Carter Dickson – Dokuz Düğümlü İp

VAKTİYLE bir mezarlığın yakınında oturan bir yaşlı adam vardı…” bir hikâyeye iyi bir başlangıç olabilir. Aslında bu cümle Ted Stevens için düşünülmüştü sanki… Zira evinin civarında sahiden minicik bir mezarlık mevcuttu. Sonra Despard Park Malikânesi’nin de garip bir şöhreti vardı… Ted Stevens o gün, saat 18.48’de Broad Street Garı’na varacak tirenin sigara içenlere mahsus kompartımanında oturuyordu. Otuz iki yaşında olan genç “adamın, Herald ve Oğlu Yaymevi’nde önemli bir mevkii vardı. Philadelphia dolaylarında şirin bir sayfiye evinin sahibi bulunmasına rağmen, işi icabı şehirde bir apartman kiralamak zorunda kalmıştı. Fakat gerek kendisi, gerekse karısı sayfiye hayatım çok sevdikleri için, ekseri hafta sonlarını Crispen’deki villâlarında geçirirlerdi. Netekim o cuma akşamı da Ted Stevens, küçük evlerinde kendisini bekleyen karısı Marie’ye gidiyor ve Gaudan Cross’un, meşhur cinayet dâvaları konusundaki yeni antolojisinin müsveddelerini de beraberinde götürüyordu. Tiren dakikası dakikasına Broad Street’e vardı. Crispen’ den geçen ekspres yedi dakika sonra kalkıyordu. Crispen’in nasıl olup da bir ekspresin uğrağı olabildiğine Stevens’in aklı ermiyordu. Zira bir yamacın böğrüne yerleşmiş, yarım düzüne evden müteşekkil bu topluluğa kasaba demeye dahi insanın dili varmıyordu. Bununla beraber Crispen’in bir postahanesi, bir eczanesi ve King’s Caddesi’nin, Despard Park’ın etrafını çevirdiği yerde, kayın ağaçlarının gölgesine sığınmış bir çayhane ve pastahanesi vardı. Crispen’de hattâ ve hattâ bir cenaze levazımatçısı bile vardı. Stevens, bir cenaze levazımatçısnın, bu kadar az nüfuslu bir yerde nasıl iş yapabildiğini öteden beri merak ederdi.


Camekânın üzerinde minicik harflerle “J. Atkinson” ismi yazılıydı. Fakat Stevens, yarı yerine kadar siyah kadife perdeyle örtülü camın ötesinde o vakte kadar birisini görmeye muvaffak olamamıştı. Bununla beraber J. Atkinson, kısa bir zaman evvel vukua gelen ihtiyar Miles Despard’ın ölümü vesilesiyle Despard Park’a gitmiş olmalıydı… Crispen’in kadastroda yer almasının biricik sebebi, olsa olsa Despard Park’tı. William Penn’in Pennsylvania eyaletini kurduğu 1681 yılından beri Despard Park’ta Fransız asıllı Despard’lar vardı. Bu kadar eski bir tarihçesi olan ailenin en yaşlısı, ihtiyar Miles Despard, işte bundan iki hafta önce vefat etmişti. Stevens, tirenini beklediği kadar, yeni aile reisi Mark Despard’ın o akşam da her zamanki gibi kendisiyle gevezelik etmeye gelip gelmeyeceğini merak ediyordu. Stevens’in küçük villâsı, Despard Park’ın bahçe kapılarının iki adım ötesinde olduğu için, Mark ile Ted ahbap olmakta gecikmemişlerdi. Bununla beraber Ted Stevens, Mark’ı yahut karısı Lucy’yi o akşam göreceğini doğrusu pek ummuyordu. Müzmin bir gastro-anterit’ten hayata veda eden ihtiyar Miles’in ölümü, pek az temas ettiği akrabalarını her ne kadar fazla üzmemiş idiyse de, her ölümün birtakım malî meseleler ortaya çıkardığı muhakkaktır. İhtiyar Miles hiç evlenmemişti;. Mark, Edith ile Ogden Despard, küçük kardeşinin çocuklarıydılar: Stevens, her birinin hatırı sayılır bir mirasa konacağını tahmin ediyordu. Ekspres nihayet gelince, genç adam gene sigara içenlere mahsus kompartımanlardan birine yerleşti. Gecenin bastırmasına rağmen, 1929 ilkbaharının yumuşaklığı vardı.

Havanın tatlılığı, Ted’e, kendisini Crispen’de bekliyecek olan karısı Marie’yi hatırlattı. Çok geçmeden de genç adamın’ düşünceleri, evrak çantasında bulunan Gaudan Cross’un müsveddesine yöneldi. Münzevi bir hayat yaşıyan yazar, ünlü cinayet dâvalarını hikâye etmeyi ihtisas edinmişti. Bu konuda öylesine bir kabiliyeti vardı ki, Neil Cream’ın muhakemesinin hikâyesini okuyan tanınmış bir hukukçu, bunca tafsilâtın, ancak duruşmalarda bulunmuş bir kimse tarafından kaleme alınabileceğini belirtmişti. Gelgelelim, Cream dâvası 1892’de vuku bulduğuna, Bay Cross ise ancak kırk yaşında gösterdiğine bakılırsa, buna imkân yoktu tabiî. Bununla beraber, hukukçunun iddiasının yol açtığı tartışma, kitap için mükemmel bir reklâm olmuştu. O cuma günü öğleden sonra Ted Stevens, yayınevinin müdürü Morley’in yazıhanesine çağırılmış, bu zat ise kalın bir zarfın içindeki müsveddeyi ona teslim ederek, “Cross’un yeni antolojisini hafta sonuna kadar tetkik edebilirseniz çok .memnun olurum. Zira pazartesiye sizinle, münakaşasını yapmak istiyorum,” demişti. Ted, “Siz, eseri okudunuz mu?” diye sorunca, Müdür, “Evet, okudum,” diye cevap verdi. “Gaudan Cross’un en iyi eseri olacağını kuvvetle tahmin ediyorum. Konusu pek enteresan: Kurbanlarını zehirleyerek öldüren meşhur katil kadınlar.” — “Mükemmel.” Fakat Morley’in zihnini kurcalayan bir nokta vardı. Edward Stevens’e, “Siz Cross’u tanıyor musunuz?” diye sordu.

— “Hayır, ama bir, iki kere burada gözüme ilişti.” — “Pek garip bir adama benziyor. Kontratlarına koydurmayı ihmal etmediği madde de tuhafıma gitmiyor desem yalan. Bütün kitaplarının arka kapağında büyük bir fotoğrafının bulunmasını şart koşuyor.” Ted Stevens, odayı çevreleyen raflardan bir kitap seçti; bu, Cross’un, Neil Cream dâvasının da dahil bulunduğu ilk eseriydi. Stevens, bunun arkasındaki fotoğrafı tetkik etmeye koyuldu. “Enerjik, münevver ve oldukça sempatik bir çehre. Acaba resminin binlerce nüsha halinde çoğaltılmasını isteyecek kadar gösteriş düşkünü mü?” diye söylendi. Morley başını salladı. “Hiç sanmam,” dedi. “Cross, kendini reklâm etmeyi gaye edinecek adamlardan değil. Başka bir sebep olmalı. “Yayınevinin müdürü düşünceli bir yüzle Stevens’e baktıktan sonra ilâve etti. “Her neyse, müsveddeyi evinize götürün. Yalnız ne olur, içindeki resimli evrakın her hangi bir parçasının düşüp kaybolmamasına dikkat edin.

Pazartesi görüşürüz.” Kendisini Crispen’e götüren tirende bu konuşmayı hatırına getiren Ted Stevens, çantasının kilidini açmak üzere elini uzattı, fakat bu hareketini tamamlamadı. Zihni gene ihtiyar Miles Despard’a takılmıştı. Bir yaz önce, onun, evinin arkasındaki bahçede dolaşışı gözlerinin önündeydi Öldüğü sırada elli altı yaşında olmasına rağmen, titizliği, giyiniş tarzı ve kırlaşmış bıyığı, “ihtiyar” Miles’in olduğundan yaşlı gözükmesine sebep oluyordu. Miles Despard, oldukça ıstıraplı bir hastalık olan gastro-anterit’e erkekçe bir tahammül göstermiş ve bundan ötürü de, hem aşçılığını yapan, hem de evini idare eden Bayan Henderson’un hayranlığını kazanmıştı. İhtiyar adamı, malikânenin özel küçük kilisesinin altındaki mahzene gömmüşlerdi. Despard’ların dokuz kuşağının’ ebedî uykusunu uyuduğu bu özel mezarlığın üzeri, son derece ağır bir taşla kaplı idi. Yalnız bir husus Bayan Henderson’un dikkatini çekmişti. Ölmeden önce, Miles Despard’ın elinde, üzerinde, eşit mesafeli dokuz küçük düğüm bulunan bir sicim parçası görmüştü. Bu sicim sonradan ölünün baş yastığının altında bulunmuştu. Bayan Henderson’u allak bullak eden bir şey daha vardı. İhtiyar Miles’in yeğeni Mark Despard, alaycı bir ifadeyle bundan Ted Stevens’e bahsetmişti. Stevens ile Mark, Miles’in, 12 nisan çarşamba gecesindeki ölümünden sonra yalnız iki kere görmüşlerdi. Stevens’in bu tarihi bu kadar iyi hatırlamasına sebep, hafta içinde pek ender olarak sayfiyeye gelmelerine rağmen, o geceyi Marie ile Crispen’de geçirmiş olmaları idi. Ertesi sabah kara yoliyle New York’a dönmüşler ve faciayı sonradan gazetelerden öğrenmişlerdi.

Ayın 15’inde hafta sonu için Crispen’e dönünce, Despard’lara baş sağlığı ziyaretine gitmişler, fakat Marie ölümlerden müthiş ürktüğü için cenaze töreninde bulunmamışlardı. Stevens Mark’ı son olarak, cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı King’s Caddesi’nde görmüştü. Mark Despard lâf arasında ona, “Bizim Bayan Henderson da artık hayal görmeye başladı galiba,” demişti. “Güya öldüğü gece Miles amcamın odasında bir kadın varmış ve amcamla bir müddet konuşmuş.” — “Bir kadın mı?” — “Bayan Henderson üstelik tarihî kostümlü bir kadından bahsediyor. Mamafih bu, olmıyacak şey değil, zira o gece Lucy, Edith ve ben bir maskeli baloya gitmiştik. Lucy Madam de Montespan, Edith ise Florence Nightingale kıyafetine girmişti. Düşün, bir kolumda ünlü bir fahişe, öteki kollumda ise meşhur bir hastabakıcı vardı. Ama Miles Amcam odasına kimseyi sokmadığı için, Bayan Henderson’un gördüğü kadının ikisinden biri olduğuna ihtimal veremem. Amcam öylesine münzevi bir hayat sürüyordu ki, yemeklerde bile aramıza gelmiyor, tepsisi odasına götürülüyor. Hastalanması üzerine, bitişiğindeki odaya bir hastabakıcı yerleştirdik; o zaman bile, hastabakıcının ikide bir içeriye girmemesi için aradaki kapıyı kilitlemeye kalktı; onu bu huyundan vazgeçirinceye kadar bizim de canımız çıktı. Bundan ötürü de Bayan Henderson’un hayal gördüğüne ihtimal veriyorum.” Stevens, Mark Despard’ın, bu olayların üzerinde durmasına bir mâna verememişti. “Lucy’yi ve Edith’i bu konuda sorguya çektin mi?” diye sormuş, sonra da şöyle fikir yürütmüştü. “Amcanın, odasına kimseyi almadığım söylüyorsun; öyle olsa, Bayan Henderson odada bir kadın olduğunu nasıl görebilirdi?” Mark bunun üzerine izah etmişti.

“Bayan Henderson, kadını, taraçaya açılan ve normal olarak bir perde ile örtülü duran camlı bir kapıdan gördüğünü iddia ediyor. Hayır, Lucy’ye veya Edith’e hiçbir şeyden bahsetmedim.” Mark, sözünün burasında tereddüt etmiş, sonra sıkıntılı bir gülüşle devam etmiş. “Bahsetmememin sebebi şu: Bayan Henderson, tarihî bir kostüm giymiş olan kadının, amcamla kısa bir görüşme yaptıktan sonra, gerisin geriye döndüğünü ve mevcut olmayan bir kapıdan geçerek odayı terkettiğini söylüyor.” Stevens, “Bir hayalet hikâyesi desene,” diye mırıldanmıştı. Mark izahat vermeye devam etmişti. “İki yüz yıl önce o yerde bir kapı varmış, fakat sonradan örülmüş. Şimdiye kadar Despard Park’ta hayalet görüldüğü vaki değil. Hayır, bu konuda her hangi bir şüphem yok. Benim bilâkis, Bayan Henderson’un aklında bir bozukluk olduğuna inanacağım geliyor.” Bu sözlerden sonra Mark Despard, arkadaşına veda ederek karanlığın içinde gözden kaybolmuştu. Arada hiçbir bağlantı olmamasına rağmen, Stevens, bu konuşma ile o günün daha erken bir saatinde yayınevinin müdürü ile yaptığı görüşmeyi kıyaslamaktan kendini alamıyordu. Münzevi bir hayat süren Gaudan Cross adında bir yazar, hiç de gösteriş düşkünü olmamasına rağmen, kitaplarının arka kapağında bir fotoğrafının bulunmasını şart koşuyordu. O da münzevi bir hayat süren Miles Despard adındaki milyoner ise gastro-anterit’ten ölüyor, yastığının altında dokuz düğümlü bir sicim ele geçiyor, bir de üstelik tarihî kostüm giymiş bir kadının, iki yüzyıl önce örülmüş bir kapıdan odasını terkettiği görülmüş bulunuyordu. Bu hususları mâkul tarzda izah edebilmekten ümidini kesen genç adam, vakit geçirmek için, Cross’un müsveddesini çantadan çıkardı.

Fotoğraflarla desenler kâğıtlara raptiyelerle tutturulmuş ve her bölümün kâğıtları metalden agraflarla bir araya toplanmıştı. Stevens, antolojide yer alan vakaların listesine göz gezdirdikten sonra, ilk. kısmı okumaya karar verdi. Derken, müsveddeyi elinden düşürmesine ramak kaldı Zira bu bölümün ilk sayfasına iliştirilmiş olan hayli eski, fakat o nispette net fotoğrafın altında şu satır okunuyordu: 1861’de katil suçundan giyotinle başı kesilerek idam edilen Marie d’Aubray. Bu, Stevens’in karısının fotoğrafı idi! 2 Hata veya tesadüf bahis konusu olamazdı, isim düpedüz Ted Stevens’in karısının ismiydi: Marie d’Aubray, Fotoğraftaki yüz hatları da Marie’ninkilerdi, yüz ifadesini ise kocası o kadar iyi tanıyordu ki, Yetmiş yıl önce giyotinle idam edilen Marie’nin bir akrabası, tarihlere ve aradaki hayret verici benzerliğe bakılırsa belki de büyük annesiydi. O kadının dudağının köşesinde de Marie’nin beninin bir eşi vardı; bileğinde ise, Stevens’in, karısında belki yüz defa gördüğü bilezik dikkati çekiyordu. Çalıştığı; yayınevinin, meşhur bir katil kadın sıfatiyle karısının resmini yayınlaması, genç adam için pek tatsız bir emrivaki olacaktı. Acaba Morley onu bunun için mi pazartesi sabahı erkenden yazıhanesine davet etmişti? Stevens bunu sanmıyordu, ama her ihtimali hesaba katmak gerekti. Genç adam, daha iyi tetkik etmek için fotoğrafı raptiyeden kurtardı. İçinde garip bir his vardı. Fotoğraf, zamanın tesiriyle yer yer sararmış kalın bir kartona yapıştırılmıştı. Arkasında, fotoğrafçının ismi ve adresi vardı: Perrichet ve Oğlu. Jean Goujon Sokağı No. 12, Paris. Altına da, biri, şimdi kahverengileşmiş bulunan bir mürekkeple, “Çok sevgili Marie’me.

Louis Dinard, 6 ocak 1858” diye yazmıştı. Bu Louis Dinard o Marie’nin kocası mı, yoksa âşığı mıydı? Stevens’i en ziyade rahatsız eden kadının yüz ifadesiydi. Bir ağaç dekorunun önünde çekilmiş resim, kadının ayaklarım göstermiyordu. Kadının, yana devrilecekmiş gibi gayri-tabiî bir pozu vardı; bir eliyle, gipür dantelden bir örtü ile örtülü küçük bir yuvarlak masaya abanmıştı. Kapalı elbisesi koyu renk bir taftadan yapılmışa benziyordu; başını hafifçe arkaya atmıştı. Gül sarısı saçların modası geçmiş kuvafürüne rağmen, resim Marie’nin resmi idi. Ağır göz kapaklı gözlerle, Stevens’ın pek iyi bildiği o düşünceli bakış vardı. Dudaklar esrarengiz bir gülümsemeyle aralanmıştı. Stevens bir tuhaf olmuştu. Gözleri gene, resmin altındaki “Katil suçundan giyotinle başı kesilerek idam edilmiştir” yazısına kaydı. Stevens, birisinin kendisine çirkin bir şaka yaptığına ve elindekinin, karısının resmi olduğuna inanmak isterdi, ama cevabın hayır olduğunu biliyordu. Hem bu sahiden Marie’nin büyük annesinin resmiyse, ne kadar büyük olursa olsun, benzerliğe şaşmak yersizdi. Varsın, resimdeki Marie d’Aubray giyotinle idam edilmiş olsundu… Üç yıldır evli olmalarına rağmen, Stevens karısı hakkında az şey biliyordu ve bu hususta fazla mütecessis davranmamıştı. Sadece Marie’nin Kanadalı olduğunu ve orada Despard Park’a benzeyen eski bir evde oturduğunu öğrenmişti, iki genç Paris’te tanışmışlar ve on beş gün içinde evlenmişlerdi. Tanışmaları da SaintAntoine Sokağı’nın yakınlarındaki terkedilmiş, eski bir konağın avlusunda gayet romantik şartlar altında vuku bulmuştu.

Genç adam, İngilizce öğretmeni olan ve cinayet dâvalarına büyük ilgi duyan dostlarından Welden’in tavsiyesi üzerine o semte gitmişti. Welden ona, “Bu yaz Paris’e mi gidiyorsun?” demişti. “Şiddet sahnelerinin dekoriyle ilgileniyorsan, falanca sokağın şu numarasına gitmeyi ihmal etme.” — “Orada kimi göreceğim?” — “Elbet sana bilgi verecek birine raslarsın. Bu, bir bilmecedir; ne derece anlayışlı olduğunu göreceğiz.” Stevens hiçbir şey keşfetmemiş, fakat o da orada dolaşmaya gelmiş olan Marie’yle karşılaşmıştı. Genç kız, bulundukları yer hakkında hiçbir şey bilmediğini ileri sürmüştü. Yoldan geçerken, bir avluya açılan aralık bir kapı görmüş ve merak ederek içeri girmişti. Stevens onu ilk defa, avlunun ortasındaki kör kuyunun kenarında otururken görmüştü. Üç yanı, balkonların parmaklıkları ve duvarlardaki kabartmalarla çevriliydi. Görünüşünde Fransız olduğuna işaret eden belli başlı bir alâmet olmamasına rağmen, Stevens, onun kendisine İngilizce hitap etmesine şaşmıştı. Marie acaba neden kocasına durumu aydınlatıcı bir şey söylememişti? 1858’in Marie d’Aubray’ı büyük bir ihtimalle bu evde oturmuştu. Ailesi sonradan Kanada’ya hicret etmiş olacaktı; torun Marie de merak saikiyle, kötü şöhretli büyükannesinin yaşadığı yerleri görmeye gelmişti. Vakit vakit bir kuzeninden ve bir teyzesinden aldığı mektuplara bakılırsa, o vakte kadarki hayatı pek yeknesak geçmişti. Genç kadın bazan ailesiyle ilgili anekdot anlatırdı, ama Stevens bunlara fazla önem vermemişti.

Fakat şimdi düşündükçe, Marie’nin karakterinde birçok karanlık noktalar ve garip özellikler bulunduğunun farkına varıyordu. Meselâ, genç kadının acaba neden bir huni görmeye tahammülü yoktu? Genç adam birden, 1 numaralı Marie d’Aubray’ın fotoğrafının kendisine alaycı bir ifadeyle baktığını farkeder gibi oldu. Ani bir kararla, bu kadının hikâyesini okumaya girişti. Bay Cross’un, bu vakaya uygun gördüğü “Yaşayan Ölü Metres Olayı” lisan itibariyle kulağa çirkin geliyordu. Cross yazısının bir yerinde şöyle diyordu: — “Arseniğe aptalların zehiri denilmiştir; halbuki bu deyim ne kadar yersizdir. Aslında arsenik, aptalların zehiri olmadığı gibi, gördüğü rağbet de canilerin muhayyilesinin fakirliğinden ileri gelmemektedir. Zehirle adam öldüren katil, zekâsı ve muhayyilesi kıt bir insan değildir. Bilâkis… Arseniğin hâlâ bu kadar revaçta olması, zehirlerin en emini olmasındandır. Beri yandan, şüphesini uyandıran bir durum olmadıkça, bir doktor, arsenikten vukua gelmiş bir zehirlenmeyi teşhiste büyük güçlük çeker. İtina ile ayarlanan dozlar halinde verildiği takdirde, bu zehir, gastro-anterit’inkilere tıpatıp benzeyen belirtiler meydana getirir…” Stevens okumasına burada ara verdi. Harfler gözlerinin önünde dansediyordu. Aklı Miles Despard’daydı. İhtiyar adanı iki hafta önce bir gastro-anterit’ten ölmemiş miydi? Arkasından bir ses birdenbire, “Merhaba Stevens,” deyince, genç adam âdeta yerinden sıçradı. Profesör Welden, elinde Stevens’inkine benzeyen bir çanta olduğu halde, kompartımanın kapısında duruyor ve, “Bu tirende olduğunu bilmiyordum. Bayan Stevens nasıl?” diye soruyordu.

Stevens, fotoğrafı yerine koyduğuna şükrederek, arkadaşına, “Otursana,” dedi. İngilizce öğretmeni bir sonraki istasyonda inene kadar dereden tepeden konuştular. Stevens yalnız bir ara arkadaşına, “Senin meşhur katillere za’fm vardır,” dedi. “Marie dAubray adında bir katil kadın biliyor musun?” Welden, içmekte olduğu sigarayı ağzından çekerek, “Marie dAubray mı?” diye tekrarladı, sonra heyecanla atıldı. “Tamam! Genç kızlık adıydı. Hani şu senin. Paris seyahatinde…” Stevens, Welden’in sözünü kesti. — “Marie d’Aubray 1861’de giyotinle idam edilmiş.” Welden şaşaladı. “Öyleyse aynı kadından bahsetmiyoruz. 1861’de idam edildiğine emin misin?” — “Bu bilgiyi Gaudan Cross’un yeni kitabından öğrendim.” Welden pencereden dışarı bakarak ağır ağır söylendi. “Cross öyle diyorsa doğrudur. Benim bahsettiğim Marie d’Aubray başkası. O, daha ziyade kocasının adiyle tanınır.

Hattâ diyebilirim ki, zehirle öldüren katil kadınların arasında klasikleşmiş bir simadır. Seni Paris’te onun evini görmeye yolladığımı unuttun mu? Evet, Ted’ciğim, benim bahsettiğim Marie d’Aubray daha ziyade Brinvilliers Markizi olarak ün salmıştır. Onun zamanında Fransız denilince zehir akla gelirdi. Hattâ bu gibi vakalar öylesine çoğalmıştı ki, zehirle öldürenleri yargılamak üzere özel bir mahkeme kurmak lüzumu hâsıl olmuştu. Brinvilliers Markizi, Hotel-Dieu Hastanesi’ndeki zavallıları kendine tecrübe tahtası yapmıştı. Zannedersem, arsenik kullanırdı.” Stevens, “Evet, ben de bu konuda bir şeyler okumuştum,” diye mırıldandı. “Markiz kaç yılında idam edilmişti?” Welden ayağa kalktı ve yeleğinin üstüne dökülmüş külleri eliyle temizledi. “Brinvilliers Markizi 1676’da idam edildi,” dedi. “Evvelâ başı kesildi, sonra da cesedi yakıldı.” İçini çekti. “Ben yolumun sonuna geldim kardeşim. Hafta sonunda boş vaktiniz olursa bana bir telefon edin. Karım beni, Bayan Stevens’in aradığı kek reçetesinin kendisinde olduğunu söylemeye memur etti. Haydi Allaha ısmarladık.

” Welden’in istasyonu ile Crispen arasında topu topu iki dakikalık mesafe vardı. Stevens, müsveddeyi zarfının içine, zarfı ise çantaya yerleştirdi. Mesele ile ilgisi olmasa dahi, Brinvilliers Markizi’nin adının da Marie d’Aubray oluşu işi karıştırıyordu. Üstelik müsveddedeki, “İtina ile ayarlanan dozlar halinde verildiği takdirde, bu zehir, gastro-anterit’inkilere tıpatıp benzeyen belirtiler meydana getirir,” cümlesi genç adamın aklından, çıkmıyordu. Derken bir ses, “Crispen!” diye bağırdı ve tiren durdu. Serin gece havası, perona ayak basan Stevens’in zihnindeki şüpheleri bir an dağıtır gibi oldu. Genç adam birkaç çimento basamak indikten sonra, kendini küçük bir sokakta buldu. İstasyona en yakın dükkân olan eczane epeyi uzakta olduğu için, etraf karanlıktı; fakat az sonra Stevens, farlarının ışığı sayesinde kendi küçük arabasını tamdı. Direksiyonda oturan Marie ona kapıyı açtı. Genç kadının arkasında kahverengi bir eteklik ile bir süveter vardı. Omuzlarına daha açık renk bir pardesü almıştı. Etten, kemikten bir Marie görmek, genç adamda, Gaudan Cross’un müsveddesine ilişik fotoğrafın uğursuz tesirini giderdi; fakat, kocasının kendisine dikkatle bakması Marie’nin garibine gitmişti. “Ne o? Hayal mi görüyorsun?” diye şaka etti. Sonra kahkahayı bastı. “Senin bir şeyler içtiğine bahse girerim.

Bense, bir kokteyl yuvarlamaya can attığım halde, beraber sarhoş olalım diye seni beklemeyi tercih etmiştim.” Stevens gayet ciddî bir tavırla, “Katiyen sarhoş değilim,” dedi. “Sadece aklımda bir şey var da…” Böyle derken, Marie’nin saçlarında parıldıyan ışığın menşeini bulmak için ileriye bakıyordu. Çok geçmeden ışığın, cenaze levazımatçısının dükkânından geldiğini farketti ve siyah kadife perdenin ardında durup sokağa bakan bir adamın siluetim seçer gibi oldu. “Allah, Allah, nihayet J. Atkinson’u görmek nasip oldu,” diye mırıldandı. Marie de vitrinin arkasındaki hareketsiz silueti görmüştü. “J. Atkinson’u göreceksin de ne olacak?” dedi. — “Hiç. Ne var,ki bu dükkânda ilk defa bir insan görüyorum. Atkinson sanki birini bekliyor, değil mi?” Marie, ustaca manevralarından biriyle otomobili döndürdü ve King’s Caddesi’ne yöneldi. Stevens’e bir an, birisi ona ismiyle sesleniyormuş gibi geldi. Fakat Marie gaza basmış olduğundan motorun gürültüsü buna emin olmasına imkân bırakmadı. Genç adam dönüp arkasına’ baktı, ama sokakta kimseyi göremeyince, karısına bir şey söylemedi.

Marie’yi böyle canlı ve neşeli görmek içine huzur vermişti; çok geçmeden, içindeki vesveselerin yorgunluğun tesiri olduğuna kanaat getirdi. Marie bir ara, “Bu gece çıkmıyoruz, değil mi Ted?” diye sordu. — “İnşallah çıkmayız. Neye sordun?” Marie’nin gözleri ilerideki bir noktaya takılmıştı; kaşları çatıktı. “Mark Despard bu akşam birkaç kere telefon edip seni sordu,” dedi. “Seninle görüşmek istiyormuş. Mühim bir şey olduğunu söyledi; bana daha fazla izahat vermediyse de Miles Amca’siyle ilgili bir mesele olduğunu tahmin ediyorum. Sesi bir garip geliyordu…” Genç kadın böyle derken, kocasına, Stevens’in iyi tanıdığı o esrarengiz bakışiyle bakıyordu. “Gitmeyeceksin, değil mi, Ted?” diye ilâve etti. 3 Stevens mihaniki bir tavırla, “Bu gece evimde rahat etmek istediğimi sen de biliyorsun,” dedi. “Ama her şey Mark’a bağlı…” Genç adam ne söylemesi gerektiğini bilmediği için, sözünün arkasını getirmedi. Vakit vakit Marie’nin, yanından silindiğini ve arkasında sadece boş bir vücut bıraktığını hisseder gibi olurdu. Şimdi de aynı hissi duyuyordu. Ama genç kadın çok geçmeden, New York’taki apartmanlarına çok yaraşacağım iddia ettiği döşemelik bir kumaştan bahsetmeye başlayınca, bu intibaının, sokak lâmbalarının ölgün ışığının tesiri yüzünden olduğuna kanaat getirdi. Beraberce bir kokteyl içtikten sonra, karışma her şeyi anlatmaya karar verdi.

O zaman, bu tesadüfe kahkahalarla gülecekler ve böylece bu hâdiseyi unutmaları kabil olacaktı. Genç adam, Marie’nin daha evvel Cross’un bir eserini okuyup okumadığını hatırlamaya çalıştı. O sırada dönüp Marie’ye bakınca, mantonun genç kadının omuzlarından kaymış olduğunu farketti. Meşhur bilezik sol bileğindeydi. Üstü işli altından olan bileziğin fermuarı, yakut ağızlı bir kedi kafası biçimindeydi. Genç adam dayanamıyarak sordu. “Marie, Gaudan Cross’un kitaplarından birini hiç okudun mu?” — “Cross mu? O da kim?” — “Meşhur cinayet dâvalarını nakleder.” — “Hayır, okumadım. Hem benim böyle tatsız mevzulardan hoşlanmadığımı bilirsin.” Gene kaşlarını çattı. “Ted, Mark Despard, Dr. Welden ve sen son zamanlarda cinayetlere fazla dadandınız… Bu merakınızın size uğursuzluk getirmesinden çekinmiyor musunuz?” Stevens afallamıştı. Marie’nin hiç bu tonla konuştuğunu duymamıştı. Genç kadının sözlerinde zoraki ve samimiyetten uzak bir hava vardı. Fakat karısına bir kere daha bakınca, onun ne kadar ciddî olduğunu gördü.

Marie’nin bu tavrını alaya almayı tercih etti. “Bu gibi meraklar bulaşıcıdır,” dedi. “Hem Cross’un yeni antolojisine bir göz atmaktan sana ne zarar gelebilir ki? Bu seferki, kurbanlarını zehirleyen katil kadınları anlatıyor. Hem ne dersin, aralarında bir Marie de var?” — “Son eseri okudun mu?” — “Sadece bir göz attım.” Marie başka bir şey sormadı ve otomobili evlerinin önünden geçen yola soktu. Karısından önce arabadan inen Stevens, açlık ve üşüme hislerinden rahatsız olduğunu farketti. Pancurların arasından şen bir ışık yola sızıyor, hava taze ot ve leylâk kokuyordu. Villânın arkasında ağaçlıklı bir bayır yükseliyor,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir