Charles Bukowski – Delilik

LINDA KING’E o ki bana getirdi ve geri alacak KIRAYI ÖDEMEYE 45 MILIMETRE bir kizi vardi Duke’ün, Lala, dört yasinda. Duke’ün ilk çocuguydu, bir gün onu bir sekilde öldürürler korkusu ile kaçinmisti çocuk yapmaktan, ama simdi deli oluyordu kiz için, mest oluyordu. Duke’ün aklindan geçen herseyi biliyordu kiz, özel bir hat vardi aralarinda sanki. Duke ile Lala süpermarketteydiler ve sürekli bir seyler söylüyorlardi birbirlerine, herseyden konusuyorlardi, kiz ona bildigi herseyi söylüyordu; içgüdüsel olarak çok sey biliyordu, Duke ise fazla bir sey bilmiyordu ama bildiklerini ona söylüyordu ve ise yariyordu, mutluydular birlikte. “bu ne?” diye sordu Lala. “bu bir hindistan cevizi.” “içinde ne var.” “süt ve kitir seyler.” “neden içinde?” “çünkü iyi hissediyor kendini orada, o sütlü ve kitir sey kabugun içinde iyi hissediyor kendini, kendi kendine, ‘ah, ne kadar iyi hissediyorum kendimi burada!’ diyor.” “neden iyi hissediyor kendini orada?” “hersey kendini iyi hisseder orada, ben hissederdim.” “Hayir, hissetmezdin, arabani süremezdin onun içinde… beni göremezdin, jambonlu yumurta yiyemezdin.” “jambonlu yumurta hersey degildir.” “nedir hersey?” “bilmiyorum, günesin içi belki, donmus bir kütle.” “GÜNESIN IÇI…? DONMUS?” “tabii.” “donmus olsa neye benzer ki günesin içi?” “günes atesten bir top. bilim adamlarinin bana katilacaklarini sanmiyorum, ama bana sorarsan buna benzer.” Duke bir avokado aldi. “hey!” “evet, avokado budur aslinda: donmus günes, günesi yer ve içimiz sicacik dolasiriz.” “o içtigin biralarda da günes var mi?” “var.” “benim içimde var mi?” “tanidigim herkesten daha çok.” “bence senin de içinde KOCAMAN BIR GÜNES var!” “tesekkür ederim, askim.” markette dolanip alisverisi tamamladilar. Duke hiçbir sey seçmedi. Lala cani ne çekerse koymustu sepete, bir kismini yiyemezdin: balonlar, kalemler, oyuncak bir tabanca, havaya atinca arkasindan parasütü açilan bir astronot, nasil astronotsa! Lala kasiyer kizdan hoslanmadi, suratini asti zavalli kiza: kepçelen-mis, bombos bir yüz -bir korku gösterisiydi ve bunun farkinda bile degildi. “merhaba, tatli sey!” dedi kasiyer. Lala cevap vermedi. Duke cevap vermesi için zorlamadi kizini, ödemeyi yapip arabaya yürüdüler. “paramizi aldilar,” dedi Lala. “evet.” “bu gece ise gidip daha çok para kazanman gerekecek, geceleri ise gitmeni sevmiyorum, annecilik oynamak istiyorum, ben anne olurum, sen de bebek.” “peki, ben simdi bebek oldum, tamam mi, annem?” “tamam, bebek, arabayi kullanabilecek misin?” “deneyebilirim.” arabaya bindiler ve yola çiktilar, sola dönerken gaz pedalini sonuna kadar köklemis orospu çocugunun teki az kalsin kafadan giriyordu onlara. “bebek, neden baskalari arabalari ile bize çarpmaya çalisiyorlar?” “çünkü mutsuzlar ve mutsuz insanlar aci vermeyi severler, annem.” “mutlu insan yok mu?” “mutluymus gibi yapan çok insan var.” “neden?” “çünkü utaniyorlar, korkuyorlar, itiraf edecek cesaretleri yok.” “sen korkuyor musun?” “ben sadece sana itiraf edebilecek kadar cesurum -o kadar korkuyorum ki, annem, her an ölebilecekmisim gibi hissediyorum kendimi.” “bebek, bira istiyor musun?” “evet, annem, ama eve gidinceye kadar bekleyelim.” Normandie’ye vardiklarinda saga döndüler, saga dönerken sana çarpmalari daha zordu. “bu gece ise gidecek misin, bebek?” “evet.” “neden gece çalisiyorsun?” “karanlik oldugu için. insanlar beni göremez.” “insanlarin seni görmesini neden istemiyorsun?” “çünkü görürlerse beni yakalayip hapse atarlar.” “hapis nedir?” “hersey hapistir.” “ben hapis DEGILIM!” park edip posetleri eve tasidilar. “anne,” dedi Lala, “çok seyler satin aldik! donmus günesler, astronot, hersey!” anne (Mag’di adi), “iyi,” dedi. sonra Duke’e döndü: “lanet olsun, bu gece ise çikma, kötü bir his var içimde, çikma, Duke.” “içinde kötü bir his var, öyle mi? ben her ise çiktigimda içimde kötü bir his var. isin bir parçasi, çikmak zorundayim, meteliksiziz, kiz eline her geçeni sepete doldurdu, konserve jambondan havyara kadar.” “Tanri askina, engelleyemiyor musun çocugu?” “mutlu olmasini istiyorum.” “sen demir parmakliklarin ardindayken mutlu olmayacak.” “bak, Mag, bu meslekte arada sirada içeri girmek kaçinilmazdir, bunu kabullenmek zorundasin, ki ben digerlerinden sansliyim, çok yatmadim.” “namusunla çalismaya ne dersin?” “yavrucugum, pres makinesinde çalismaktansa bu isi yaparim, namuslu is yok zaten, bir sekilde ölüyorsun, ben kendi yoluma girmisim bir kere -bir tür disçi oldugumu farzet, toplumun dislerini çekiyorum, yapmayi bildigim tek sey. artik çok geç. hem sabikalilara nasil muamele ettiklerini bilmiyor musun? ne yaptiklarini bilmiyor musun, söyledim sana…” “biliyorum söyledigini, ama…” “ama ama ama!” dedi Duke, “lanet olsun, birak da sözümü bitireyim.!” “bitir o zaman.” “Beverly Hills ve Malibu’da oturan o sanayici orospu çocuklari, sabikalilari islah etmekte uzmanlasmis o orospu çocuklari, köle tacirleri hepsi, sartli tahliye kurulu bunu bal gibi biliyor, baskalarini zengin etmek için köpek gibi çalistirirlar insani, seni normal insanin çalistiginin üç kati daha fazla çalistirirlar, ürünleri maliyetin on katina satarlar ve hersey yasal, kendi yasalarina uygun…” “yüzlerce kere dinledim bunlari senden…” “ve simdi bir kere daha dinleyeceksin! hiçbir sey görmedigimi, hiçbir sey hissetmedigimi mi saniyorsun? susmami mi istiyorsun? kendi karima bile yakinamayacak miyim? karim degil misin? düzüsmüyor muyuz? birlikte yasamiyor muyuz? yasamiyor muyuz?” “bu ise giren SENSIN, simdi de agliyorsun.” “bir hata ettim, teknik bir hata! gençtim; onlarin .iktirici kurallarini anlayamadim…” “simdi de kendini hakli çikarmaya çalisiyorsun!” “hey, bunu sevdim! SEVDIM bunu. küçük karicigim benim, kancik, kancik! beyaz sarayin basamaklarinda bir kanciktan baska bir sey degilsin, sonuna kadar açilmis ve zihinsel olarak donmus bir kancik…” “çocuk dinliyor, Duke.” “iyi. sözümü bitirecegim, kancik. REHABILITASYON, sözcük bu. o Beverly Hills .mcik agizlilari o kadar ahlakli ve INSANCIL’dirlar ki. kanlan Müzik Merkezi’nde Mahler dinleyip bagis yaparlar, vergiden muaf. ve L.A. Times tarafindan yilin kadini seçilirler, ve KOCALARININ sana ne yaptiklarini biliyor musun? lanet fabrikalarinda köpek muamelesi yaparlar, maasini kesip farki ceplerine atarlar, kimse onlardan hesap sormaz, hersey o kadar acimasiz ki. kimse bunun farkinda degil mi? kimse olanlari GÖRMÜYOR MU?” “ben…” “KES SESINI! Mahler, Beethoven, STRAVINSKY! mesaide adamin posasini çikarip parasini vermezler, ve götün yiyorsa hakkini ara, hemen sartli tahliye memurunu ararlar: ‘üzgünüm, Jensen, ama sana söylemek zorundayim, senin adamin kasadan yirmi bes dolar çaldi, yazik, bayagi sevmistik de onu.'” “nasil bir adalet istiyorsun, Duke? ne yapacagimi bilemiyorum artik, sürekli sikayet ediyorsun, sarhos olup bana Dillinger’in gelmis geçmis en büyük adam oldugunu söylüyorsun, salincakli koltugunda salinip, Dilinger diye bagiriyorsun, ben de insanim, beni de dinle…” “Dilinger’i sikiyim! o öldü. adalet mi? adalet diye bir sey yok Amerika’da, sadece bir tür adalet var. Kennedy’lere sor, ölmüslere sor, kime sorarsan sor!” Duke salincakli koltugundan kalkti, dolaba gitti, elini Noel süslemeleri ile dolu kutunun altina soktu ve silahi çikardi. 45 milimetre. “iste bu. bu. Amerika’nin bildigi tek adalet bu. sadece bundan anliyor insanlar.” salladi lanet seyi havada. Lala astronotla oynuyordu, parasütü açilmasi gerektigi gibi açilmiyordu, buyrun iste: bir sahtekarlik daha. ölü-gözlü marti gibi. yazmayan tükenmez gibi. kesik hatta Baba diye haykiran Isa gibi. “su silahi yerine koy,” dedi Mag. “ben çalisirim, izin ver de bir is bulayim.” “SEN! kaç kere duydum ben bunu? senin yapmayi bildigin tek sey düzüsmek, ve yataga uzanip çikolata atistirarak dergi okumak.” “böyle konusma, Duke, yalvaririm -SEVIYORUM seni. gerçekten seviyorum.” birden kendini yorgun hissetti Duke. “tamam, tamam, su posetleri bosalt bari. ise çikmadan yiyecek bir sey hazirla bana.” Duke silahi dolaba koydu, oturdu ve bir sigara yakti. “Duke,” dedi Lala, “sana Duke dememi mi istersin, yoksa Baba mi?” “nasil istersen, tatlim, içinden nasil gelirse.” “hindistan cevizinin üstünde neden killar var?” “Tanrim, bilmiyorum, hayalarimda neden killar var?” elinde bir kutu bezelye konservesi ile Mag çikti mutfaktan, “çocugumla bu sekilde konusmana izin vermem.” “çocugun mu? agzina bak sunun, tipki benim agzim, gözlerine bak. benim gözlerim, ruhu benim ruhum, çocugummus -senin yarigindan çiktigi, senin memelerini emdigi için mi senin oluyor? kimsenin çocugu degil o. kendinin çocugu.” “çocugun yaninda bu sekilde konusmamanda israrliyim!” dedi Mag. “israrlisin… israrlisin…” “evet, öyle!” dedi Mag konserve kutusunu avucunun ortasina koyup havaya kaldirarak. “Israrliyim!” “yemin ediyorum, su konserve kutusunu gözümün önünden yok etmezsen o bezelyeleri tek tek G.TÜNE SOKACAGIM!” Mag bezelyelerle mutfaga döndü, mutfakta kaldi. Duke ceketini almak için dolaba gitti, küçük kizinin yanagina bir veda öpücügü kondurdu, ekim günesinden, yemyesil bir vadide kosan 6 attan daha sicakti, öyle geçirdi içinden, karni dügümlendi, kendini disari atti, ama kapiyi usulca kapatti. Mag mutfaktan çikti. “Duke gitti,” dedi kiz. “evet, biliyorum.” “uykum geldi anne. bana kitap oku.” kanepeye oturdular. “Duke geri gelecek mi, anne?” “evet. gelecek orospu çocugu.” “orospu çocugu nedir?” “Duke’dur. seviyorum onu.” “orospu çocugunu mu seviyorsun?” “evet,” diye güldü Mag. “gel bi tanem, kucagima gel.” sarildi kiza, “simsicaksin, sicak çörek gibi!” “ÇÖREK DEGILIM BEN! sensin ÇÖREK!” “dolunay bu gece. fazla aydinlik, fazla aydinlik, korkuyorum, tanrim, seviyorum adami, seviyorum.” Mag kolinin içinde duran çocuk kitaplarindan birini aldi. “anne, hindistan cevizinin üstünde neden killar var?” “hindistan cevizinin üstündeki killari mi soruyorsun?” “evet.” “dur kendime bir kahve koyayim, su kaynadi, duyuyorum.” “tamam.” Mag mutfaga gitti, Lala kanepede bekledi. Duke o esnada Hollywood-Normandie kavsaginda bir içki dükkaninin kapisinda durmus, içinden, lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun… diye geçiriyordu. kötü bir duygu vardi içinde, pis bir koku aliyordu, arka tarafta bir delikten içerisini gözetleyen silahli biri olabilirdi. Louie’yi öyle hakla-mislardi. lunaparktaki alçidan kazlar gibi paramparça etmislerdi, yasal cinayet, dünyanin tamami yasal cinayet bokunun içinde yüzüyordu. tuhaf bir sey vardi o dükkanda, bu gece küçük bir bar belki, ibnelerin takildigi barlardan biri. kolay, kira parasi çiksin yeter. cesaretimi yitiriyorum, diye geçirdi içinden, bir sonraki adim evde oturup Shostakovitch dinlemek. 61 model siyah Ford’a döndü. ve kuzeye sürdü. 3 blok. 4 blok. 6 blok. 12 blok sürdü lanet dünyanin kuzeyine, Mag çocugu kucagina alip kitaptan okumaya baslarken. ORMANDA HAYAT… “sansar ve kuzenleri, vizon ile zerdeva esnek, hizli ve vahsi yaratiklardir, etoburdurlar ve birbirleri ile sürekli ve kanli bir rekabet…” sonra güzel çocuk uyudu ve dolunaydi. BIR NUMARALI HALK DÜSMANI ILE HÜCRE ORTAKLIGI Philadelphia’da Brahms dinliyordum, yil 1942. küçük bir pikabim vardi. Brahms’in ikinci senfonisi, yalniz yasiyordum o siralar, bir sise porto sarabini yavas yavas yudumluyor, ucuz bir puro içiyordum, küçük, temiz bir odaydi, kapi çalindi, biri bana Nobel ya da Pulitzer Ödü-lü’nü vermeye geldi herhalde, diye geçirdim içimden, köylü görünümlü iki aptal adam. Bukowski? evet. kimlik gösterdiler. F.B.I. bizimle gel. ceketini giysen iyi edersin, bir süre için misafirimiz olacaksin. ne yaptigimi bilmiyordum, sormadim, hersey yitirilmisti nasil olsa. biri Brahms’i kapatti, asagi inip sokaga çiktik, bütün baslar pencerelerden disari çikmisti haberleri varmis gibi. sonra o her zamanki kadin sesi: iste akorkunç adam! yakalamislar! kadinlar beni pek sevmez. ne yapmis olabilecegimi düsünüp duruyordum, aklima gelen tek 12 sey sarhosken birini öldürdügümdü. ama F.B.I’in devreye girmis olmasini anlayamiyordum. ellerini dizlerinin üstüne koy, orada kalsinlar! önde iki kisi, arkada iki kisiydiler, birini öldürmüs olduguma karar verdim, önemli birini. bir süre yol aldik, unuttum ve burnumu kasimak için elimi kaldirdim. INDIR ELINI!! büroya vardigimizda ajanlardan biri dört duvara dizilmis fotograflari isaret etti. fotograflari görüyor musun? diye sordu ciddiyetle. fotograflara baktim, güzelce çerçevelenmislerdi ama bana bir sey ifade etmediler. evet, fotograflari görüyorum, dedim ona. bunlar F.B.I’in hizmetinde ölmüs insanlar. ne dememi bekledigini bilmedigim için bir sey demedim. beni baska bir odaya götürdüler, masanin arkasinda bir adam oturuyordu. JOHN AMCAN NEREDE? diye bagirdi bana. ne? dedim. JOHN AMCAN NEREDE? ne demek istedigini anlamiyordum. bir an için sarhosken insan öldürmek amaci ile kullandigim gizli bir silahtan söz ettigini düsündüm, asabiydim, olanlari kavramakla güçlük çekiyordum. JOHN BUKOWSKI’YI KASTEDIYORUM! ha, o öldü. hay Allah, demek bu yüzden onu bulamiyoruz! portakal-sari bir hücreye kapattilar beni. bir cumartesi aksamüstüy-dü. hücremin penceresinden disarda yürüyen insanlari görebiliyordum, ne kadar sansliydilar! sokagin karsi tarafinda bir plakçi vardi, kolonlardan bana dogru müzik yayini yapiyorlardi, hersey o kadar özgür ve rahat görünüyordu ki disarda. ne yapmis olabilecegimi düsünüp duruyordum, aglamak istiyor ama aglayamiyordum. hüzün verici, hastalikli bir durum, hastalikli hü/.ün, kendini daha kötü hissedememe durumu, biliyorsunuz sanirim, arada sirada herkesin kapildigi bir his. ben biraz fazla kapiliyorum, çok fazla. 13 Moyamensing Cezaevi eski bir satoyu andiriyordu, iki büyük tahta kapi beni içeri almak üzere açildi, bir hendekten geçmemis olmamiz beni sasirtmisti. muhasebeci kilikli sisman bir adamla ayni hücreye koydular beni. adim Courtney Taylor, dedi. bir numarali halk düsmaniyim. neden buradasin? diye sordu. (hücreye girmeden önce sordugum için artik cevabi biliyordum.) asker kaçagiyim. burada iki seye tahammül edemeyiz: asker kaçaklarina ve teshirci-lere. hirsizlar arasinda seref, ha? ülkeyi güçlü tutun ki soyabilesiniz. biz yine de asker kaçaklarindan hoslanmayiz. aslinda suçsuzum, tasindim, askerlik subesine yeni adresimi bildirmeyi unutmusum, postaneye bildirmistim ama. bu kasabadayken St. Louis’den askeri muayene için basvurmami söyleyen bir mektup aldim, onlara St. Louis’ye gidemeyecegimi, beni burada muayene etmelerini yazdim, beni tutuklayip buraya getirdiler, anlamiyorum: askerden kaçmak isteseydim onlara adresimi bildirmezdim. senin gibiler hep suçsuzdurlar, masal anlatma. ranzama uzandim. gardiyanin teki geldi. KALDIR KIÇINI O YATAKTAN! diye bagirdi bana. kaldirdim asker kaçagi kiçimi yataktan. kendini öldürmeyi düsünüyor musun? diye sordu Taylor bana. evet, dedim. su ampulü tutan kabloyu asagi çek. kovaya su doldurup ayagini içine sok. ampulü çikarip parmagini duya sok. çiktin buradan. uzun süre baktim o kabloya. tesekkür ederim, Taylor, çok yardim seversin. isiklar söndügünde yatagima yattim ve saldirdilar, tahtakurulari, ne lan bu? diye bagirdim, tahtakurusu, dedi Taylor. bahse girerim ki benim yatagimda seninkinden daha çok tahtakurusu var. nesine? 14 on sent? on sent. tahtakurularimi yakalayip öldürmeye basladim, ölü tahtakurularini küçük tahta sehpanin üstüne koyuyordum. sonunda zaman dedik, tahtakurularimizi alip hücrenin kapisina gittik, orasi aydinlikti, saydik, ben de 13 vardi, onda 18. on senti verdim, daha sonra kendininkileri ikiye bölüp uzattigini ögrenecektim, sahtekarlik yapmisti, gerçek bir profesyonel, orospu çocugu. avluda zarim tuttu, her gün kazaniyor, zengin oluyordum, mapus zengini, günde on bes-yirmi dolar para kazaniyordum, barbut oynamak kurallara aykiriydi, kuleden makineliyi üstümüze dogrultup, DAGI-LIN! diye bagirirlardi, ama oynamanin bir yolunu bulurduk mutlaka, teshircilerden biri sokmustu zarlari içeri, gerçekten hoslanmadigim biriydi bu teshirci, aslina bakarsan hiçbirinden hoslanmiyordum, hepsinin çeneleri küçük, gözleri sulu, kiçlari dardi. 10/1 erkek, onlarin suçu degildi herhalde, ama onlara bakmaktan hoslanmiyordum, bu herif her oyundan sonra yanima geliyordu, sansin açik, iyi para götürüyorsun, kardesini de gör. o nazik eline birkaç sent birakirdim, çükünü üç yasinda bir kiza gösterme hayalleri kurarak uzaklasirdi yilan, zor tutuyordum kendimi agzina bir tane çakmamak için, ama birine vurursaniz hücre cezasina çaptiriliyordunuz, hücrede insan bunalima giriyordu, verdikleri su ve ekmek daha da kötüydü, oradan çikanlari görüyordum, bir ay sürüyordu eski hallerine dönmeleri, ama hepimiz kafayi yemistik zaten, ben yemistim, fazla yükleniyordum teshirciye. gözümün önünde olmadigi zaman mantik yürütebiliyordum. zengindim, isiklar söndükten sonra asçi nefis yemeklerle asagi geliyordu, büyük porsiyonlar, dondurma, kek, turta, kahve. Taylor asçiya on bes sentten fazla vermememi söyledi, limit on bes. asçi fisiltiyla tesekkür edip ertesi gün gelmesini isteyip istemedigimi sorardi. tabii, tabii, derdim. basgardiyanin yedigi yemeklerden yiyiyorduk ve basgardiyan midesine düskündü anlasilan, mahkûmlar açliktan ölürken ben ve Taylor 9 aylik hamile iki kadin gibi dolaniyorduk ortalikta. iyi asçidir, dedi Taylor, iki lesi var. önce birini öldürmüs, cezasini yatmis, çikar çikmaz digerini öldürmüs, firar etmezse hayatinin sonuna kadar burada, geçen gece bir denizciye tecavüz etti. ikiye yardi de- 15 nizciyi. bir hafta yürüyemedi zavalli. sevdim asçiyi, dedim, iyi birine benziyor. iyidir, diye onayladi Taylor. gardiyana tahtakurularindan sikayet edip duruyorduk, o da bize, NERDE OLDUGUNUZU SANIYORSUNUZ? OTELDE MI? TAH-TAKURULARINI BURAYA GETIREN SIZLERSINIZ! diye bagiriyordu. aliniyorduk tabii ki. gardiyanlar kötüydü, gardiyanlar aptaldi, gardiyanlar korkuyorlardi, aciyordum onlara. sonunda Taylor ile beni ayri hücrelere koyup hücreyi ilaçladilar. avluda Taylor’a rastladim. genç bir çocugun yanina verdiler beni, dedi Taylor, çaylagin teki, dünyadan haberi yok. korkunç. benim sansima Ingilizce bilmeyen, bütün gün oturaginda oturup, TARA BUBA YER, TARA BUBA BOK YER! diyen bir ihtiyar düstü, bozuk plak gibiydi, hayati çözmüstü: ye ve siç. memleketinin efsane kahramanlarindan birinden bahsediyordu sanirim, kim bilir, Taras Bulba, belki de? bilmiyorum, avluya ilk çikisimda ihtiyar çarsafimi yirtip çamasir ipi yapti; çoraplarini ve donlarini asmisti lanet seye, hücreye girdigimde hersey üstüme damlayip durdu, hiç çikmiyordu hücreden ihtiyar, dusa bile. suç islememisti söylediklerine göre, orada kalmak istiyordu ve ona izin veriyorlardi, iyilik severlik mi? kizdim ona, çünkü yün battaniye cildimi tahris eder. çok hassastir cildim. seni yasli osuruk, diye bagirdim ona, bir kisi öldürdüm, aklini basina toplamazsan ikinci olacaksin! ama oturaginda oturup bana gülmeyi ve TARA BUBA YER, TARA BUBA BOK YER, demeyi sürdürdü. pes ettim, ama bir kez bile yerleri silmek zorunda kalmadim, evi her zaman islak ve pirilpinldi. Amerika’nin en temiz hücresiydi bizimki, dünyanin, ve geceleri o ilave yemege bayiliyordu, parmaklarini yiyi-yordu. F.B.I askerden bilerek kaçmadigima karar verdi ve beni askerlik subesine sevk ettiler, saglik kontrolünden geçirdiler, saglam çiktim, sonra psikiyatri görmeye gittim. savasa inaniyor musun? diye sordu. 16 hayir. savasmaya hazir misin? evet. (siperden çikip vuruluncaya kadar düsman atesine dogru yürümek gibi çilginca bir fikir vardi kafamda.) uzun süre bir sey söylemeden önündeki kagida bir seyler yazdi, sonra basini kaldirdi. bu arada, çarsamba günü doktorlarin, avukatlarin ve yazarlarin davetli oldugu bir parti veriyoruz, seni davet etmek istiyorum, gelir misin? hayir. pekala, dedi. gitmek zorunda degilsin. nereye? savasa. baktim ona sadece. anlayacagimizi sanmamistin, degil mi? hayir. bu kagidi yan masadaki adama ver. uzun bir yürüyüstü, kagit atasla kartima tutturulmustu, kenarindan kaldirip bir göz attim: “…ifadesiz yüzünün arkasinda asiri bir hassasiyet gizli…” kiçimla gülerim, diye geçirdim içimden, tanri askina!: hassas: ben. bu da Moyamensing’in sonu oldu. iste, savasi böyle kazandim. ZIRVEDEN NOTLAR I Yeni gelenlere mutlaka güvercin boku temizletirlerdi ve güvercin boku temizlerken güvercinler gelir, saçina, yüzüne, elbiselerine biraz daha siçarlardi. Sabun filan vermezlerdi -sadece su ve firça, zor çikardi boklar. Daha sonra saati üç sentten atölyeye yollarlardi, ama yeni gelmissen önce güvercin boku temizlerdin. Blaine’in aklina parlak bir fikir geldiginde ben de yanindaydim. Uçamayan bir güvercin görmüstü kösede. “Dinle,” dedi Blaine, “kuslarin birbirleriyle konustuklarini biliyorum. Bu kusa digerlerine anlatabilecegi bir sey yapalim. Onu halledip çatiya firlatalim ki digerlerine basina geleni anlatsin.” “Tamam,” dedim. Blaine gidip kusu yakaladi. Küçük, kahverengi bir jilet vardi elinde. Etrafina bakindi. Avlunun gölgeli bir kösesindeydik. Sicak bir gün oldugu için mahkumlar orada toplanmislardi. “Içinizde bu ameliyatta bana asistanlik yapacak biri var mi beyler?” diye sordu Blaine. Cevap alamadi. Blaine kusun bacaklarindan birini kesmeye basladi. Güçlü erkekler 18 baslarini çevirdiler. Kusa yakin duran birkaçinin ellerini sakaklarina bastirip bakmamaya çalistiklarini fark ettim. “Neyiniz var sizin?” diye bagirdim onlara. “Kuslarin saçimiza gözümüze siçmalarindan biktik! Bu kusu halledip dama firlatacagiz, basina gelenleri digerlerine anlatacak. ‘Bu orospu çocuklarinin sakalari yok! Onlardan uzak durun!’ diyecek. Bu güvercin sayesinde öbür güvercinler üstümüze siçmaktan vazgeçecekler.” Blaine kusu dama firlatti. Ise yarayip yaramadigini hatirlamiyorum simdi. Ama yerleri silerken iki kesik kus bacagina rastladigimi hatirliyorum. Çok tuhaf görünüyorlardi tek baslarina. Boklarla birlikte onlari da süpürdüm. II Koguslar tika basa doluydu, birkaç kez irkçi ayaklanmalar olmustu. Ama gardiyanlar sadistti. Blaine’i benim kogusumdan alip zencilerin kogusuna koydular. Blaine kogusa girdiginde zencilerden biri, “Bu benim oglanim! Evet, bu adam benim oglanim olacak! Aslinda hepimiz istifade edebiliriz! Kendin soyunur musun yavrum, yoksa yardim edeyim mi?” demisti. Blaine soyunup yere uzanmisti. Zenciler etrafinda dönmeye baslamislardi. “Tanrim! Ömrümde bu kadar ÇIRKIN bir kiç deligi görmedim!” “Kaldiramiyorum Boyer, inan bana çüküm kalkmiyor!” “Çürük domatesi andiriyor!”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir