Cesare Pavese – Yaşama Uğraşı

En son şiirlerimden bazılarının inandırıcı oluşu, bunları her gün anan bir çekingenlik ve isteksizlikle yazdığım gerçeğini hiçbir bakımdan gölgeleyemez. Kimi zaman büyük bir yoğunluğa erişir bendeki yaratma sevinci, ama bunun bile herhangi bir önemi yok artık. Şiir kalıplarını kullanmakta edindiğim ve bir yığın hammaddeden tamamlanmış bir eser çıkarmanın sevincinden beni yoksun bırakan kolaylıkla ya da günlük yaşantıya duyduğum ve belli birtakım şiirleri düşünmeme yoğun bir coşkunluk katan ilgiyle açıklanabilir bu iki nokta. Sonra şunu da düşünmek gerek: Uğraşmak her gün biraz daha boş ve anlamsızmış gibi geliyor bana; sonunda ya durmadan aynı hava çalınıyor ya da söylenecek yeni şeyler, bunları söyleyebilecek yeni anlatım yolları bulmak için uzayıp giden bir arayışın meyveleri çıkıyor ortaya. Ta başından, şiire yoğunluğunu veren, aslında o güne kadar sezilemeyip birden çıkar yol olduğu anlaşılan iç değerlerdir. Bugün her şeyi gözden çıkarırcasına çılgın bir yenilik düşkünlüğüne karşı son savunma dayanağımı, elimdeki görünüşte tekdüze ve süssüz anlatım gücümün iç yaşantımı açıklamada gene de en iyi araç olduğuna duyduğum sarsılmaz inançta buluyorum. Ama tarihte bulabildiğim örneklerin -iç değerlerin yaratıcılığı konusunda herhangi bir örneğin ele alınmasına izin verilirse- hepsi bana karşı. Oysa bir zamanlar, şiir yazarak organik bir açıklığa, kesinliğe kavuşturulması gereken bir kendi yaşantımın özü, tutku dolu, son derece yalın bir yığın konu vardı kafamda. Her çabam, ince de olsa, kaçınılmaz bir bağla o temel amaca yöneliyordu. Öyle ki, her şiirin tohumu ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, yolumu yitirmediğimi biliyordum. Her zaman duyuyordum o ânın parçasını aşan bir şey yarattığımı. Bir gün geldi, besleyici kaynaklarım bütün bütüne tükendi eserlerimde. Yazdığım sözleri düzeltip parlatmaktan başka bir şey yapmaz olmuştum artık. Öyle doğruydu ki bu -yaptığım işi inceledikten sonra daha iyi anlamıştım bunu- usta bir tekniği bir ruh haline uygulamak yetermiş gibi, daha derin şiir gerçekleri arama çabasını artık gereksinmiyordum. Bunun yerine, bir şiir soytarılığına çeviriyordum şiir uğraşımı.


Başka bir deyişle, daha önceleri sezip uzak durduğum bir yanlışlığa düşüyordum (güvenle, yaratıcı bir tazelikle yazmayı da bu sezgiyle öğrenmiştim); dolaylı da olsa, kendi şairliğim üstüne şiir yazma yanlışıydı bu. (Exegi monumentum…) [1] Bundan böyle kendi içimden bir çıkış noktası aramanın boşuna olacağı duygusuydu bu karmaşık duruma ilk tepkim. Kendimi kesin ve eksiksiz olarak ilk anlatmaya buladığım ‘Güney Denizleri’ni [2] yazdığım günlerden bu yana yavaş yavaş yarattığım iç kişiliğimi, bir yazar olarak gelecekte beslenebileceğim bütün esin kaynaklarını hiçe indirgemenin ya da bunların niteliğinden kuşkulanmanın acısı pahasına, hiçbir zaman bile bile bir yana itemezdim. Şu anda duyduğum bu güçsüzlük karşısında, uygunluğunu ve verimliliğini daha önce denediğim yöntemlerle ve her buluşu, önem kazanma gücüne göre, teker teker değerlendirerek, düşüncelerimi yeniden gözden geçirme gerekliliğine bu yüzden boyun eğiyorum. Çünkü şiir, şiir üstüne konuşarak değil, uğrunda emek vererek ortaya çıkar. Bugüne kadar, neredeyse bir saplantıyla, koşuk şiirle sınırladım kendimi. Neden bir başka türü denemiyorum? Yetersiz de olsa, bir tek karşılığı var bunun: Birtakım kültür kaygıları, duygular, biraz da alışkanlık yüzünden bırakamadığım bir yol bu. Sonra, özü yenilemek için biçim değiştirme düşüncesi acınası bir özenti gibi geliyor bana. 9 Ekim Her şair tatmıştır acıyı, şaşkınlığı, sevinci. Büyük şiir karşısında duyduğumuz hayranlık, hiçbir zaman ondaki şaşırtıcı ustalıktan değil, içindeki yepyeni buluşlardan ileri gelir. Bir sıfatın daha önce birlikte görülmediği bir isimle yan yana getirildiğini gördüğümüzde heyecanlanıyorsak, bundaki incelik, yaratıcılık parıltısı, şairin ustalığı değil, bu birleşmenin aydınlığa çıkardığı yeni gerçeklerden duyduğumuz şaşkınlıktır bizi etkileyen. İmgelerin etkileme gücü, üzerinde durulmaya değer bir konu. Sözgelimi, bir turnanın, bir yılanın ya da bir ağustosböceğinin; bir bahçenin, bir yosmanın ya da rüzgârın; bir öküzün, bir tazının, bir yol kavşağının biçimleri. Her şeyden önce uzun soluklu eserlere uygun imgelerdir bunlar, çünkü insanlara ilişkin önemli olguların titizlikle anlatılması sürecinde dış nesnelere şöyle bir bakıvermeyi temsil ederler. Derin bir soluk almak gibidirler, pencereden dışarı bakmak gibi.

Süslü ayrıntılarına rağmen, sert, çok renkli bir bütünden yalnız en gerekli çizgilerle yontulmuş olmalarında yaratıcılarının bilinçaltı yalınlığını belli eden bir hava var. Basit düşüncelerin doğal sınırlılığını koyuyorlar ortaya. Açıkça ve dürüst bir tutumla bir araç olarak kullanıyorlar doğayı, anlatının özüne göre nitelikçe daha aşağı bir şey gibi. Bir oyalanma gibi. Şunu da söyleyeyim ki, geleneksel görüş bu. İmgelerin bir temanın temel özü olduğunu ileri süren benim görüşümse, bu düşünceye karşı. Neden? Biz kısa şiir yazıyoruz, başlangıcı ve sonu kendisi olan belli bir duyuşu hemen bir anlam kalıbına döküyoruz da ondan. Bu yüzden, kısaltılmış konuşmamızın vurgusunu doğaya özgü birtakım iç dökmelerle [3] süslemek bizim işimiz değil. Yapmacıktan başka bir şey olmaz bu. Biz ya başka bir konuyla ilgilenir, doğayı bütün o bereketli imgeleriyle bir yana bırakırız ya da ilgimizi doğrudan doğruya doğal nesneler üstünde toplarız. Bu durumda da pencereden dışarı bakmak bütün yapıtın özü olur. Ama öbür yazı türlerinde, günümüzde yazılmış uzun bir eseri -daha çok romanlar geliyor aklımadüşünmek yeter; dizginleyemediğimiz düşçülüğümüz yüzünden, değişik anlatım yolları arasında doğal imgelere de yer verildiğini görürüz. İmgelerle olay örgüsünü birleştirme konusunda eski ve yeni yazarlar arasında eşsiz biri varsa, o da Shakespeare’dir. Shakespeare’in sanatı hem büyük bir düzene göre kurulmuştur, hem de bütünüyle bir ‘pencereden dışarıya bakış’tır. En olmadık bir insan yaşantısından göz kamaştırıcı imgeler çaktırırken, kendi duyuşunu da büyük bir esinle yorumlayarak bir sahnenin, koca bir oyunun yapısını kuru verir Shakespeare.

Oyun yazar olarak insanlığın -daha sınırlı bir ölçüde de doğanın- her yönünü kapsayan ustalığıyla açıklayabiliriz bunu. Elinin altında lirik parçalar vardır, bunlarla sağlam bir yapı kurar. Kısacası, dünyada benzeri olmayan bir biçimde, anlatı ile şiiri ayrılmaz bir bütüne dönüştürür. 10 Ekim Kendim için aydınlatmaya çalıştığım yeni tekniği bulduğumu düşünsek bile, bu tekniğin şurasında burasında başka tekniklerin tohumlarının bulunabileceğini de unutmamalıyız. Kendi anlatımımın başlıca niteliklerini açıkça görmeme engel oluyor bu düşünce. (Kendisine duyduğumuz saygı bir yana, Baudelaire’e karşı çıkarak, şiirde her şeyin önceden kestirilemeyeceğini söyleyebiliriz. Yazarken, belli bir nedene bağlı olarak değil de, içgüdüyle bir biçim seçer kişi, nasıl olduğunu kesin bir netlikle bilmeden yaratır.) Olay örgüsünü nesnel bir yöntem yerine, imgeleme yetisinin ayarlı, ama gene de düşe dayanan kurallarına göre kurduğum doğru, amacım da bu zaten. Gel gelelim, ayarlamanın sınırı nedir, düşe dayanan kurallara ne ölçüde önem vermeli, imgeleme yetisi nerede biter, mantık nerede başlar: küçük, şaşırtıcı sorunlar bunlar. Bu akşam, ay ışığıyla aydınlanmış kızıl yarların altında yürürken, tanrının burada somutlaşmasını, böyle bir temaya uyan bütün anıştırmalı imgeleriyle çizmenin ne büyük bir şiir olabileceğini düşündüm. Sonra böyle bir tanrının olmadığını hatırlayarak şairdim birdenbire. Biliyordum, iyice inanıyordum buna. Bu yüzden de, belki başka birisi yazabilirdi o şiiri, ama ben yazamazdım. Bu temayı kullanacak şairin şu kızıl kayalarda somutlaşan tanrıya duyduğu inanç nasıl gerçek ve tümü kapsayan bir inanç olacaksa, gelecekte benim için de her konunun öyle anıştırmalı ve tümü kapsayan bir niteliği olması gerektiğini düşündüm. Neden hiçbir şey yazamıyordum ayın aydınlattığı bu kızıl kayalar üstüne? Kendimden hiçbir şey yansıtmıyorlardı da ondan.

Belirsiz bir tedirginliğin dışında hiçbir şey vermiyordu bu yer bana. Bu da bir şiir için hiçbir zaman yeterli bir neden olmamalı. Ama bu kayalar Piemonte’de olsaydı, onları kolayca hayal gücümün kapsamına sokar, bir anlam kazandırabilirdim. Şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir, demek de aynı kapıya çıkar. Benim bile, konusu Piemonte’ye bağlı olmayan bir şiir yazabilmem gerekir elbet. Gerekir ama, bugüne kadar yazamadım böyle bir şiir. Çevremle doğuştan gelen bağlarımın varlık kazandırdığı imgeyi yeniden işlemenin ötesine geçemedim demek ki. Başka bir deyişle, şair olarak sanatımda bir kör nokta, istemediğim, ama bir türlü de yok edemediğim, elle tutulur bir sınırlılık var. Gerçekten nesnel bir tortu mu bu, yoksa kanma karışmış vazgeçilmez bir şey mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir