Chantal Mouffe – Dunyayi Politik Dusunmek

Bu kitapta geliştirdiğim fikirleri, geçtiğimiz yıllar içerisinde çeşitli mecralarda tartışmaya açtım. Farklı biçimlerde olsa da bunlardan bazıları yayımlandı bile. Bu müdahalelerin amacı, agonistik 1 yaklaşımımı farklı bağlamlarda ortaya koymak ve yaklaşımımın, yeni alanlara uygunluğunu sorgulamaktı. Dolayısıyla her defasında, agonistics’in altında yatan temel ilkeleri tanıtmakla başlamaya mecbur kalıyordum. Bu da haliyle belli ölçüde tekrarı beraberinde getiriyordu. Bu makaleleri yayımlanmaları için gözden geçirirken, –savımın anlaşılırlığı için gerekliliğine inandığım yerler dışında– tekrarlardan kaçınmaya çalıştım. Dolayısıyla kitaptaki çoğu bölüm, ders ya da konferans konuşmalarımda yapmış olduğum sunumlarla bir şekilde alakalı olsa da hiçbir bölüm, bu sunumların ilk hallerini yinelemiyor. Son bölüm ise özel olarak bu kitap için kaleme alındı. Yaklaşımıma aşina olmayanları göz önünde bulundurarak, kitabın sonuna, birkaç yıl önce benle yapılmış bir söyleşiyi ekleme ihtiyacı duydum. Burada yeniden yayımlanmasına nazikçe izin veren Suhrkamp tarafından, 2007’de Und jetzt? adıyla yayımlanan bir antoloji için gerçekleştirilen bu söyleşi, kitapta tartışmaya açılan soruların, çalışmalarımın geniş bağlamı içerisinde nereye oturduğunu anlamakta yol gösterecektir. Yıllar boyunca uğraştığım çeşitli konulara kısa bir giriş özelliği taşıyan bu söyleşinin, güncel pozisyonumun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağını umuyorum. Bu metnin son hali üzerinde oldukça keyifli bir ortamda çalışmama, 2012 Mayısı’nda beni Brüksel’e konuk yazar olarak davet ederek fırsat veren Het beschrijf ve Passa Porta’ya teşekkür etmek isterim. Oradayken Kustenfestivaldesarts’a katılmak, sanat pratikleri üzerine düşünmemi teşvik etmek açısından oldukça etkili oldu. Giriş Bu kitapta derlenen makaleler, önceki çalışmalarımda geliştirdiğim agonistik yaklaşımın, sol projesi için önemli bulduğum bir dizi konuya uygunluğunu inceliyor. Her bölüm başka bir meseleyle ilgilense de her birindeki hedefim meseleye siyasi bir şekilde yaklaşmak.


Ernesto Laclau’yla beraber kaleme aldığımız Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de savunmaya çalıştığımız gibi, siyasi düşünebilme, radikal olumsuzluğun [radical negativity] ontolojik boyutunun tanınmasını gerekli kılar. 1 Tam nesnelliğin sağlanamaması ve antagonizmanın, her daim karşımızda duran bir olasılık olması, diyalektik olarak aşılamaz bir tür olumsuzluğun [negativity] varlığındandır. Olumsallık/zorunsuzluk [contingency] topluma nüfuz etmiştir ve her düzen, hegemonik bir doğaya sahiptir – yani her zaman iktidar ilişkilerinin bir ifadesidir. Bu, siyasette, dışlamayan bir konsensüs arayışının ve kendisiyle tamamen uzlaşmış bir toplum fikrinin terk edilmesi gerektiği anlamına gelir. Dolayısıyla özgürlükçü ideal, herhangi bir “komünizm” biçimiyle hayata geçirilemez. Buradaki düşüncelerimin çıkış noktasını, “agonistik çoğulculuk” adını verdiğim bir demokrasi modelini geliştirdiğim Siyasetin Dönüşü çalışmamdan beri olgunlaştırdığım rasyonalizm ve evrenselcilik eleştirisi oluşturuyor. 2 Siyaset alanındaki radikal olumsuzluk boyutundan bahsettiğim bu kitapta, “siyasal” ile “siyaset” arasında bir ayrıma gitmemiz gerektiğini öne sürüyordum. “Siyasal” kavramıyla, antagonizmanın ontolojik boyutunu; “siyaset” kavramıyla ise, insanların nasıl birlikte yaşayacaklarını örgütlemeye çalışan pratikler ve kurumların bütününü kastediyorum. Ne var ki bu pratikler, her zaman, “siyasal” tarafından şekillenen bir çatışma zemininde gerçekleşir. “Agonistik çoğulculuğun” esas fikrini Demokratik Paradoks çalışmamda geliştirmeye çalıştım: Demokratik siyasetin en temel görevlerinden biri, çatışmaların “agonistik” bir biçime bürünmelerini sağlayacak kurumları ortaya çıkartmaktır. Bu modele göre rakipler, düşman değil, aralarında çatışmalı bir konsensüs olan muhalifler olarak algılanır. 3 Bu agonistik modeli ortaya koyarken, demokratik bir düzeni tahayyül etmenin –antagonizmaların kaçınılmazlığına dair bir kabulle yola çıktığımızda bile– mümkün olduğunu göstermeyi amaçlıyordum. Diğer yandan, böylesi bir fikri kabul eden siyaset kuramlarının, genellikle, iç savaştan kaçınmanın tek yolunun otoriter bir düzenden geçtiğini savunmakla sonlandığı doğrudur. Demokrasiye bağlı birçok siyaset kuramcısının, siyasi çatışmalara rasyonel bir çözüm getirilebileceğini savunmaları gerektiğini hissetmeleri de bundandır. Ne var ki ben, böylesi bir ontolojik tutumun illa ki otoriter çözüme varmayacağını ve “antagonizma” ile “agonizma” arasında bir ayrıma giderek, radikal olumsuzluğu reddetmeyen bir demokrasi biçimini düşünebilmemizin mümkün olduğunu savunuyorum.

Geçmiş yıllarda, dünyadaki siyasi gelişmeleri ele alırken, yaklaşımımın uluslararası ilişkiler açısından ne gibi sonuçları olabileceğini düşünmeye başladım. Her düzenin hegemonik olduğuna dair iddianın, uluslararası arena için anlamı nedir? Tüm olumsuz yönlerine rağmen, bugünkü tek-kutuplu dünyadan başka bir seçeneğimiz yok mu? Hegemonya ve egemenliğin ötesinde kurulacak bir kozmopolit dünya hayalini terk etmemiz gerektiği açık. Ancak hegemonyaların çoğullaştırılmasını önerebiliriz. Bölgesel kutuplar arasında daha eşit ilişkiler kurmamızı öğütleyen çok-kutuplu bir yaklaşım, çatışmaların –ortadan kalkmayacak olsalar da– antagonistik bir hale bürünme şansını azaltacak bir agonistik düzene yaklaşmamızı sağlayacaktır. Geleneksel devrimci yaklaşımdan büyük oranda vazgeçilmiş durumda ancak geçen zaman içerisinde, “exodus” [göç/çıkış] adıyla bir başka yaklaşım öne çıkmaya başladı. Bu yaklaşım, aynı kısıtları –farklı şekillerde de olsa– yeniden üretiyor. Bu kitap; agonistik bir hegemonik mücadeleyle devleti dönüştürmeye çabalamak yerine, siyasi kurumları terk etmemiz gerektiğini salık verenlerin, temsilî demokrasiyi reddetmemiz gerektiği fikrine karşı çıkıyor. Çokluğun, herhangi bir devlet ya da siyasi kuruma ihtiyaç duymadan özörgütlenmesini sağlayabileceği bir “mutlak demokrasinin” var olabileceğine dair inanç, benim “siyasal” adını verdiğim şeyi gözden kaçırıyor. Her ne kadar “halkın”, “proletarya” kategorisi altında gitgide tek-tipleştiğine dair tezi sorguluyor ve “çokluğun” çoğulluğuna vurgu yapıyor olsalar da radikal olumsuzluğu kabul etmek, halkın sadece çoklu değil, aynı zamanda bölünmüş olduğunun da kavranmasını gerektirir. Bu bölünmüşlük aşılamaz; sadece bazılarının diğerlerinden daha eşitlikçi olduğu farklı biçimlerde kurumsallaştırılabilir. Radikal siyaset, farklı bir hegemonya kurmak amacıyla birçok kurumsal zeminde sürdürülen çeşitli hamlelerden meydana gelir. “Mevzi savaşı” olarak düşünebileceğimiz radikal siyasette amaç, hegemonyanın ötesinde bir toplum yaratmak değil, daha demokratik ve daha eşitlikçi kurumların inşa edilmesiyle demokrasiyi radikalleştirecek bir süreç ortaya koymaktır. Son yıllarda, büyük oranda sanat okulları, müze ve bienallerden aldığım sık davetler sayesinde geliştirdiğim bir başka ilgi alanım daha var. Agonistik bir anlayış, sanatçıların, kamusal mekânda yaptıkları müdahalelerin tabiatını kuramsallaştırmalarına katkı sağlayabilir mi? Sanat ve kültür pratikleri, hegemonik mücadelede nasıl bir rol oynayabilir? Kültürel alan, kapitalizmin bugün içinde olduğumuz post-Fordist evresinde kritik bir konuma sahip çünkü duygulanımların üretimi gitgide önem kazanıyor. Kapitalist değerlenme [valorization] süreci için hayati olan bu alan, karşı-hegemonik pratikler için önemli bir müdahale alanı olarak da algılanmalı.

Bu farklı konular üzerinde duracak olan kitabın düzeninden bahsedeyim. İlk bölüm, yıllar boyunca birkaç farklı kitapta geliştirdiğim agonistik yaklaşımın ana hatlarını açıklamaya yönelik. Bu bölümde ayrıca, kendi agonistik yaklaşımımla diğerleri arasındaki farkları belirtmeye çalıştım. Siyasi alanı tarif eden antagonistik boyutu vurgulayarak, etik ve siyasi bakış açılan arasındaki farka ve –“antagonizmasız bir agonizmanın” mümkün olabileceğini ileri süreceğimize– agonizma ile antagonizmanın ilişkisini kurmanın gereğine dikkat çektim. Kuramsal pozisyonumu açıkladıktan sonra, ilerleyen bölümlerde bir dizi farklı konuyla ilgileniyorum: Uluslararası ilişkiler alanına agonistik bir yaklaşım, Avrupa Birliği entegrasyon biçimleri, farklı radikal siyaset tasavvurları ve son olarak, kültür ve sanat pratiklerinin siyasetle ilişkisi. İkinci bölümde, çok-kutuplu bir dünya fikrinin ortaya koyduğu bazı meseleleri tartışıyorum. Bazı kozmopolit projeleri eleştirdiğim ve çok-kutuplu bir dünyayı yeğlememiz gerektiğini iddia ettiğim Siyasal Üzerine’de 4 ilk defa üzerine düşünmeye başladığım bir fikri geliştirerek, dünyayı pluri-verse 5 olarak tahayyül etmenin ne gibi sonuçları olabileceğini inceliyorum. Demokratikleşmenin Batılılaşmayı gerektirdiğine dair fikre karşı çıkarak, demokratik idealin farklı bağlamlarda, değişik şekillerde hayata geçirilebileceğini iddia ediyorum. Toplum ve siyaset kuramcılarının, Batı kurumlarını tarif etmek için “modern” kelimesini kullanıyor olma biçimlerini eleştirmem, bazı okuyucularımı şaşırtabilir. Batı modelini tarif etmek için “modern demokrasi” tanımını kullanan ben değil miydim? Aslına bakılırsa, yakın zamandaki yazılarımda bu terimi kullanmayı bıraktım. Bu terimi kullanmaya devam ederek; hem liberal demokrasinin bağlamsal özelliğine dair fikrimle hem de bu modelin, rasyonalite ve ahlâk açısından daha ileri bir modele tekabül etmediğine dair iddiamla çeliştiğimi fark ettim. Solcu entelektüellerin, çoğulcu bir yaklaşım edinmesi ve Batılı modernitenin rasyonel ve ahlâki üstünlüğünü öne çıkaran bir evrenselciliği reddetmesi gerektiğini düşünüyorum. Arap isyanları, demokrasinin hangi biçimlerde inşa edilebileceğine dair bir tartışmayı, bazı Ortadoğu ülkelerinin gündemine sokmuşken, Batılı entelektüellerin bu çağrıya ses vermesi daha da önem kazanmış durumda. Bu ülkelere, kültürlerinde İslâm’ın sahip olduğu önemli yeri göz önünde bulundurmadan Batılı modeli dayatmak ölümcül bir hata olacaktır. Avrupa entegrasyonunun olası biçimlerini düşünmekte, agonistik yaklaşımımın bize neler katabileceğine değindiğim üçüncü bölümün konusu Avrupa Birliği.

AB’yi; demokrasinin hayata geçirilmesi için farklı alanlar sağlayacak, çeşitli demoi’lerin çokluğundan meydana gelen bir “demoi-krasi” olarak düşünebileceğimizi savunuyorum. Avrupa projesine karşı gelişen memnuniyetsizliğin nedenlerini inceleyerek, içinde bulunduğumuz krizin temelindeki neo-liberal uygulamalara alternatif sunabilecek bir vizyon geliştirmenin ivediliğini görünür hale getirmeye çalışıyorum. Dördüncü bölüm, iki radikal siyaset modelinin karşılaştırılmasına ayrılmış durumda. Michael Hardt, Antonio Negri ve Paolo Virno gibi post-operaismo kuramcıları tarafından, İtalyan Autonomia hareketinden ilhamla kuramlaştırılan, devlet ve geleneksel siyasi kurumlardan göç etmemizi ve temsilî demokrasiyi reddetmemizi salık veren “geri çekilme” stratejisine karşı çıkıyorum. Bunun yerine bir “yüzleşme” stratejisi öneriyorum. Bu strateji, mevcut kurumlardan firar etmeyi değil, onları derinden dönüştürebilmek için yapılabilecek karşı-hegemonik hamlelerin çokluğunu içeriyor. Bu iki zıt stratejinin altında yatan kuramsal çerçeveyi inceleyerek, exodus kuramcıları tarafından öne sürülen radikal siyaset anlayışının probleminin, siyasalı tam olarak kavrayamamalarında gizli olduğunu iddia ediyorum. Antagonizmanın hiçbir zaman tamamen yok olmayacağını kabul etmemelerinden bunu anlayabileceğimizi düşünüyorum. Post-Fordist kapitalizmin, kültür ve sanat alanlarını nasıl etkilediğine dair tartışmaya dahil olarak, dördüncü bölümde, ilgimi kültür ve sanat pratiklerine çeviriyorum. Bazı düşünürler, günümüzde kültürün metalaşmasının vardığı bu noktada, artık sanatçıların eleştirel bir rol oynayamayacağını dillendiriyor. Bu kötümser tespite katılmayan diğerleri ise bunun hâlâ mümkün olduğunu ancak bunun için sanat dünyasının dışına çıkmamız gerektiğini öne sürüyor. Bana göre, kültür ve sanat pratikleri; neo-liberal hegemonyaya kafa tutan karşı-hegemonik mücadelelerin başlatılabileceği agonistik kamusal mekânların oluşmasını besleyerek eleştirel bir işlev görebilir. Mevcut düzenden başka bir seçeneğimiz olmadığını söyleyen post-siyasi görüşe karşı çıkabilmek için sanatsal müdahalelere ihtiyacımız olduğunun altını çizerek – Antonio Gramsci’den ilhamla–, kültür alanının, “ortak aklın” inşasındaki işlevini masaya yatırıyorum. Üçüncü bölümde ayrıntılı bir şekilde incelediğim post-operaismo kuramcılarının fikirleriyle bu konuda da ayrılıyoruz. Ancak bu kez, Fordizmden post-Fordizme geçiş ve kültür pratiklerinin bu geçişteki işlevine dair yorumlarımızdaki farklar üzerinde duruyorum.

Sonuç bölümünde, daha önce ele aldığım iki radikal siyaset biçimi üzerinden –postoperaismo ve agonistics– yakın zamandaki toplumsal hareketleri inceliyorum. Bu hareketlerin, liberal demokrasilerde agonistik siyasete duyulan eksikliğin sonucu olarak görülmesi gerektiğini ve dolayısıyla liberal demokratik kuramların, ortadan kaldırılması değil, radikalleştirilmesi çağrısında bulunduğunu iddia ediyorum. Bu kitaba Agonistics adını vererek; solun bazı konularda yerleşik hale gelmiş konumlanmalarını sorgulayacak birtakım kuramsal-siyasi müdahalelere dayandığını vurgulamak istedim. Amaçları mevcut neo-liberal düzene karşı koymak olanlar arasında agonistik bir tartışmayı besleyeceğini umuyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir