Cemil Kavukcu – Temmuz Suclu

Perdeyi aralayıp dağa baktı. Gecenin bu ilerlemiş saatinde ne eteklerine yayılmış kentin şakır şakır ışıkları ne de tepelere doğru tırmanan konduların dağınık cılız ışıkları kalmıştı. Pencerenin önünde, yemek masasını çevreleyen sandalyelerden birinde oturuyordu. Salon karanlıktı. Gecenin kendine özgü boğuk, uzak, gizemli seslerini dinleyerek sigara içiyordu. Yerdeki şarap şişesini boğazından kavrayıp perdenin aralığından sızan donuk ışığa tuttu. Dibinde dört parmaklık bir karanlık kalmıştı. Bitiyordu. Şişeyi kaldırıp bir yudum şarap içti. Buzdolabı çalışmaya başlayınca irkildi. Günlük yaşama özgü bir sese yakalanmıştı. Ama az sonra gecenin gizemli eli bu tekdüze mırıltıları da kendine katıp bambaşka bir boyuta sürükleyecekti. Caddeyi geçen bir otomobilin sesi doldu odaya. İşte gecenin kendine özgü seslerinin dışında bir ses, diye düşündü. Otomobilde mutsuz, acı çeken insanlar olmalıydı.


Kanamalı bir hasta ya da gece kulübünden çıkmış çarpık gülüşlü, korkunç yalnız erkeklerden biri. Arka koltuğa yığılmış gözleri kanlı bir hayat kadını da olabilirdi. Buzdolabının motoru sustu. Şarap şişesini kaldırıp bir yudum daha içti. Onu böyle sandalye tepelerinde gece kuşları gibi tünetenin ne olduğunu düşündü. Neden herkes gibi yatağında değildi? Karanlığa, geceye karşı bu büyük çekilmenin anlamı neydi? Saatler önce masanın başına geçtiğinde tek bir amacı vardı: yazmak! Yaşadığı kenti, kentin geçmişini anlatan bir roman yazmak! Dört bir yana kaçışan sözcüklerden birini bile yakalayamamıştı. Tek bir tümce bile yazamamıştı. Masa lambasının düğmesine basıp salonu kör bir karanlığa boğarak pencerenin başına geçmiş, perdeyi aralayıp dağa bakmıştı. Dağ neydi, bilmiyordu. “Ben neredeydim?” diye fısıldadı. “Yıllardır neredeyim? Soğuk, nemli, uyutmayan, ısıran, ürperten bu ekim gecesine dek neredeydim?” Sonu gelmeyecek bir soru mu, yoksa yıllardır bıkmadan, ağzında bayatlaştırmadan geveleyip durduğu bir şarkının sona erdiğini duyumsatan son demleri miydi bu? Her şey nasıl böyle uzaklaşmıştı, ne zaman? Kıyı neredeydi? Göremiyordu. Bu fırtına ne zaman başlamıştı? Gül neredeydi? Yeniden perdeyi araladı. Sınırları gecenin içinde erimiş bu hantal karartıyı ürkütmekten çekinir gibiydi. Yazamıyordu. Her şeyi görüyor, ama sözcükleri kâğıda dökemiyordu.

O makinesiz, pusulasız ahşap gemi gözlerinin önündeydi şimdi. Deniz kabarmıştı. Güney rüzgârları güçleniyordu. Oysa onlar fırtınayı önlemek için Kizikos kentine hâkim Dindimos Dağı’na Anatanrıça Kibele’nin heykelini dikmişlerdi. Bulutlu bir öğle sonuydu. Anatanrıçanın onları koruyacağına inanıyorlardı. Dümendeki iriyarı Argonot’un yüzünü bir türlü biçimlendiremiyordu kafasında, ama alnını döven kumral saçlarını, ufka doğru kısılmış gözlerini görebiliyordu. Aylardan eylüldü. Öyle düşünüyordu, roman bir eylül sonu, çalkantılı bir denizde yol alan ahşap bir gemide başlamalıydı. Argo gemisinde nereden, ne zaman, ne amaçla yola çıktıklarını hiçbir zaman bilemeyeceği serüvenci Argonotlar vardı. Güçlü dalgalar karşısında teknenin kaburgasının çatır çatır inlediğini bile duyuyordu şu an, gecenin en dingin saatinde. Güneş de batıyor, doğuda kirli bir kızıllık kalıyor yalnızca. Kaç kez düşledi bu anı, kaç kez eline kalemi aldı da yazamadı. Roman gemiden başlamalıydı. Çünkü o gemide romanın kahramanı genç Hilas vardı.

Küpeşteye yaslanmıştı. Akşam serinliğinden tüyleri diken dikendi. Ela gözlerinde üç anlamı birden görüyordu: umutsuzluk, hüzün, şiddet. Yuvarlak yüzünde kusursuz bir uyum vardı. Karşı kıyılara bakıyordu. Önce yıldızlar belirmişti gökyüzünde. Şu an karanlık bir salonda, perdenin aralığından yıldızsız bir geceye bakacağına, suları kararmış bir denizde dalgalarla boğuşmaktan yorgun düşmüş bir teknede olmalıydı. Hem de küpeştede, yıldızları inceleyen Hilas’ın yanı başında. O zaman Herakles’in karartısını, bir pençeyi andıran elinin Hilas’ın omzunu kavrayışını da görebilirdi. Başını geri çeviren genç adamın iri iri açılmış ela gözleri net bir biçimde gözünün önünde şimdi. Bir çelişkiler yumağına bakıyor. Zorlanıyor. Bunların hepsi uydurma, masal. Hiçbiri olmadı, yaşanmadı, biliyor. O gece genç adamın omzuna bir elin değmediğini, Herakles’in onun yanına hiç gelmediğini, buna karşın, genç adamın irkilerek geri dönüp baktığını, o anda da iri iri açılmış ela gözlerini gördüğünü söyleyebilirdi.

Bunları atlıyor, hepsi gereksiz ayrıntı. Romanı sıkıcı yapmaktan başka hiçbir işe yaramayacak. En iyisi Argo gemisini Misya Bölgesi’nde bir körfeze demir attırmak. Asıl serüven yarın. Biliyor. Kayıklarına doluşup karaya doğru kürek çekmeye başladıkları sıra, içinde Herakles ile genç adamın da bulunduğu kayığın küreğinin kırılmasıyla başlayacak serüvene dek uzun bir eylül gecesi geçecek. Pencerenin başından ayrıldı. Gözünün karanlığa alıştığı salonda düşünceli düşünceli dolaştı. Masa lambasını yakıp yeniden kâğıtlarının başına oturdu. Ama kafasında tasarladıklarından bir tümce bile yazamadı. Yazılı olan tek bir şey vardı: PATİKA. O da romanın adıydı. Masa lambasını kapadı. Salondan çıkıp koridoru sürüklenir gibi geçti. Yatak odasının kapısını açıp bir süre karısına baktı.

* * * Pazar günlerinin kaçınılmaz yazgısıydı bu; hafta boyunca uyanmakta güçlük çektiği bir saatte uyanmıştı yine. Yeniden uyuması için çabalamasına hiç gerek yoktu artık. Gece çok geç yatmıştı. Başı ağrıyordu. Gül’e baktı, ellerini bacaklarının arasına sokmuş, ana karnındaki bir cenin gibi uyuyordu. Şimdi sarılmaya kalksa inlemeye benzer öfkeli bir ses çıkaracağını, ama uyanmayacağını biliyordu. Yüz kasları kaygıyla gerilmiş, hiçbir zaman anımsayamayacağı bir düş düzlemine kayıp gitmişti. Kıvır kıvır saçlarıyla kadından çok bir kız çocuğuna benziyordu. Onu uyandırmamaya çalışarak yataktan çıktı. Baş ağrısı, Gül yattıktan sonra başlayıp gecenin ilerlemiş bir saatine dek sürdürdüğü şaraptan olmalıydı. Yüzünü yıkarken lavabodaki aynaya baktı. Bu sabah yine iyi değildi. Yine o yüz! İnsana çok benzeyen yaşlı bir çoban köpeği bakıyordu aynadan. Yatmadan önce aspirin içmeyi alışkanlık haline getirmeliydi. “Havlamadığıma şükretmeliyim,” diye düşündü, “bu sevimsiz yüz, gözlerimin altındaki torbacıklar.

” Hırkasını giyip balkona çıktı. Derin derin soluk aldı. Hava bugün de kapalıydı. Belki de yağmur yağardı. Gül olmadık işler çıkarmasa da evde otursalardı. Birkaç gazete alıp bulmacaları ile uğraşır, öğle yemeğinin ardından da sabah yarım bıraktığı uykusunu tamamlardı. Gül’ün onu rahat bırakacağını hiç sanmıyordu, mutlaka canı sıkılacaktı. Hafta boyunca evde oturmuştur çünkü, bugün de bir yere çıkmazlarsa… Canı sıkılan bir kadın. Olmadık bir gezi önerisi. Temiz hava iyi gelmişti, başındaki ağrı hafiflemiş gibiydi. Balkondaki sandalyesine oturup uzun uzun dağa baktı. Bu kentte anlamlı bulduğu, onu çarpan tek şey dağdı. Geçmişinden kaçıp dağa sığınan, bir daha da kendisinden haber alınamayan insanların öykülerini tasarlardı. Bir kitapta, bütünleşmek, yalnızlıktan, belirsizlik korkusundan kurtulmak isteyen insanın doğaya, ilkel yaşama ya da atalarına dönmeyi deneyebileceğini okumuştu. Dağ olmasa bu kent de olmazdı.

Hiç ardına bakmadan dağa tırmanmaya başlayacağı gün gelecek miydi? Bilmiyordu. Oysa çok geç kalmıştı, çok geç. Bir gün Nusret’e, bu kente ilk kimler gelmiştir, diye sormuştu; kentin yine dağa bakan bir bölgesinde, salaş bir birahanede tapınır gibi bira içiyorlardı. “Patika” adını vermeyi tasarladığı romanını yazmaya başlamamıştı daha. Nusret’in başı ateşten bir küreydi yine. Kalın camlı gözlüğünün ardından nokta gibi görünen anlamsız gözlerini dikerek, “Bu kentte kaç kişi düşünür böyle bir şey!” demişti. “Ama ilginç… Çok ilginç. Bunun için zaman tünelinde bir yolculuğa çıkmamız gerek. Homo Sapiens’in kalıntılarına rastlanan Senozoik zamanına dek gitmeliyiz. İlginç bir düş oyunu.” Bıyığı köpük içinde, küçücük gözleri ise kanlı kanlıydı. Bir soytarıya benziyordu. “…Bambaşka bir coğrafya ile karşılaşacağız önce. Tek tanıdık şu dağ olacak. Günümüze dek gelebilmiş kıvrımlarından tanıyacağız onu.

Balta girmemiş bir ormanda kafamızı kaşıyarak, çok sonraları akşam gezintileri yapacağımız kentin anacaddesinin nereden geçebileceğini, atı üzerindeki Atatürk anıtının nerede bulunabileceğini düşüneceğiz. Bir de bu gözle dağa bak, seni korkutan bir haz duyacaksın. Düş denen o boyutsuz ortam ne hazlar verir insana dostum, hiç denedin mi? Bu taş yığınının böyle sessiz duruşuna aldanma; onda kaosun, yerkürenin oluşum serüveninin izleri var. İnsanlık tarihine tanıklık etmiş. Buraları yerleşim alanı olarak seçmiş ilk insanları, sonra o insanların oluk oluk akan kanlarını görmüş. Vahşeti görmüş. Ne seslerin ne çığlıkların baskısı altında o, dağ deyip geçme…” Gözlerini yumarak derin bir düşünceye dalar gibi yapmış (bunlar Nusret’in çok sık başvurduğu “önemli adam olma” çabalarıydı) içini çekerek sürdürmüştü: “Tektanrılı dinlerden çok önce gelmiş olmalılar. Çok önce. Onlara yüz çizemeyişimizin nedeni bu.” Dağın eteklerine kurulan bu kent zamanla ovaya doğru akmış, bu akış sürecinde de eski kentin eski yapıları yıkılarak geçmiş unutulmak, belki unutturulmak istenmiş. Ama gözünü nereye çevirip dikkatli baksa göçüp gitmiş eski uygarlıkların tanıklığını yapacak kalıntılar görüyor. Yüz yıla yakın geçmişi olan ahşap yapıların bazıları ise, çok katlı beton yapılara karşı direnişlerini sürdürüyorlar. Kuş kafesine benzettiği küçücük dairesi de kentin ovaya uzanan bölümünde, küçük işlikler, kaba sıvası bile yapılmamış iki katlı tuğla kırmızısı evlerle çok katlı yapıların arasına sıkışmıştı. İşliklerdeki dokuma tezgâhları sabah akşam durmaksızın çalışıyorlardı. İlk zamanlar alışamamış, çoğu geceler uyanıp odalarına dolan bu garip şakırtının ne olduğunu anlamak için korkuyla karanlığa bakmıştı.

Balkona çıkınca içine sıkıntı veren bu yapılar karmaşasına, tek katlı evlerin iç avlularına, başka balkonlara bakacağına dağa bakıyordu. Bu görüntü, zaman zaman içlerinde toplum kurallarının dışına taşanları da olmak üzere, olmadık düşlerin kaynağı oluyordu. Dalgın dalgın dağa bakarken birden irkildi. Biri ona dokunmuş ya da seslenmiş gibi yerinden sıçrayıp aşağı baktı. Kendi apartmanlarının iki ilerisinde, üç kat aşağıdaki dairenin balkonunda genç bir kız oturuyordu. Bir pazar gününün erken sayılabilecek bir saatinde hem de. Aynı kendi gibi. Üzerinde kırmızı bir kazakla uçuk mavi bir kot pantolon vardı. Sandalyesine kaykılmış, beyaz çoraplı ayaklarını da kaldırıp balkon demirlerine dayamıştı. Koyu renk düz saçları omuzlarına dökülüyordu. Bulunduğu yerden dağa bakması olanaksız olduğuna göre, önünde perde gibi dikilen işliklerin arka duvarlarına bakıyor olmalıydı. Belki de hiçbir yere bakmıyordu. Hem dağ herkesi bu denli ilgilendirmeyebilirdi. Kız dalgındı. Sigara içişinden belliydi bu.

Daha önce bu kızı görmemişti. Yeni taşınmış olmalıydılar. Bir önseziyle sıçrayıp aşağı bakmamış olsaydı, onun orada oturduğunu göremeyecekti. Olağandışı olan neydi? Sabahın erken bir saatinde balkonda oturması mı, yoksa beyaz çoraplı ayaklarını kaldırıp balkon demirlerine dayaması mı? Her ikisi de. Çünkü Gül uyuyor. Bütün güller uyuyor. Bu oturuşta bir başkaldırı gizli. Evet, başkaldırı! Sigara içişinde, biten sigarayı iki parmağı arasına sıkıştırıp aşağı fırlatışında var bu başkaldırı. Oturuşunu bozarak ayağa kalktı. Şimdi aşağı bakıyor. Sigarasını fırlatırken rahattı ama, isterse o ateş bütün kenti yaksın, umursamıyormuş gibiydi. Şimdi ise aranıyor. Belki de aşağıdaki bezgin kediye bakıyor. Kararsız adımlarla ilerleyen küskün bir yaratık. Kediler insanların aynasıymış.

Bunu da Nusret mi yumurtlamıştı? Kız, sandalyesinin altına kaçmış terliklerini ayağının yardımıyla çıkarıp giydi. Bedenini yay gibi gerip kollarını da iki yana açarak esnedi. İncecik bacakları vardı. Belki de ayak bileklerini saran pantolonu onu öyle gösteriyordu. Göğüsleri ise bu incecik bedene sonradan yapıştırılmış izlenimi verecek denli iriydi. Kız o sıra başını kaldırıp yukarı baktı. Kısa, şaşkın bir göz göze gelişti bu. Bir süre olduğu yerde kalakaldı. Sonra hızla başını döndürüp balkon kapısına doğru yürüdü. İçeri girmeden önce bir kez daha başını çevirip yukarı baktı. Yakalanmıştı. Bir süre daha kızın az önce oturduğu boş sandalyeye baktı. “Onu ürküttüm,” diye düşündü. “Ama beni o çağırdı. Durup dururken yerimden fırlayıp aşağı baktım.

İlginç,” diye mırıldandı. Bunun üzerine bir sigara yaktı. Artık başı ağrımıyordu. Kızın balkon kapısından girmeden önceki bakışı canlı bir biçimde çizilmişti belleğine. Başını döndürürken savrulan saçlarını bile kolay kolay unutamayacaktı. “Onu ürküttüm!” diye mırıldandı. “Her şey eskisi gibi olmadığı halde dağa bakınca değişen bir şey yokmuş gibi geliyor.” Birden Nusret’in bir saptamasını anımsadı (kuşkusuz çalıntıydı): “Dağ yanılsamadır.” * * * Kulakçıkları ağır ağır kalkıp inerek can vermekte olan sazanlar, naylon bir leğende ise kuyrukları birbirine çarpıp dolanarak, yumuşak karınları leğenin dibine sürten, şaşkınlığın doruğuna ulaşmış turnalar ile kırmızı tablanın üzerinde yayın dilimleri. Şimdilik kararsız. Tatlı su mu, yoksa tuzlu su mu, bunu yarım saatlik bir zaman parçası içinde belirleyecek. Filesi ile naylon torbaları henüz boş. Cebindeki küçük bir kâğıt parçasında alınacakların listesi. Hava poyraza dönmüş, yerler çamur. Kara bulutlar dağın tepelerini kuşatmışlar bile.

Hızla aşağılara inecekler. Sazan’a bir nokta koymalı. Tuzlu su balıklarından ise çinekop olabilir. Gül şimdi TV’de “Pazar Sineması”na dalmıştır dağınık kahvaltı masasının başında, soğumuş yarım bardak çay öylece önünde. Tembel tembel tüten sigarasını da parmakları arasında unutmuştur. Patatesle soğandan ikişer kilo. Ispanak kuzuysa bir, değilse hiç. O zaten ıspanak almasını bilmiyor; Gül kuzu ıspanak diyor, o alıyor koyun, eve geliyor deve. Demek ki ıspanak alınmayacak. Pırasa, karnabahar, kereviz sakıncalı olduklarından listeye bile alınmadılar. Geriye ne kaldı? Havuç. Evet. Elma, portakal, greyfurt. Güzel! Şimdi balıkçıların sokağında. Tatlı su ağır bastığından o “Sazan” diyor.

“Sazan!” Gül burun büküp omuz silkecek: “Ne bulursun bu pis kokulu balıkta, anlamam.” Daha ölmemiş, can çekişen bir sazan. Geniş kenarlı, ustura gibi keskin bir bıçak ustaca sırtından ince bir deri tabakasını alıyor. Sonra kulakçıklarından kuyruğuna doğru kalın pullu derisini yüzüyor. Çamur rengi birçok organ çıkıyor içinden. Kulakçık hâlâ inip kalkıyor. Kafası da uçuruldu balığın ama, kulakçıkların devinimi durmadı. Ölüme göz kırpan, ama gitgide ölümün kendisi olan kapakçıklar bunlar: Öğle sonrası koltuğuna kaykılıp hafif bir uykuya geçince o kulakçık yine inip kalkacak, biliyor. “Dilim dilim olsun,” diyor. “Tamam abi,” diyor balıkçı. Bu uyarıyı bekliyormuş gibi, Zafer’in korkuyla irkilmesine neden olan bir çığlıkla bağırıyor: “Canlı bunlaar!” Balık da tamam. Her zamanki bakkala yürüyor, şarap için. Balık mı şarabı çağırıyor, şarap mı balığı belli değil. Başını kaldırıp dağa bakınca bulut kümelerinin dalga dalga geldiklerini görüyor. Rüzgâr da sert.

Akşama kar yağabilir. Bu iyi. Kar yağmalı. Yağmura da razı. Yeter ki bir şeyler değişsin. Bakkala girince belli belirsiz bir gülücükle –daha doğrusu bir dudak büküşle– selam veriyor. Böyle durumlarda söylenmesi gereken “İyi günler”, “İyi işler”, ya da “Selam” gibi gönül alıcı kalıplaşmış sözcükleri yeterli bir ses tonuyla söyleyemeyeceğini bildiğinden sessiz selamlarla yetiniyor. “İki Buzbağ,” diyor. Bir ayağını tezgâha basacak bakkal, öbürünün parmak uçlarıyla da raftan destek alacak. Amacı ona eziyet etmek değil. Sık sık uğrayıp Buzbağ aldığını öğrendi artık, neden onları en üst rafa dizmekte direniyor. Adam şarapları alırken, “Üç olsun,” diyor. Utanmasa dört diyecek. Neden, bakkalın onu alkolik sanmasından mı? Yaşamında hep başkalarının değer yargıları var. “Düşünürse düşünsün,” diyemiyor.

Üç şişe şarabı naylon bir torbaya koyup uzatıyor bakkal. “Şişenin ikisini gizlerim,” diye düşünüyor. “Gül’e göstermeden usulca balkona taşırım.” Balkonda ne için bulunduruldukları yalnızca Gül tarafından bilinen kalın karton kutular var. Belki bir gün Gül’ün işine yararlar, ama Zafer çok sık yararlanıyor onlardan. Şaraplarını gizliyor. Çünkü artık alkole gitgide daha bağımlı olduğu yolundaki söylevlerden birini dinlemek, dinlerken de açık kavga çağrılarına kapılmak istemiyor. Çünkü yorgun. Bu yöntemi bulduğundan beri de rahat. Bak, diyor Gül’e, bir şişe şarap alırız, yarısını bu gece içeriz, yarısını da yarın gece. Yani birer bardak, sofrada. Gül bunda bir sakınca görmediğinden kabul ediyor. Böylece Gül’ün gözünde eve bir şişe şarap girerken gizlice de iki şişe sokuluyor. Gül’le yarım şişe paylaşılırken, öbürü de türlü kaçamaklarla içiliyor. Gitgide alkole daha bağımlı olmak; bunu düşünmüyor değil, özellikle de sabahları aynada rastladığı o çoban köpeği ile bakışırken.

Kötü bir gün o ayna ile başlıyor zaten, baş ağrısı ile de sürüp gidiyor. Bir sabah çatlayacak denli çok ağrıyan bir başa bakmış da, “Tüh sana!” deyip tükürmüştü…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir