Cemal Eroğlu – Dünden Yarına

Nur Dağının eteklerinden aşağı doğru kavisler çizerek süzülen dar ve taşlı bir yolda gıcırdayan tekerleklerine değen çamurlukların inatla çıkardığı sese aldırış bile etmeden ilerliyordu. Dağdan aşağı inen tek şeritli yolun bir tarafında kışın kavurucu soğuğundan kurtulmuş, yapraklarını tamamlamış portakal ağaçları ve baharın getirdiği güzellikler, diğer tarafta ise sararmış kuru otlar ve kurumaya yüz tutmuş Page 1 dikenlerden oluşan boş bir arazi vardı. O güzelim yeşil ağaçların aksine ruhsuz kuru otlara bakmayı tercih ediyordu satıcı Süleyman. Bugün hiç satış yapamamıştı. Bu yüzden aksiliği üzerinde, içindeki o kötü yürekli ihtiyarı dışa vurmuş kendi kendine konuşarak yol alıyordu.“Bu insanların nesi var böyle” diye homurdandı kendi kendine. Oysa yok yoktu arabasında. Tam da çocukların ilgisini çekecek şeylerdi bunlar. Kırk beş elli yaşlarında, kısa boylu fazlasıyla açıkgöz, sinirli bir ihtiyardı satıcı. Artık emekliye ayrılması gerekiyordu.Ama o işini seviyordu. Bu işi bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi. Üzeri mavi bir çadırla örtülü olan arabasını çok güçlü bir at çekiyordu. Buna rağmen bütün hıncını attan çıkartırmışçasına kamçısını havada sallayarak atın üzerine indirdi. At kamçının sırtına verdiği acıyla hissedince can havliyle daha da hızlandı.


Zaten ne yapsa yaranamıyordu bu çirkin ihtiyara. Tepecik köyüne girmek üzereydi mavi çadırlı araba. Son umuduydu bu köy. En azından günün yorgunluğunu unutturacak kadar satış yapmayı bekliyordu. Tepecik köyü, köyün arkasından bulunan küçük bir tepeden almıştı ismini. On beş yirmi haneden oluşan yeşil ve zengin bir köydü. Tepe köyün kuzeydoğusunda bulunuyordu. Tepenin bittiği yerle köyün en kuzeydoğusunun birleştiği yerdeydi Ferhatların evi. Henüz altı yaşında üç kardeşli bir ailenin en büyük çocuğuydu Ferhat, önümüzdeki yıl okula başlayacaktı. Babasının maddi durumu üzerine yansımıştı. Eski bir gömlek, paçaları kesilerek kısaltılmış bir pantolon ve yaz kış ayağından çıkarmadığı koyu renkli bir çizme. Ama onun o güzel kirli yüzü ile bir defa gülmesi bütün bu dış görünüş safsatasını geride bırakıyordu. Kendisi, anne-babası ve iki küçük kardeşi ile köyün en küçük evinde yaşıyorlardı. Ve Busi; O, Ferhat’ın en sadık dostu. Yaşları hemen hemen aynı, cüssesi ise Ferhat’ın cüssesinden daha iri olmasına rağmen onun her dediğini yerine getiriyordu.

Yüzyıllardır atalarının yaptığı o kutsal görevi oda kendine düşenleri yerine getirerek büyük bir hazla devam ettiriyordu. Ferhat her gün köpeği Busi ile birlikte tepeye çıkar, günlerinin yarısını orada geçirirlerdi. Orada kendi hayal ürünü ile taşlardan yaptığı tahtına oturur ve önünde bekleyen köpeğine emrini verirdi. “Çabuk bana topumu getir Busi!…” Busi eski elbise parçalarının katlanıp top haline getirilen topu getirir sonra da birlikte saatlerce oynarlardı. Oyunları bittiğinde ya da yorulduklarında tepeden aşağı doğru yarışarak günü finalle kapatırlardı. Satıcı nihayet köye varmıştı. Köy odasının güneş görmeyen gölge kısmına geldiğinde dizginleri çekerek arabayı durdurdu. İş tecrübesi gereği arabayı durdururken hoovv! diye garip bir ses çıkarırdı. Buradaki amacı ise atı durdurmaktan çok insanların dikkatini çekmekti. Ve başardı da. Bir anda etrafı çocuk kaynadı. Kimileri para kimileri yumurta, kimileri ise arpa-buğday karşılığı para yapan değerli köy ürünleri getirerek alışveriş yapmaya başlamışlardı. Satıcıların bayramı, anne ve babaların kara günleriydi satıcıların geldiği günler. Çocuklar evde para bulamayınca neler götürmüyorlardı ki. Anne babalar ne kadar engel olsa da onlar bir çocuk.

Baş edebilene aşk olsun. Satıcı Süleyman ise yumurtaları ve tahılları belli bir fiyata alıyor sonra da kasabada iki Page 2 misline satıyordu. En çok hoşuna giden de buydu. Ferhat satıcının başındaki kalabalığı uzaktan izliyordu. Çünkü onların ne parası, ne yumurtası, ne de tahılları vardı. Babasının toprağı köydeki en az toprak parçasıydı. Kendi işini kendisi gören, kimsenin işine karışmayan dürüst ve çalışkan bir adamdı. Sahip olduğu tek atla çiftini sürer, icap ettiğinde komşularına yardımcı bile olurdu. Onun bu çalışkanlığını “tam bir köylü” diye nitelendirmişti bazıları. Sonra ona “köylü, köylü” demişler ve son olarak da yanına ismini de ekleyerek “Köylü Ahmet” demeye başlamışlardı. Satıcının başındaki kalabalık yavaş yavaş dağılıyordu. Ferhat kendisinden beklenmeyen bir olgunlukla sanki köyde bir satıcı yokmuş gibi davranmaya çalışıyor, yüzünü o yana çevirmiyordu. Köpeği ile meşgul oluyor, onunla konuşuyordu. “Büyüyünce doktor olacağım, babam söyledi doktorların çok parası olurmuş. Çok zengin olacağım o zaman bir sürü yiyecek alacağım.

” Ne de olsa umut etmek para ile alınmıyordu. Hayal kurmak bedava… Sınırsız hayal gücünü iyi kullanıyordu. Nasıl doktor olunacağı ve ne yapması gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Onun için önemli olan sonuca ulaşmaktı. Doktor olmak ve zengin olmak. Evet o henüz altı yaşındaydı ve umut ediyordu. Umut iyi bir şeydi… Durakladı birden tüm hayalleri geride bırakıp kendine geldi. Yüzü gülüyordu, eve doğru koşmaya başladı. Aklına, geçenlerde oyun oynarken bulduğu bir para geldi. Para eski elli liraydı ve tedavülden kalmıştı, ama o bunu bilmiyordu. Onunla bir şeyler alabilirdi. Az önce kurduğu hayalleri unutmuştu. Doktor olmak, zengin olmak bütün bunları elli liraya satmıştı. Eve geldiğinde oyuncak kutusunu buldu. Ters çevirip döktü.

Oyun oynarken bulduğu, kendince ilginç şeyleri koyduğu bir kutuydu oyuncak kutusu. Yani içinde oyuncak filan yoktu. Belki de bulduğu elli lira kutu içindeki en değerli şeydi. Parayı buldu, dünyalar onun olmuştu. Dışarı çıktığında satıcının arabası hâlayerindeydi. Derin bir ohh çekti ve arabaya doğru koşmaya başladı. Kalabalık dağılınca satıcı Süleyman da birkaç metre ileride oturan, sohbet eden köylülerin yanına gitti. Köy odasının ön tarafında küçük taburelerde oturuyorlardı. Dört kişiydiler. Oturanlardan biri de Ferhat’ın babası köylü Ahmet’ti. Satıcı selam vererek köylülerin yanına oturdu. Köylülerden biri : “Eee! Süleyman amca nasıl gidiyor satışlar? “Ne olsun be sürünüp gidiyoruz işte. Şu sizin köyde olmazsa acımızdan ölürdük herhalde.” Page 3 Başka bir köylü: “Belli belli Süleyman amca baksana arpa buğday çuvalları yarılanmış, yumurtalar ve paralarda cabası.” “Eee! Çocuk bunlar onlarında nefisleri var, verin parayı kurtarın tahılları…” Gülüştüler sonra.

Birden herkesin dikkati yanlarına koşarak gelen çocuğa takıldı. Ferhat yanlarına geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Daha soluğunu bile almadan satıcıya dönerek “Neler satıyorsun amca?” Satıcı çocuğu tepeden aşağı doğru süzdü ve kanaati şu yöndeydi: “Bu çocukta para olmaz.”Ama olabilirdi de. Cevap vermek zorunda idi. “Bisküvi, şeker, gofret… ne istersen var.” Ferhat’ın dikkatini en çok şeker çekmişti. “Şekerin tanesi ne kadar?” Satıcı: “Üç tanesi 10 Ykr…” Ferhat pek bir şey anlamamıştı. Ne diyorsun anlamadım der gibi, adamın yüzüne baktı. “Nasıl yani?” Satıcı bir üff çekip ellerini dizlerine vurarak ayağa kalktı. Tepeden bir dev gibi Ferhat’a bakarak : “Bak delikanlı üç tane şeker alıyorsun paran varsa 10 Ykr veriyorsun. Eğer altı tane alırsan 20 Ykr ödersin tamam mı?” Ferhat yine bir şey anlamamıştı. Ama adamı fazla sinirlendirmek istemiyordu da . Sağ eliyle sıktığı yumruğunu yavaşça açıp içindeki parayı adama gösterdi. “Bu paraya kaç tane gelir?” Satıcı eğilip Ferhat’ın elindeki paraya baktı.

Paranın tedavülden kalkmış elli lira olduğunu görünce kahkahayı bastı. Satıcı öyle bir gülüyordu ki köylüler bir an onun aklını kaçırdığını sanmıştı. Sonra çocuğun elindeki parayı görünce köylüler de satıcıya katılarak gülmeye başladılar. Tabi içlerinden biri gülmüyordu. Başını öne eğmiş çocuğunun düştüğü bu durumdan kendine pay çıkarıyordu. Evet vicdan mahkemesi kararını vermişti; baş suçlu o idi. Bu şekilde bir maddi durumla ne ailesine nede oğluna bir şey veremiyordu. Ferhat’ın yüzü büzüşmüş, gözleri dolmuştu. Satıcının gülmesi çocuğun ağlamasını bastırıyordu. Çocuk satıcının ve köylülerin gülmesine daha fazla dayanamadı avucunda tuttuğu parayı yere fırlatıp arkasını dönerek koşmaya başladı. Köylü Ahmet başını kaldırdığında onun da gözleri dolmuştu. Bunu gören köylüler artık susmaları gerektiğini anlamışlardı. Fazlasıyla eğlenmişlerdi, ama aşırıya da gitmek istemiyorlardı. Çok kızmıştı köylü Ahmet, oğluna gülenlerin gözlerine teker teker baktı onlara bir şey söylemeyecekti. Çünkü o an en güzel cevabı gözlerindeki öfkeli bakışlar veriyordu.

Sonra oğlunun gittiği yoldan daha büyük adımlarla evin yolunu tuttu. Eve ulaşmadan oğluna yetişmek istiyordu. Page 4 Hâlâ anlamamıştı. Niye gülmüşlerdi ki. Herhalde para çok değersizdi. Ama çok kızmıştı, çok utanmıştı da ve şimdi ise çok kızgındı. Etkisiz kaldığına çok üzülmüştü. “ Keşke çizgi filmdeki o süper kahramanlardan biri olsaydım” diye iç geçirdi kendi kendine. “ Hepsinin dersini verirdim, o zamanda gülün bakalım” bu sefer ki biraz sesli olmuştu. Birden doğrulup kendisine baktı Busi. Her zamanki gibi ayağının dibinde yatıyordu. Köpeğinin kendisine baktığını görünce başını okşayarak, “Benim en iyi dostum sensin Busi.” Köpek kendisine yapılan ilginin farkındaydı. Oda buna karşılık olarak sahibinin ellerini yalıyordu. Ferhat’ın babası, oğlunun tepenin başında olduğunu görünce onu yalnız bırakmanın daha iyi olacağını düşündü.

Kendisi için ise en iyi şey çalışmak olduğundan eline malzemelerini aldı ve tarlanın yolunu tuttu. Satıcı Süleyman köylülerden Nurettin’in misafiri olmuştu. Koyu bir sohbete dalmışlardı. Satıcı, kasabada neler olup bittiğinden, Nurettin ise köyde geçirdiği günlerden, tarlalardan, portakal ağaçlarından bahsetti. Sohbet uzadı, sofralar kuruldu, şişeler açıldı. Tam da tencere ile kapak kucaklaşmıştı. İki kafadar yediler, içtiler koro halinde şarkılar söylediler . Vakit artık gelmişti. Satıcı Süleyman sarhoş adımlarla evden çıktı. Kimse onu yolcu etmiyordu. O da zaten bunun farkında olmayacak kadar sarhoştu. Dilinin ucunda yanlış bir şarkı mırıldanıyordu: Hasret rüzgarları çok erken esti, Beni sevdiğime mecbur ettiler… Sendeleyerek arabasının yanına geldi. Bir iki muhteşem hamleden sonra arabaya binmişti. Acelesi yoktu, zaten eve geç gitmeye alışıktı. İçkinin etkisi ile biraz sızmıştı, ama atı onu götüreceği yeri biliyordu.

O çok akıllı bir hayvandı… Ferhathâla tepenin başındaydı. Hava henüz kararmamıştı ve eve gitmek için hâla vakti vardı. Çocuk olmanın gereğini yapıyordu, oyun oynuyor, bir şeyler dağıtıyor, o dağıttığını tekrar yapıyor hiçbir şey bulamazsa köpeği ile yarışıyordu. Günlük enerjisini harcıyor deşarj oluyordu. Biraz önceki olayı çabuk unutmuş gibiydi. Belki de unutmamıştı… Artık koşmuyordu. Dikkati bir noktada toplanmıştı. Busi hırlamaya başladı. Tepenin tam aşağısından, köyün içinden geçen yoldan, mavi çadırlı araba gidiyordu. Çocuğun biraz önceki neşeli halinden eser kalmamıştı. Page 5 Anlaşılan hâlâ unutmamıştı. Busi’nin hırlaması sürüyordu, ama artçı değildi. Çünkü mesafe uzaktı. Bu da köpeği fazla etkilememişti. Birkaç yalancı havlama sonrasında susmuştu.

Bu havlamalar Ferhat’ın aklına harika bir fikir getirmişti. Belki de bu sayede satıcıdan az da olsa intikamını alabilirdi. Busi yi arabanın üzerine salacaktı. “ Evet evet iyi fikir, adam müthiş korkacak ya” dedi kendi kendine ve Busi ye dönerek : “Saldır Busi, haydi oğlum!” Busi’nin de canına minnet, o zaten öyle bir şey arıyordu. Görülmemiş bir çeviklikle yerinden fırlayıp, arabaya doğru koşmaya başladı. Tepeden aşağı rüzgar gibi iniyor aynı anda garip bir ses çıkarıyordu. Bu havlama sesi değildi. Sanki… sanki küfrediyordu. Satıcı hâla yarı uykuluydu. Arabanın içine kıvranmış yatmıştı. Dilindeki şarkı hâla devam ediyordu. “Beni sevdiğime mecbur ettiler…” Atının başı boştu, anlaşılan atına çok güveniyordu. Ferhat köpeğinin tarzını beğenmişti, arkasından da bağırmayı ihmal etmiyordu. “Aferin Busi, işte böyle oğlum…” Busi neredeyse arabaya yetişmişti ama hâla havlamıyordu. Sanki arabaya bir tuzak hazırlamış gibiydi.

Arkadan gidip korkutmak… Ama o direk atının üzerine gidiyordu. Tepenin eteğinde geçen yolun, yani arabacının geçtiği yolun, yirmi otuz metre ilerisinde birkaç işçi… Tam karşısında, Nur Dağından gelen uzun kumlu yolda kafalarında saman bendeği birkaç kadın… Tepenin başında Ferhat… Hepsinin dikkati aynı tarafa yönelmişti ve hepsinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hayatlarında böyle bir manzarayı ilk defa görmüşlerdi ve belki bir daha da görmeyeceklerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir