Carl Sagan – Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim

Cari Sağan bir bilimadamıydı, fakat öyle niteliklere sahipti ki ona sanki Tevrat sayfaları arasından çıkıp da gelmiş gözüyle bakıyorum. Karşısına bir duvar dikildiğinde -laf kalabalığı duvarı diyelim, hani bilimi mistik havaya bürüyen ve onun hâzinelerini bizden esirgeyen duvar ya da ruhumuzun etrafında yükseltilen ve bilimin gizlerine gönül vermemize engel olan duvar- çağdaş bir Yeşu Peygamber gibi bu duvarları yıkmak için sahip olduğu gücün bir kısmını değil tamamını kullanırdı. Çocukken Brooklyn’de Tevrat’ın Tesniye kitabından bir duayı havradaki ayinlerde okurdu: “Ve Tanrı’nız Rabb’i bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz.” Bu duayı ezbere bilirdi ve belki de bu dua ona esin kaynağı olmuştur, “Anlamadan sevmek nedir?” diye ilk kez sormak için. Ve insan olarak, sormak ve öğrenmek yeteneğimizden daha büyük bir kudret var mıdır sahip olabileceğimiz? Cari doğa hakkında daha fazla şey bildikçe, evrenin enginliğini ve evrende evrimin, insanı hayrete düşürecek geniş zaman dilimlerinde gerçekleştiğini öğrendikçe, daha da yüceldiğini hissediyordu. Onun, evren hakkmdaki fikirlerinin Eski Ahit’le örtüştüğünü söylememin bir başka nedeni de şu: Laboratuvarda bir dizi r bilimsel varsayım üzerinde çalışıp, Musevilerin ibadet günü olan Şabat Günü’nde bu varsayımlarla çatışan fikirler besleyecek kadar çelişkili bir düşünce hayatı sürdüremezdi. Tanrı fikrini o denli ciddiye almıştı ki, o fikri kılı kırk yararak elekten geçirdi. “Nasıl olur da?” diye soruyordu şaşkınlıkla. “Nasıl olur da Tevrat’ın her şeyi bilen, ebedi, âlim-i mutlak dediği yaratan, yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrı’sı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız?” Tevrat’ın Dünya’yı tepsi gibi düz, altı bin yıllık geçmişi olan bir yer olarak niteleyişine aldırmazlık edemezdi ve özellikle trajik bulduğu nokta, biz insanların tüm diğer canlılardan ayrı yaratılmış olduğumuz bilgisiydi. Bizim, tüm hayatla ilişkilendirilişimizin keşfi, sayısız özgün ve reddedilemez kanıtlar dizisinden kaynaklanıyor. Carl’a göre, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in görüşü sadece Tevrat’ın Tekvin kitabında anlatılandan daha makul olmakla kalmayıp, insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu. Doğa hakkmdaki bilgimizin azlığının, Tanrı hakkında daha da az şey bildiğimiz anlamına geldiği kanaatindeydi. Evrenin ihtişamı ve onun trilyonlarca -eğer sonsuz sayıda değilseDünya’nm evrimini yönlendiren nefis kanunlarının ancak bir zerresine vâkıf olmayı başardık. Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon, Dünya’yı yaratan Tann’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara yol açmış ve bizleri eskimiş görüşlerin peşine düşürmüşe benziyor. Bu, onun tarafından öne sürülmüş ucuz bir fikir değildi.


Dünya dinlerini büyük bir açgözlülükle inceledi – ister mazide kalmış dinler olsun ister günümüz dinleri olsun. Öğrenme açlığı bilimsel konularda da aynı derecede baskındı. Kutsal kitapların şiirsel diline ve tarihsel içeriğine hayranlık duyardı. Din bilginleriyle tartışmaya girdiğinde, onları kutsal metinlerden 8 • Cari Sağan Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim • 9 bölümleri ezbere okumadaki üstünlüğüyle şaşırtırdı. Bu tartışmalardan bazıları, yaşamın iyileştirilmesi hedefine yönelik uzun süreli dostluklara ve ortak çabalara yol açtı. Bununla beraber, “Gerçek olanı aramanın bir yolu olan bilimi nasıl oluyor da kutsal kabul ettiğimiz şeylerden ayrı tutmak isteyenler var, hiçbir zaman anlayamıyorum?” diyen biriydi. “Bunlar sevmek ve hayranlık uyandırmanın esin kaynakları olduklarına göre?” Onun sorunu Tanrı ile değil, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlarlaydı. Gerçeği arama sürecinin hiçbir zaman sona ermediğine dair Bilim’in kesintisiz evrime olan inancı evrenin sırlarını perde perde açtığından, Bilim’e yeterince şans vermek gerektiğine inananlardandı. Bizlerin yanlış projeler kurma, yanlış anlama, kendimizi ve başkalarını aldatma yönündeki kronik eğilimlerimize rağmen, Bilim’in yanlışları düzeltme mekanizmasının bizi dürüstlüğe çeken metodolojisinin, ruhsal disiplinin de yüce bir noktası olduğunu düşünüyordu: Şayet kutsal bilgi peşindeysen ve sadece korkularını uzaklaştırmak için geçici, günü kurtaracak bilgiler peşinde değilsen, o takdirde kendini iyi bir “kuşkucu insan” kılmak için antrenmanlı olacaksın. Bilimsel metodu sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir alaycı bir ifadeyle “bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların bilimsel taramanın sınırları dışında tutulmasını ve inancın (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Cari anlıyordu fakat Bertrand Russell ile birlikte ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir, araştırıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve her şeyde, hatta kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile -üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996’da zatürreeden hayata gözlerini yumdu- Cari “inanma” taraftarı hiç değildi: O hep “bilmek” istiyordu. Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında ayırıcı bir duvar yoktu. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar.

Bu insanlar -Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin- bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkâr etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı. Bilim bizi evrenin giriş kapısına taşıdı. Buna karşılık yakınımızdaki çevreyi kavrayışımız küçük bir çocuğun görüşü gibi, değerler arasındaki kıyaslamalardan habersizce devam ediyor. Ruhsal olarak ve kültürel olarak felçli gibiyiz – Doğa’nın yapısında “merkezi” yeri bizim oluşturmadığımızı fark edememiş olmamız ve Evren’in enginliğinde gerçek yerimizi kestirmeyi beceremeyişimizden ötürü. Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni sürekli hırpalıyoruz. Ama yine de, Bilim’i inşa etme uğraşımız zihin sağlığımızın umut verici bir işaretidir. Bununla beraber yalnızca bu zihinsel açılımları kabul etmek yetmez – eğer Doğa’da, kökü olmaması bir yana, birçok açıdan doğal olanı aşağılayıcı bir ruhani ideolojiye tutunmuş ve asılı kalmış durumdaysak. Dünyamızdaki yaşamın enfes dokusunu korumaya yönelik en büyük umudun, doğanın sırlarının bilimin önermeleri doğrultusunda çözümlenmesi gerektiğini içimize sindirmek olduğuna inanıyordu Cari. Ve o böyle yaptı. “Evren perspektifinde her birimiz çok değerliyizdir,” der Kozmos adlı kitabında. “Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, size ters düşüyorsa, bırakın o da yaşasın. Yüz milyar galaksiyi gezip de tek bir insan bile bulamayabiliriz.” Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’yı, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renkte bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu.

Bizim, gerçek durumumuzun ruhlarımızca anlaşılması noktasına ulaşmamız, onun 10 • Cari Sağan Tanrı’tıın Kapısını Çalan Bilim «11 en büyük düşüydü. Kadim peygamberlerden biri gibi bizleri, kendimizden geçmiş durumda sürdüğümüz hayattan vazgeçmemiz, ait olduğumuz barınağımızı korumak için harekete geçmemizi sağlamak amacıyla uyuşukluğumuzdan silkinmemiz için dürtmek istiyordu. Cari, bizim, kendimizi, yaptığına pişman bir yaratıcının kilden yavruları olarak görmememizi, uzak yıldızların ateşli kalplerindeki atomlardan örülmüş yıldız malzemesi olarak görmemizi istiyordu. Cari için biz, “Yıldızları düşünen yıldız malzemesiyiz. Milyarlarca atomun bir araya gelmesiyle organize edilmiş olarak atomun evrimine kafa yoruyoruz. O uzun yolculuğun, en azından burada bilincin doğmasını sağlayan uzun yolculuğun izi peşindeyiz.” Onun için, bilim, kısmen, “bilgili tapma” türüydü. Aydınlanma peşindeki yolda bir tek aşama hiçbir zaman kutsal sayılmamalıydı: Sadece “araştırmaya devam etmek” kutsal süreçti. Bu buyruktur ki, bizim, bilimin derinliklerine ve değerlerine ulaşmamıza engel olan duvarları alaşağı etmemiz için Carl’m mesai arkadaşlarıyla bunca zorlu tartışmalara girişmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Bir diğer korkusu da ulaşmayı sınırlı derecede başardığımız Demokrasi’yi bile koruyamayacağımızdı. Çağımız uygarlığı bilime ve yüksek teknoloji temeline dayanmaktadır fakat içimizdeki sadece küçük bir azınlık, bilimin ve yüksek teknolojinin işleyişinin ancak yüzeysel kısmından haberdar bulunmaktadır. Yeni sahip olduğumuz bu güçlerin kullanılmasının kaçınılmaz olarak içerdiği rizikoların bilgi sahibi karar mercileri olarak, bir demokratik uygarlığın sorumlu yurttaşlarını oluşturmayı nasıl umut edebiliriz? Düşünce şekli bilim yoluna yatkın ve düşünme sorumluluğu yüklenmiş bir uygarlık vizyonu onu bilimadamlarınm genellikle pek gözükmediği birçok yerde konferanslar vermeye zorladı: çocuk parklarında, yabancılara yurttaşlık hakkının tanındığı törenlerde, 1960’larm Güney’inde siyahlarla beyazlara ayrı eğitim uygulanan günlerde yalnız zencilerin okuduğu okullarda, şiddete karşı düzenlenen gösterilerde, Tonight Show’da. Bunu yaparken hayret verici bir bilimsel verimlilikle, disiplinler arası cesur çalışmalarla desteklenen bir öncü oldu kariyerinde. Özellikle Glasgovv Üniversitesinde 1985 yılında “doğal teoloji” üzerine Gifford Konferanslarina çağrılması onu müthiş sevindirmişti. Böylece geçmiş yüzyılın en büyük bilimadamları ve filozoflarının yolunu izlemiş olacaktı: James Frazer, Arthur Eddington, VVerner Heisenberg, Niels Bohr, Alfred North Whitehead, Albert Schvveitzer ve Hannah Arendt.

Cari bu konferansları, din ve bilim arasındaki ilişkiyi algılayışını ayrıntılı olarak ortaya koymak ve kutsal sözcüğünün içinde saklı olan anlamın ne olduğunu anlamak için giriştiği inceleme hakkında açıklamada bulunmak için fırsat olarak kabul etti. Bu arada başka vesilelerle yazdığı birçok temaya temas ediyordu; böyle olmakla beraber elinizdeki bu kitapta yazılı olanlar, onun anlatmak ve vurgulamak için epey uğraştığı sonsuz derecede cazip konuya ait görüşlerinin nihai beyanıdır. Gifford Konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı. Carl’ın söylediklerinin anlamını değiştirmemeye çok çaba harcadım fakat onu takdim ederlerken söylenen o güzel sözleri metne dahil etmediğim gibi kayıt kasetlerinde “Gülümsemeler” diye geçen yerleri de kesmek zorunda kaldım. Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’ın değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, doğaçlama olarak yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifade eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri, kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Cari, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız 12 • C’nrl Sağan Tann’nın Kapısını Çalan Bilim • 13 bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi. Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamamaları sebebiyle, yere iğne düşse sesi duyulacak kadar kesif bir sessizliğin egemenliği de hissedilirdi. Bazı soru-cevaplar üzerine uzayan diyaloglar, Carl’la birlikte bir sorun çözmeye çalışmanın ne demek olduğu hakkında fikir veriyordu. Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: İlkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “Ya onu kırarsam?” endişesi. Amerikalı psikolog ve filozof VVilliam James Gifford, konferanslarını yirminci yüzyılın ilk yıllarında verdi. Sonradan bu konferans metinlerini etkileyici bir kitap olarak bastı. Halen satılan bu kitabın adı The Varieties of Religious Experience’tır (Dinsel Deneyim Çeşitleri). James’in dini, “İnsanın, evreni, kendi eviymiş gibi hissetmesidir,” diye tanımlamasını Cari çok beğenirdi. Cari, Pale Blue Dot (Soluk Mavi Nokta) adlı kitabında James’in bu tanımlamasına yer vermişti.

Cari bu kitabında insanoğlunun uzaydaki geleceğine dair vizyonunu sunar. Elinizdeki kitabı James’in kitabının adının bir çeşnisi olarak adlandırmanın taşıdığı amaç, bilimin bize, başka yollardan duhul edemeyeceğimiz bilinçlenme aşamalarının yolunu açışını iletmektir; ve bizde geçerli kültürel dayatmanın tersine, bilimin bize ikram etmek istediği tek ödülün, kendimizi aldatmama ödülü olduğunu vurgulamaktır. Kitaba verdiğim ad, umarım, aynı zamanda Cari Sagan’ın birbirinden ayrılmaz bütünlükteki yaşam ve çalışmasının derinliğindeki erişilmesi zor zenginliği, araştırmadaki enginliği de şereflendirecektir. Çalışmalarındaki bütünlük, tevazu, türdaşlık duygusu, hayranlık, sevgi, cesaret, kadirşinaslık, açık yüreklilik ve kimseyi kırmamak için aşırı müsamahakârlığı onun bilimsel deneyim çeşitliliğinin tanıklığını yapmaktadır. Verdiği bu konferanslara ait metinlerin yeni baştan keşfedildiği aynı çekmecede, yazmak talihini hiçbir zaman elde edemediğimiz bir kitap için kaydedilmiş bir yığın not vardı. Yazmayı düşündüğümüz bu kitabın adı Ethos’tu ve bilimin sunduğu buyrukların ruhsal perspektifini sentez teşebbüsümüzü yansıtacaktı. Bu konuya ilişkin notlar tutmuş ve referans dosyaları düzenlemiştik. Bunlar arasında matematik ve felsefe dehası olan ve Newton’dan önce diferansiyel ve entegral hesapları bulan Gottfried Wilhelm von Leibniz’den (1646-1716) Carl’m aktardığı bir alıntı vardı. Leibniz’in düşüncesine göre Tanrı, daha başka sorgulamaların yapılmasını engelleyen bir duvardı. Leibniz bu düşüncesini Principles ofNature and Grace (Doğa ve Lütuf İlkeleri) adlı eserindeki şu ünlü cümlesiyle ifade etmiştir: “Neden hiçbir şey yerine bir şey vardır? Çünkü hiçbir şey, bir şey’e kıyasla daha basittir. Evrenin varlığı için bu, yeterli bir neden demek oluyor, başka hiçbir nedene ihtiyaç göstermeyen gerekli bir varlık; aksi takdirde yeterli bir nedene sahip olamazdık karşısında durulacak.” Ve Leibniz’in Cari tarafından daktilo yazısıyla aktarılmış bu sözlerinin tam altında Carl’m Leibniz’e ve bizlere kırmızı mürekkeple ve elyazısıyla sunduğu üç kelimelik şu mesaj vardı: “Öyleyse durmak yok.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir