Carlo M. Cipolla – Silahlar ve Avrupa Sömürgeciliği

Türkler 28 Mayıs 1453’te Konstantinople’ye girdiler. Bu olay karşısında tüm Avrupa şaşkınlık ve dehşete düştü ve dolayısıyla büyük bir yeise kapıldı. Bunun üzerine Kardinal Bessarion, Venedik Dükası Francesco Foscari’ye yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Bir nebze olsun insanlıktan nasibini almış olanlar ve bilhassa Hristiyanlar için korkunç bir olay.” Gösterişli ve büyük bir imparatorluğun mirasım taşıyan, pek çok ünlü ilim adamının yurdu, köklü ve eski meşhur ailelere ev sahipliği yapan, müreffeh, tüm Yunanistan önderi, Doğu’nun ihtişamı ve zaferi, güzel sanatlar okulu ve tüm güzel şeylerin vatanı olan o güzel şehrin tümü, en zalim barbarların, Hristiyanlann en şedid düşmanlarının ve en korkunç vahşi hayvanların eline geçti, yağmasına maruz kaldı ve tahrip edildi… Eğer bu kudurmuş barbarların vahşi saldırıları engellenemezse, daha büyük bir tehlike, diğer ülkelerden bahsetmeye gerek bile yok, İtalya’yı tehdit eder. O dönem AvrupalIların yaşadığı sarsıntıyı ve tüm Avrupa’yı saran o korku dalgasını anlamak kolaydır. Aslında Avrupa için hakikatte yeni olan bir şey yoktu. Orta Çağlar boyunca böyle istikrarsız dönemler hem de potansiyel işgalcilerin insafında tarihsel olarak her zaman Avrupa’da görülürdü. Ancak daha sonra ortaya çıkacak gelişmeler Orta Çağ’ın ilk dönemlerinde görülenden daha kötü olmamıştır. Yani Müslümanlar İberya yarımadasından, Güney Fransa ve Güney İtalya’dan tamamen atılmış, Vikingler ve Macarlar asimile edilmişti. Elbe nehrinin Doğu kısmındaki geniş bölgeler ele geçirilmişti. Ancak tüm bunlara rağmen genel güç dengesi Avrupa’nın lehine olmamış ve uzun vadede AvrupalIlar daima savunmada kalmışlardı. Haçlılar bizleri yanıltmamalı. Yani Avrupa’nın yaptığı saldırıların ilk aşamalarında görülen başarı büyük oranda Arap dünyasının şaşkınlığı, geçici zayıflığı ve dağınıklığından kaynaklanıyordu. Grousset’in ifadesiyle bu “Fransız monarşisinin Müslüman anarşisine” karşı bir zaferi idi, ancak Müslüman güçler hızla toparlanmış ve AvrupalIları derhâl saf dışı bırakmışlardı. Il.


Urban’ın bir söylevinin yankısı ile İlk Haçlı’nın tecrübelerinin sonucunda Malmesbury’li William şöyle yazıyordu; “Bizim olan dünyanın bu küçük bölümü savaşçı Türkler ve Arapların baskısı altındadır; üç yüz yıl boyunca İspanya’yı ve Balerik adalarını ellerinde tuttular ve geri kalan kısmı da ele geçirme hırsıyla yaşıyorlar. ” Batı’nın ticarî alanda 11. yüzyıldan sonra göstermiş olduğu yayılmacılık başarısı ve saldırganlığı, askerî ve siyasî alanda herhangi bir rakiple karşılaşmamıştı. 1241 Vahlstatt yenilgisi Avrupa’ya Moğol tehdidiyle askerî olarak baş edemeyeceğini açıkça göstermişti. Eğer Avrupa işgal edilmediyse bunun sebebi Moğol şefinin (Ögadi, Aralık 1241) tam zamanında ölümü ve uzun vadede Güney ve Doğu’nun, Hanlara Batı’dan daha çekici gelmesiydi. Müteakip yüzyılda, Niğbolu’dan Hristiyanların kovulması (1396) bir kez daha Doğu işgalcilerinin gözünde AvrupalIların zayıflığını göstermiştir. Avrupa yine tamamen tesadüfi olaylarla kurtulmuştu. Beyazıt Timur’a yenilmiş ve böylece potansiyel bir düşman şans eseri ve hiç beklenmedik şekilde bir diğer düşmanca bertaraf edilmişti. 15. yüzyılda Avrupa hâlâ Türk saldırılarının baskısı altında yaşıyordu ve her ne kadar düşmanın ilerlemesi bazı zamanlar yavaşlama eğilimine girse de Avrupa hiçbir zaman birlik olup ortak düşmanını durdurma başarısını gösteremedi. Orta Çağ Avrupası’mn kronik zayıflığının sebepleri yeterince açıktır. Öncelikle AvrupalIlar çok kalabalık değillerdi (100 milyon nüfusu hiçbir zaman aşamamışlardı). Bundan daha mühim olansa bölünmüş bir yapı arz etmeleri ve daima “birbirlerine karşı savaşmaları, ellerini kendi insanlarının kanlarıyla kirletmeleri idi: Yani silâhlarına Hristiyanlann kanlarının bulaşmasıydı.” Birleşik ordular ve güçler teşekkül ettirildiğinde ise sonuç genel bir karışıklık anlamına geliyordu. Sonuncu fakat önemsiz olmayan bir diğer sebepte Avrupalı hükümdarların askeri teşkilâtlarında görülen hantallık ve verimsizlikti.

Avrupa ve bilhassa Doğu Avrupa’nın silâh gücü ağırlıklı olarak renkli fakat çok hantal olan zırhlı süvari birliklerine dayanıyordu. Daha öncede zikredildiği üzere, “Avrupa asaleti, fethedilmez kalarak düşmanla ağır bir savaş vermenin imkânsız rüyasına, taktik ve stratejiyi feda etmiştir.” Her ne sebeple olursa olsun Orta Çağ boyunca Avrupa kendi var olma umudunu büyük oranda Tanrı’nın ellerine bırakmıştı. Konstantinople’nin düşmesini müteakip olaylar gitgide daha vahim bir hal almıştı. Türklerin ilerlemesi daha güçlü ve açıkça karşı konulamaz şekilde devam etti. Kuzey Sırbistan 1459’da ve Bosna Hersek 1463-1466’da kaybedildi. Negraponte 1470’de Venediklerin elinden çıktı ve Arnavutluk 1468’den sonra işgal edildi. Tüm bu durumlar karşısında Papa II. Pius, “Görünüşte iyiye giden bir şey olduğuna dair kendimi ikna etmekte zorluk çekiyorum” diye yazıyordu ve şöyle devam ediyordu: “Kim İngilizlere Fransızları sevdirecek? Cenovalılan ve Aragonlan kim birleştirecek? Almanları, Macarlan ve Bohemyalılarla kim uzlaştıracak? Eğer Türklere karşı küçük bir orduyu harekete geçirebilirseniz onları kolayca yenebilirsiniz; eğer büyük bir orduyu toparlayabilirseniz darmadağın edersiniz” Hristiyanlığm düşmanları Avrupa’nın kalbine darbe indirmeye hazırlanırken anî ve hiç beklenmedik bir olay vuku buldu. Türklerin oluşturduğu birlik hattının arkasından dolaşmak suretiyle bazı Avrupalı uluslar okyanuslarda başarılı ataklar gerçekleştirdiler. İlerlemeleri beklenilmedik şekilde hızlı oldu. Bir yüzyıldan daha az bir sürede, önce Portekiz ve İspanyollar, ardından Hollanda ve İngilizler dünya çapında bir Avrupa üstünlüğüne kavuşmuş oldular. Okyanusun keşfedilmesi ve Avrupa’nın 15. yüzyılın ikinci yarısında gösterdiği yayılmacılığın, Yakın Doğu’dan Avrupa’ya gelen Baharat yollarını ele geçiren Türklerin iler- tanesinin doğrudan bir sonucu olduğuna dair görüşler birkaç on yıl önce çok revaçtaydı. Bu görüş tarihsel saflığın mükemmel bir örneğidir ve bunun tamamen yanlış olduğu kanıtlanmıştır.

Ancak hatalarla dolu olsa da bu görüşte haklılık payı bulmakta mümkündür. Avrupa’nın Baharat yollarına ve Batı Afrika sahillerine doğrudan ulaşmak için gösterdiği çabayı, Avrupa’nın ekonomik yayılmacılığı ile kendi üzerinde hissettiği askeri ve siyasî blok arasındaki gerilimin bir boyutu olarak algılamak olaya bakış açılarından biridir. Bununla birlikte, bahsedilen gerilimin gücünü önemsemeksizin söylenebilir, Avrupa’yı hareket geçiren güdü tek bir şeydir ve bu güdüyü etkili bir hale başanlı bir aksiyona dönüştüren araçta oldukça farklıdır. Müslüman blokun etrafından dolanmaya ve Baharat Adalarına gitmeye duyulan ihtiyaç kendini 13. ve 14. yüzyılda devamlı hissettiriyordu. Ancak, Vivaldi kardeşlerin ve Jaime Ferrer’in Atlantik seferlerinde gösterdikleri başarısızlık, her ne kadar “güdüler” olsa da gerekli “araçların” henüz olmadığını gösteren bir kanıttı —eğer kanıt gerekiyorsa. Daha öncede ifade edildiği üzere AvrupalIlar Asya’ya büyük bir metanet ruhuyla gitmişlerdi —ki bu ruh Asya halklarının direnme arzusundan daha güçlü idi ve Avrupa’nın başarısını da bu tavır sağlamıştı. Her ne kadar güçlü de olsa metanet ruhu, zaruri araçlar olmaksızın bir savaşın kazanılmasına yetmez. Vivaldi kardeşlerin bu “metanet ruhuna” sahip olmadıkları iddia edilemez, ancak onlann kadırgalarının okyanuslarla mücadele edebilecek kapasitede olmadıkları söylenebilir. 13. ve 14. yüzyıl AvrupalIlarının başarısız olduğu yerlerde niçin Rönesans Avrupası başarıyı yakalayabilmişti? 15. yüzyılın bitiminden sonra niçin AvrupalIlar sadece uzak Baharat Adalarına giden yollan kendi lehlerine çevirmekle kalmamış aynca tüm önemli deniz yollannın kontrolünü de ele geçirmiş denizaşın bir imparatorluk kurabilmişti? Avrupalılan korkak bir savunma durumundan, atılgan ve saldırgan bir yayılmacılık gibi etkili ve anî bir değişime götüren neydi? Niçin “Vasco de Gama Çağı” ortaya çıkmıştı?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir