Carlos Ruiz Zafon – Ruzgarin Golgesi

Babamın beni Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’na ilk götürüşü hiç aklımdan çıkmaz. Yaz başlarıydı, günün ilk ışıkları bakır bir çelengin içinden Santa Mónica Bulvarı’nın üzerine akarken külrengi bir gökyüzünün altına sıkışıp kalmış Barcelona sokaklarından geçtik. “Daniel bugün göreceklerini kimseye anlatmamalısın,” diye uyardı, babam. “Hiç kimseye, arkadaşın Tomás’a bile.” “Anneme bile mi?” Babam yaşamı boyunca kendisini bir gölge gibi izleyen hüzünlü gülümseyişinin ardına gizlenerek iç geçirdi. “Kuşkusuz ona anlatabilirsin,” diye yanıtlarken kederliydi. “Annenle gizlimiz saklımız yok. Ona her şeyi anlatabilirsin.” İç Savaş’tan kısa bir süre sonra, bir kolera salgını annemi bizden almıştı. Dördüncü yaş günümde onu Montjuic’e gömdük. Hatırlayabildiğim tek şey tüm gün, tüm gece aralıksız yağan yağmurdu. Babama gökler mi ağlıyor, diye sorduğumda adamcağız ne diyeceğini bilememişti. Altı yıl sonra bile annemin boşluğu, sözcüklerle bastırmayı hâlâ öğrenemediğim sağır edici bir sessizlik olarak çevremizde asılı duruyordu. Babamla Santa Ana Sokağı’nda, kilise meydanına bir taş atımı uzaklıktaki mütevazı bir apartman dairesinde oturuyorduk. Daire, büyükbabamdan miras kalan kitabevinin bir üst katındaydı.


Kitabevinde ikinci el kitaplar ve koleksiyoncuların ellerindeki az bulunur baskılar satılıyordu; babamın bir gün benim olmasını umut ettiği büyülü bir dükkândı. Kitaplar arasında büyüdüm. Toz kalıbına dönüşmüş sayfalarında, kokularını bugüne dek ellerimde taşıdığım düşsel dostlar edindim. Yatak odamın karanlığında annemle konuşarak, ona günün olaylarını, okul maceralarımı ve bana öğretilen şeyleri anlatarak uykuya dalmayı çocukken öğrendim. Onun sesini duyamıyor ya da dokunuşlarını hissedemiyordum, ama sıcaklığı ve aydınlığı evimizin her köşesini kaplamıştı; gözlerimi kapayıp onunla konuşursam, nerede olursa olsun beni duyabileceğine, yaşlarını hâlâ on parmağıyla sayabilenlerin saflığıyla inanıyordum. Kimi zaman babam yemek odasından sessizce ağlayarak dinlerdi beni. O haziran sabahı günün ilk ışıklarıyla çığlık atarak uyandım. Kalbim göğüs kafesimde gümbür gümbür atıyor, ruhum kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi çırpmıyordu. Babam telaşla odama geldi, beni kollarıyla sararak sakinleştirmeye çalıştı. “Yüzünü anımsayamıyorum. Annemin yüzünü anımsayamıyorum,” diye mırıldandım, nefesim kesilmişti. Babam, bana sıkıca sarıldı. “Üzülme, Daniel. Ben ikimizin yerine anımsarım.” Söylenmemiş sözler arayarak loş ışıkta birbirimize baktık.

Babamın yaşlanmaya başladığını ilk o zaman fark ettim. Ayağa kalktı, şafağın solgun parıltıları içeri girsin diye perdeleri açtı. “Gel, Daniel, üstünü giyin. Sana bir şey göstermek istiyorum,” dedi. “Şimdi mi? Sabahın beşinde?” “Bazı şeyler yalnızca karanlıkta görülebilir,” dedi, babam. Yüzünde parlayıp sönen gizemli gülümseyişi büyük olasılıkla kitaplığındaki yıpranmış Alexandre Dumas romanlarından birinin sayfalarından ödünç almıştı. Dış kapıdan çıktığımızda, gece bekçileri sisli sokaklarda hâlâ nöbetlerinin başındaydı. Şehir yavaş yavaş canlanan suluboya bir tablo gibi uyanırken, sabahın puslu alacakaranlığında, bulvar boyunca sıralanmış lambalar caddenin sınırlarını belirlemişti. Arco del Teatro Sokağı’na vardığımızda, sokağa adını veren tiyatro kemerinin altından geçerek Raval tarafına yürüyüp mavi sisle kaplı bir tonozun içine girdik. Bulvarın parıltıları ardımızda solana dek, sokaktan çok, bir yara izini andıran o dar koridorda babamı izledim. Balkonlardan, pervazlardan ışık demetleri halinde süzülen parlak gün ışığı yere ulaşmadan yitip gidiyordu. Sonunda babam, zamanın ve nemin kararttığı ağaç oyma büyük bir kapının önünde durdu. Önümüzde, bana bir saray iskeleti gibi görünen gölgeli ve yankılı bir yer hayal meyal belirdi. “Daniel bugün göreceklerini kimseye anlatmamalısın. Hiç kimseye, arkadaşın Tomás’a bile.

” Gür, kır saçlarının biçimlediği akbaba suratlı, ufak tefek bir adam kapıyı açtı. Yabansı kartal bakışlarını üzerime dikti. “Günaydın, Isaac. Bu, oğlum Daniel,” diye tanıttı, babam. “Yakında on birine girecek ve bir gün dükkân onun olacak. Burayı tanımasının zamanı geldi.” Isaac denen adam başıyla onaylayarak bizi içeri davet etti. Mermer bir merdivenin dolambaçlı hatlarıyla masalsı yaratıkların ve meleklerin fresklerinden oluşan bir galeriyi iç sıkıcı bir mavilik örtüyordu. Ev sahibimizi izleyip görkemli bir koridordan geçerek çevresine düzensizce yayılan yuvarlak bir hole geldik. Sarmal yapının gölgeleri, üstümüzdeki yüksek bir cam kubbeden süzülen ışık sütunlarıyla deliniyordu. Tıka basa dolu kitap rafları, geçitlerden oluşan labirentler, devasa bir kütüphanenin inanılmaz geometrik görüntüsü, tüneller, eşikler, platformlar ve köprülerle örülmüş bir arı kovanı gibi aşağıdan yukarıya doğru yükseliyordu. Babama baktım, afallamıştım. Bana gülümseyerek göz kırptı. “Unutulmuş Kitaplar Mezarlığfna hoş geldin, Daniel.” Kütüphanenin koridorlarıyla platformları arasına serpiştirilmiş bir düzine kadar insan figürü fark edebildim.

Bir kısmı dönmüş uzaktan beni selamlıyordu, aralarında babamın Sahaflar Derneği üyesi birkaç meslektaşının yüzlerini tanıdım. On yaş gözlerime, gizli çalışan bir simyacılar topluluğu gibi göründüler. Babam bana doğru eğildi, gözlerimin içine bakarak yeminler ve sırlar için özgülenmiş kısık bir sesle söylev verdi. “Burası gizemli bir yer Daniel, bir mabet. Burda gördüğün her kitabın, her cildin bir ruhu var. Onu yazanın, okuyanların, onunla yaşayıp onu düşleyenlerin ruhu. Bir kitap sürekli el değiştirir, birileri gözleriyle sayfalarını sürekli tarar, kitabın ruhu gelişir ve güçlenir. Uzun yıllar önce, babam beni buraya ilk kez getirdiğinde burası yine eski bir yerdi. Belki de şehrin kendisi kadar eski. Buranın ne kadar zamandır var olduğunu ve kim tarafından kurulduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Bu yüzden sana babamın bana anlattıklarını anlatacağım. Bir kütüphane yok olduğu ya da bir kitabevi kapandığında unutulmaya terk edilen bir kitap olursa, burayı bilen bizler, yani buranın bekçileri o kitabın buraya getirilmesinden sorumluyuz. Zamanın içinde kaybolmuş, uzun süre kimselerin anımsamadığı kitaplar burda yeni bir okurun elleriyle buluşacağı günü bekleyerek sonsuza dek yaşar. Biz onları dükkânlarda alıp satsak da, gerçekte kitapların sahibi yoktur. Burda gördüğün her kitap bir zamanlar birilerinin en iyi dostuymuş.

Şimdi yalnızca biz varız, Daniel. Böylesi bir sırrı saklayabileceğini düşünüyor musun?” Bakışlarım oranın büyülü ışıkları ve görkeminde kaybolmuştu. Başımla onayladım, babam gülümsedi. “Ve buranın en iyi yanı ne biliyor musun?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. “Geleneğe göre, burayı ilk kez ziyaret eden kişinin istediği herhangi bir kitabı seçip sahiplenmesi, yok olmasına asla izin vermemesi gerekiyor; böylelikle o kitap her zaman yaşayacak. Bu çok önemli bir sorumluluk. Bir ömür boyu,” diye açıkladı, babam. “Bugün sıra sende.” Dolambaçlı labirentin içinde neredeyse bir buçuk saat kadar toz ve eski sayfa kokuları soluyarak dolandım. Seçimimin ne olacağı konusunda derin düşüncelere dalarak kitapların koridorlara bakan sırtlarını sıvazladım. Yaşlarından dolayı solmuş kitap isimleri arasında bildiklerimin yanı sıra tanımlayamadığım dillerdeki sözcükler de gözüme çarptı. Yüzlerce, binlerce ciltle dolu koridorlarda gezindim. Yürürken, bu duvarların ötesinde, dışarıdaki dünyada insanların kendileri için bir şeyler yapmak yerine yaşamlarının her akşam futbol ve pembe dizilerle geçip gitmesini umursamadıklarını, hatta bundan memnun olduklarını, oysa bu kitapların her birinin kapakları arasında sonsuz bir evrenin keşfedilmeyi beklediğini düşündüm. İster bu düşüncelerin etkisi, ister yalnızca şans ya da onun daha süslü biçimiyle yazgı deyin, tam da o an sahipleneceğim ya da beni sahiplenecek olan kitabı seçmiş olduğumun farkına vardım.

Bir rafın köşesinden ürkekçe dışarıya sarkmıştı, üzeri şarap rengi deri bir ciltle kaplıydı, isminin altın rengindeki yaldızlı harfleri üstümüzdeki kubbeden sızan ışıkta parıldıyordu. Yanına yaklaştım, onları parmak uçlarımla okşayıp mırıldanarak okudum. Rüzgârın Gölgesi JULIÁN CARAX Ne kitabın ismini, ne de yazarını daha önce duymamıştım ama umursamadım. Karar verilmişti. Büyük bir dikkatle onu raftan aldım, sayfalarını çevirerek göz gezdirdim. Raftaki tutsaklığından kurtulunca çevresine altın bir toz bulutu yaydı. Seçimimin verdiği mutlulukla onu kolumun altına sıkıştırdım, dudaklarımdaki gülümseyişle geldiğim yoldan geri dönerek labirentten çıktım. Belki de buranın büyülü havasına yenik düşmüştüm, ama Rüzgârın Gölgesi’nin yıllardır, büyük bir olasılıkla ben daha doğmadan önce orada beni beklediğine emindim. O akşamüstü Santa Ana Sokağı’ndaki daireye döndüğümüzde, kitabın ilk birkaç satırını okumak için odama kapandım. Daha neler olduğunu anlayamadan kendimi kitabın içinde buldum. Roman gerçek babasını arayan bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Babasının varlığından daha önce hiç haberi olmamışken bunu ölüm döşeğindeki annesinden öğrenmişti. Bu maceranın öyküsü, kahramanın yitik gençliği telafi etme savaşımını ve son nefesine dek yaşamını kaplayan talihsiz bir aşkın gölgesinin anlatıldığı fantastik bir serüven yolculuğuna dönüşüyordu. Konu geliştikçe öykünün yapısı bana, içinde bir sürü küçülen tekrarını barındıran şu Rus matruşka bebeklerini anımsatmaya başladı. Öykü adım adım ilerledikçe, sanki aynalardan oluşan bir galeride görüntüsü sonsuz yansımaya uğramış gibi bin alt öyküye bölünmüştü.

Dakikalar, saatler bir rüyadaymışçasına akıp gitti. Katedralin çanları gece yarısını ağır ağır vurduğunda seslerini güçlükle duydum. Okuma lambasından yayılan sıcak ışığın altında, bana en az çevremdekiler kadar gerçek görünen karakterlerden oluşan yeni bir hayal ve duygu dünyasına dalmıştım. Günün ilk ışıklarının soluğu pencereme değene ve yorgun gözlerim son sayfayla buluşuncaya dek öykünün baştan çıkarıcı dünyasının beni sayfa sayfa teslim almasına göz yumdum. Loş bir mavilikte kitabı göğsümün üstüne koyarak uzandım, uyuyan şehrin mırıltılarını dinledim. Gözlerim kapanmaya başlamıştı ama direndim. Öykünün büyüsünü yitirmekten korktum ya da karakterleriyle vedalaşmayı henüz istemiyordum. Bir defasında, babamın kitapçı dükkânında sürekli bir müşterinin, bazı şeyler okur da onun kalbine giden yolu bulan ilk kitaptan daha derin bir iz bırakır, dediğini duymuştum. O ilk imgeler, unuttuğumuz usandığımız sözcüklerin yankısı yaşamımız boyunca bize yoldaşlık eder ve belleğimizde er ya da geç -ne kadar kitap okuduğumuzun, kaç tane dünya keşfettiğimizin veya neleri öğrenip neleri unuttuğumuzun hiç önemi yok- döneceğimiz bir saray kurar. Benim için de her zaman yalnızca Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’nın koridorlarında bulduğum bu büyüleyici sayfalar olacak. GÜNLERİN GETİRDİĞİ Bir sırrın değeri onun kimden saklanması gerektiğiyle ölçülür. Uyanınca ilk aklıma gelen şey Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı’nı en iyi arkadaşıma anlatmak oldu. Tomás Aguilar boş zamanını ve yeteneğini aerostatik cirit veya topaçla çalışan dinamo gibi tuhaf ama şaşılacak derecede zekice düzenekler icat etmeye ayırmış bir sınıf arkadaşımdı. İkimizi el feneri ve pusulalarımızla şu yeraltı dehlizlerindeki bibliyografik gömütlerin gizemini çözerken hayal ederdim. Sırrımı Tomás’tan daha iyi kiminle paylaşabilirdim? Sonra verdiğim sözü anımsayarak, içinde bulunduğum koşulların dedektif romanlarında adlandırılan farklı bir “hareket tarzı” benimsememi gerektirdiğine karar verdim.

Öğleyin babamı kitap ve Julián Carax hakkında küçük bir sınava çekmek için yanına yaklaştım… ikisinin de ünlü olması gerektiğini varsayıyordum. Planım tüm materyalleri elde edip hafta sonuna dek hepsini okumaktı. Doğuştan bir kütüphaneci, tuhaf şeylerin ve yayınevleri kataloglarının ayaklı sözlüğü olan babamın Rüzgârın Gölgesi ya da Julián Carax’la ilgili hiçbir şey bilmediğini şaşkınlıkla fark ettim. Çaktırmadan, ipuçları bulmak için başsayfanın arkasındaki basım tarihçesini gözden geçirdi. “Burda yazdığına göre bu kopya Aralık 1935’te Cabestany Yayınları tarafından Barcelona’da yayımlanan iki bin beş yüz adetlik baskının bir parçası.” “Yayınevini tanıyor musun?” “Yıllar önce kapandı. Ama dur hele, bu orijinal değil. Birinci baskı aynı yılın kasım ayında çıkmış ama Paris’te basılmış… Galiano ve Neuval tarafından yayımlanmış. Bir şey çağrıştırmadı.” “Yani bu bir çeviri mi?” “Öyle denemez. Anlayabildiğim kadarıyla bu metin orijinal olmalı.” “İspanyolca bir kitap, ilk basımı Fransa’da?” “Sıradışı sayılmaz, günümüzde buna benzer şeyler olmuyor,” diye ekledi, babam. “Belki Barceló bize yardım edebilir…” Gustavo Barceló, Fernando Sokağı’nda büyük bir mağazası olan ve şehrin ikinci el kitap alım satımında etkin bir konuma sahip, babamın eski bir arkadaşıydı. Çevresindeki kişiyi bir Acem dükkânının hoş kokusuyla mest eden sönmüş bir pipo sürekli ağzındaydı. Kendini son romantik olarak tanıtmaktan hoşlanıyordu; atalarının uzaktan Lord Byron’la akraba olduğunu iddia ederdi.

Bu bağı kanıtlamak istercesine gardırobunu bir on dokuzuncu yüzyıl züppesinin tarzıyla donatmıştı. Gösterişli gündelik giysileri bir kıravat, beyaz rugan ayakkabılar ve düz cam bir monoklüden oluşuyordu, hatta art niyetli bir söylentiye göre tek gözüne taktığı bu gözlük camını tuvalette bile çıkarmıyordu. Hayalleri bir yana bırakılırsa en önemli akrabası, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında edindiği şüpheli mal varlığıyla inanılmaz derecede zengin bir fabrikatör ve dünyaya gelmesinin nedeni olan kişi, babasıydı. Babama göre Gustavo Barceló mesleki deyişle yüklü biriydi ve saray büyüklüğündeki kitapçı dükkânı ticaretten çok bir tutku içindi. Kitapları sınırsızca seviyordu ve -bunu kesin olarak reddetse de- herhangi biri dükkânına gelip de gücünün satın almaya yetmeyeceği bir cilde tutulursa, Barceló alıcının o kitabın tesadüfen karıştıran biri değil de ciddi bir okur olduğunu hissederse fiyatı düşürüyor, hatta onu hediye ediyordu. Ayrıca Barceló tavrına ve sesinin tınısına denk düşen bir bilgiçlikle desteklenen fil hafızasıyla övünüyordu. Eğer biri tuhaf kitaplar hakkında bilgi sahibiyse bu kişi ondan başkası olamazdı. Öğleden sonra, dükkânı kapayınca babam, Barceló ve kitapsever dostlarının yuvarlak bir masanın etrafında Kral Arthur’un şövalyeleri gibi toplanarak şiirdeki çöküşün ayrıntılarını, ölü dilleri ve güvelerin hüküm sürdüğü başyapıtlara gösterilen ilgisizliği tartıştıkları Montsió Sokağındaki Els Quatre Gats kafeye doğru bir gezintiye çıkmayı önerdi. Els Quatre Gats evimizden yürüyerek yalnızca beş dakika uzaklıktaydı ve uğrak yerlerimden biriydi. Babamla annem 1932’de orada tanıştıklarından bu dünyaya tek kişilik geliş biletimi kısmen bu eski kafenin çekiciliğine borçluydum. Dış görünümüyle karanlıklara demirlemiş bir kandil ışığını andıran yapıyı taştan ejderhalar koruyordu. İçeride sesler başka zamanların gölgeleriyle yankılanır gibiydi. Saymanlar, hayalperestler ve deha adayları, Pablo Picasso, Isaac Albéniz, Federico García Lorca ve Salvador Dalí’nin hayaletleriyle masaları paylaşıyorlardı. Burada kimi zavallılar bir küçük fincan kahve fiyatı karşılığında tarihsel bir kişilik olarak kabul edilebilirdi. Babamın içeriye girdiğini gördüğünde, “Sempere, dostum,” diye seslendi, Barceló.

“Seni mirasyedi. Bu onuru neye borçluyuz?” “Bu onuru oğlum Daniel’e borçlusunuz, Don Gustavo. Bir keşif yaptı da.” “Eh, o zaman lütfen buyrun, bu istisnai olayı kutlamamız için bize katılın,” dedi yüksek sesle. “İstisnai,” diye fısıldadım, babama. “Barceló kendisini yalnızca süslü sözcüklerle ifade edebilir,” diye fısıltıyla yanıtladı, babam. “Bir şey söyleme yoksa hemen heyecanlanıp coşar.” Halka biçiminde oturan topluluğun küçük bir kısmı bize yanlarında yer açarken toplumda cömertliğini göstermekten hoşlanan Barceló bize bir şeyler ısmarlamak için ısrar etti. “Delikanlı kaç yaşında?” diye sordu gözucuyla beni süzerek. “On bir sayılırım,” dedim. Barceló’nun yüzünde kurnazca bir gülümseyiş belirip kayboldu. “Diğer bir söyleyişle, on. Yaşını büyütme, seni afacan. Yaşam senin yardımın olmaksızın onu halleder.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir