek bir ürküntüye kapılıyorum; gayet iyi biliyorum ki bunların pek çoğu birer tasarı olup, ancak deney örsünde kanıtlanabilir veya kanıtlanamaz. Hiç olmazsa bu araştırma bana, harikulâde bir konuya eğilme fırsatı verdi; belki benim ileri sürdüklerim de başkalarını buna daha fazla eğilmeleri için kışkırtacaktır. Biyolojinin ana ilkesi (bildiğimiz kadarıyla onu fiziksel bilimlerden ayıranda budur) on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace tarafından bulunmuş olan o göz kamaştırıcı «doğal ayıklanma sonucu evrim» kuramıdır. (1) Doğal ayıklanmayla, rastlantı eseri çevimlerine uyarak oluşmuş olan organizmaların çoğalması bugünkü yaşam biçimlerinin güzellik ve inceliğinin ortaya çıkmasına neden olur. Beyin gibi karmaşık bir organ sisteminin gelişiminin, yaşamın ilk tarihine ayrılmaz şekilde bağlı kalmış olması gerekir; bu tarihsel süreç içinde yer alan düzensiz değişiklikler ve mevcut bulunan çıkmaz sokaklar, çevreye olağanüstü bir şekilde uymuş bulunan organizmaların bu sürekli değişiklikler sırasında yok olmamak için dolambaçlı uyarlamaları geçirmelerine neden olmuştur. Evrim rastlantısaldır, önceden sezilemez, yalnızca birazcık kötü uyarlanmış muazzam sayıdaki organizmaların ölümü sonucudur ki, bizler beyinlerimiz ve her şeyle birlikte bugün buradayız. Biyoloji fizikten daha çok tarihe benzer; geçmişin kazaları, hataları ve şanslı davranış biçimleri güçlü bir şekilde bugünü oluşturur. İnsan zekâsının yapısı ve evrimi gibi zor bir biyolojik soruna yaklaşım sırasında, asıl ağırlığı beyinin evrimi konusundan ortaya çıkmış tartışmalara vermenin en azından dikkatli bir davranış olacağı kanısındayım. 18 Beyin hakkında ileri süreceğim ana ilke, onun çalışmasının (buna bazan zihinde deriz) anatomi ve fizyolojinin sonucundan başka bir şey olmadığıdır. «Zihin», beyni oluşturan bölümlerin birkaçının veya tümünün ortaya koyduğu hareketin bir sonucu olabilir. Bazı işlemler beynin tümünün bir işlevi olabilir.

Konu ile uğraşan birkaç araştırmacı, beynin yüksek işlevlerini birbirinden ayırmak ve belli yörelerde toplamak konusunda başarısızlığa uğradıkları için, gelecek nesillerdeki hiçbir sinir anatomistinin de bunu başaramayacağı sonucuna varmışlardır. Fakat kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir. Biyoloji tarihinin tüm yakın geçmişi, bizlerin. önemli bir ölçüde, alabildiğine karmaşık bir molekül düzeni içindeki karşılıklı hareketlerin sonucu olduğumuzu ortaya koymuştur; bir zamanlar biyolojik açıdan kutsalların kutsalı olarak görülen genetik malzemenin yapısı, artık kimyasal terimler olarak tümüyle anlaşılır hale gelmiş ve bunun, yapısal nükleik asitler olan DNA, RNA ile onların işçileri olan proteinlerden oluştuğu ortaya çıkmıştır. Bilimde ve özellikle biyolojide pek çok olan örneklere göre, bir konunun karmaşıklığına en yakın olan kimselerde, daha uzakta olanlara kıyasla çok güçlü (ve alabildiğine yanlış) bir ‘olaylara egemen olamamak’ duygusu gelişmektedir. Öte yandan, çok uzakta bulunanlar da, gayet iyi bildiğim gibi, hatalı olarak perspektife aldırmayabilirler. Ne olursa olsun, hem biyolojinin yakın tarihinin izlediği yönün açıkça belli oluşu, hem de kendisini destekleyecek bir kanıt parçacığı bulunmadığından ötürü, zihin ve vücudun farklı maddelerden yapılmış olduğu fikrini içeren zihin-vücut ikiliği varsayımına bu sayfalarda yer vermeyeceğim. Konunun insana zevk veren ve gerçekten hoş olan tarafı, bütün insan çabalarıyla, özellikle beyin fizyolojisinden elde edilen anlayış ve içe bakış sonucu elde edilen görüşlerin muhtemel karşılıkh hareketleriyle olan ilgisi19 dir. Neyse ki, bu sonuncusunun uzun bir tarihsel geçmişi vardır ve eski çağlarda bunların en zenginlerine, karmaşık ve önemlilerine ‘mit’ adı verilmiştir. «Mitler», derdi Salustius dördüncü yüzyılda, «hiç gerçekleşmemiş, fakat hep mevcut olan şeylerdir.» Sokrates, Platonik diyaloglarında ve «Cumhuriyet»te her seferinde bir mit bulup çıkardığında (en tanınmış örneği, mağara öyküsü) önemli bir yere varmış olduğumuzu farkederiz. Ben burada ‘mit’i şimdiki anlamıyla gerçek karşılığı ve geniş ölçüde inanılan bir şey olarak değil, eski anlamıyla, başka türlü açıklanması zor olan incelikli bir konuya ilişkin benzetiş olarak kabul ediyorum. Daha sonraki sayfalarda eski ve yeni ‘mitler’ arasında yapılan rastgele gezilerle ilgili olarak tartışmalara giriştim. Kitabın adı, geleneksel ve çağdaş birkaç farklı ‘mit’in hiç beklenmedik uyumundan gelmektedir. Vardığım sonuçların, meslek olarak insan zekâsı konusunda çalışan kişilere ilginç geleceğini ummakla birlikte, bu kitabı uzman olmayan meraklı kimseler için yazdım.

İkinci bölümde, bu araştırmanın diğer bölümlerine göre daha zor olan konularda öz bilgiler sunulmaktaysa da, küçük bir çabayla bunlara yaklaşılabileceğini umuyorum. Kitabın sonraki bölümlerinin yumuşak bir akışa sahip olması gerekiyordu. Arasıra kullanılan teknik terimler genellikle ilk tanıtıldıklarında açıklanmışlar ve sözlükte toplanmışlardır. Şekiller ve sözlük, resmî bir bilim eğitimi görmemiş kimseler için ek araçlardır; bununla birlikte, benim ileri sürdüklerimi anlamakla onları kabul etmek sanırım aynı şey değildir. Jean Jacques Rousseau 1754 yılında «İnsanlaı Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine» adlı eserinin açılış paragrafında şunları yazıyordu:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Cennetin ejderleri kitabının özetei varmı