Charles Bukowski – Kadınlar

5 O yaşındaydım ve dört yıldır bir kadınla yatmamıştım. Hiç kadın arkadaşım yoktu. Sokakta yanımdan geçerken ya da bir yerlerde gördüğümde öylesine bakardım onlara, ama özlem dolu bakışlar değildi bunlar, daha çok onların bir işe yaramadıklarını düşünürdüm. Düzenli olarak otuzbir çekerdim, bir kadınla ilişki kurma düşüncesi — cinselliğin dışında bile — hayal gücümün çok ötesindeydi. Evlilik dışı doğmuş 6 yaşında bir kızım vardı. Annesiyle birlikte yaşıyordu ve ben de çoçuk yardımı gönderiyordum. Yıllar önce 35 yaşındayken evlenmiştim. Evliliğim iki buçuk yıl sürdü. Karım beni boşadı. Sadece bir kere âşık olmuştum. O da akut alkolizmden ölmüştü. Karım benden 12 yaş gençti. Belki şimdi o da ölmüştür, kimbilir. Boşandıktan sonra 6 yıl boyunca her Noel’­ de bana uzun mektuplar yazdı. Hiçbirini cevaplamadım….


Lydia Vance’i ilk ne zaman gördüğümden tam olarak emin değilim. 6 yıl kadar önceydi ve on iki yıldır çalıştığım posta memurluğu işinden ayrılmış, yazar olmaya çalışıyordum. Korkuyordum ve eskisinden daha çok içiyordum. İlk romanımı yazıyordum. Yazarken her gece yarım şişe viski ve altılık iki koli birayı hallediyordum. Şafak sökene kadar ucuz sigaralarımı içiyor, yazıyor ve klasik müzik dinliyordum. Her gece on sayfa yazma hedefi koymuştum kendime, ne var ki ertesi güne kadar o gece kaç sayfa yazmış olduğumu bilmiyordum. Sabahları kalkar kalkmaz kusar, sonra ön odaya gidip kaç sayfa yazmış olduğuma bakardım. On sayfa hedefimi her zaman aşardım. Bazen 17, 18, 23, 25 sayfa yazdığım olurdu. Tabii her gece yazdığım bu yazıların ayıklanması ya da bir kenara atılması gerekirdi. İlk romanımı yazmam yirmi bir gecemi aldı. O zamanlar kaldığım evin arkasında oturan ev sahiplerim kaçık olduğumu düşünüyorlardı. Her sabah uyandığım7 da avluda kahverengi büyük bir kesekâğıdı olurdu. İçindekiler arasıra değişse de çoğunlukla domates, turp, portakal, yeşil soğan, konserve çorba, kırmızı soğan bulunurdu.

Gün aşırı 4’lere 5’lere kadar içerdim onlarla. Yaşlı adam dışarı çıktıktan sonra ihtiyar karısıyla elele tutuşur, ara sıra da öpüşürdük, ama asıl öpücüğü kapıda verirdim her zaman. Kadın bumburuşuk olmuştu ama ne yapsın. Katolikti ve Pazar sabahları pembe şapkasını giyip kiliseye gittiğinde pek sevimli görünürdü. Sanırım Lydia Vance ile ilk şiir dinletimde tanışmıştık. Drawbridge’de Kenmore Caddesindeki bir kitapçıdaydık. Her zamanki gibi korkuyordum. Üstün yetenekli ama korkak. İçerde sadece ayakta durulan bir oda vardı. Dükkanı işleten Peter’in — zenci bir kızla yaşıyordu — önünde bir tomar para vardı. “Şu işe bak” dedi bana “Onları her zaman böyle kafesleyebilsem Hindistan’a bir tur daha yapacak parayı toplamam işten bile değil!” İçeri girdiğimde alkışlamaya başladılar. Şiir okuma işini kıvırmak üzereydim. 30 dakika okuduktan sonra ara verdim. Hâlâ ayıktım ve karanlıkta bana dikilen gözleri hissedebiliyordum. Bir iki kişi gelip konuştu benimle.

Derken molalardan birinde Lydia Vance geldi yanıma. Bir masada oturmuş bira içiyordum. Ellerini masanın kenarına koyup eğildi ve yüzüme baktı. Oldukça uzun kahverengi saçları, çıkık bir burnu vardı ve hafif şaşıydı. Ama herşeye rağmen yaşam doluydu — orada olduğunu farkediyordunuz. Aramızdaki titreşimleri hissedebiliyordum. Titreşimlerin bazısı karışıktı ve pek iyi türden değildi ama oradaydı. Bana baktı, ben de ona. Lydia Vance boynunun etrafında püskülleri olan süet bir kovboy ceketi giymişti. Göğüsleri güzeldi. “Ceketinden püskülleri yırtmak isterdim — oradan başlayabiliriz!” dedim ona. Lydia uzaklaştı. İşe yaramamıştı. Kadınlara ne söylemem gerektiğini hiç bir zaman kestiremezdim. Neyse ki bir de poposu vardı.

Yürürken o güzel poposunu seyrettim. Blucini ne yazık ki bu güzel parçayı örtmüştü. Uzaklaşırken seyrettim onu. Okumanın ikinci kısmını bitirdim ve sokakta yanımdan geçen kadınlar gibi Lydia’yı da unutuverdim. Paramı aldım, bazı peçeteleri, kâğıtları imzaladım ve oradan ayrılıp evime yollandım. Hâlâ her gece ilk romanım üzerinde çalışıyordum. Akşam 6.18’den önce çalışmaya başladığım olmuyordu. Terminal Annex Postanesinde çalışırken kirişi kırdığım saatti bu. Geldiklerinde saat 6’ydı: Lydia ve Peter. Kapıyı açtım. “Bak, Henry, bak ne getirdim sana!” dedi Peter. Lydia kahve masasının üzerine sıçradı. Blucini öncekinden daha dardı. Uzun kahverengi saçlarını bir sağa bir sola savuruyordu.

Kaçığın biriydi; mucizeviydi. İlk defa gerçekten onunla sevişme olasılığını düşünmeye başladım. Şiir okumaya başladı. Kendininkileri. Çok kötüydü. Peter onu durdurmaya çalıştı, “Hayır! Hayır! Henry Chinaski’nin evinde kafiyeli şiir okunamaz!” “Bırak okusun, Peter!” Kalçalarını seyretmek istiyordum. Eski kahve masasının üzerinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Sonra dansetti. Kollarını salladı. Şiir berbat olsa da vücudu ve çılgınlığı müthişti. Lydia aşağı atladı. “Nasıl buldun Henry?” “Neyi?” “Şiiri.” “Zor.” Lydia elinde kâğıtlarla orada duruyordu. Pete1* ona sarıldı.

“Hadi sevişelim” dedi ona. “Hadi gel sevişelim!” İterek uzaklaştırdı Peter’i. “Pekâlâ” dedi Peter. “Gidiyorum o zaman!” “Nasıl istersen. Arabam var,” dedi Lydia. Peter kapıya doğru yürüdü. Durdu ve dönerek “Pekala, Chinaski! Sana ne getirdiğimi sakın unutma!” Kapıyı çarpıp çıktı. Lydia kapının yanındaki koltuğa oturdu. Ben de yarım metre kadar uzağında oturmuştum. Ona 9 baktım. Harika görünüyordu. Korktum. Uzanıp uzun saçlarına dokundum. Sinirliydi sanki saçları. Elimi çektim.

“Bütün bu saçlar gerçekten senin mi?” diye sordum. Öyle olduğunu biliyordum. “Evet” dedi. Elimi çenesine koyup beceriksizce başını kendime doğru çevirmeye çalıştım. Bu gibi durumlarda kendime güvenimi kaybederdim. Hafifçe öptüm onu. Lydia zıpladı. “Gitmeliyim. Çoçuk bakıcısına para ödüyorum.” “Bak,” dedim “Kal. Ben öderim. Biraz daha kal.” “Hayır, kalamam,” dedi, “Gitmeliyim.” Kapıya doğru yürüdü. Arkasından gittim.

Kapıyı açtı. Sonra döndü. Son bir defa uzandım ona. Başını kaldırıp bana minicik bir öpücük kondurdu. Sonra elime daktiloyla yazılmış birtakım kâğıtlar tutuşturarak uzaklaştı. Kapı kapandı. Elimde kâğıtlarla divanda oturdum ve arabasının sesini dinledim. Şiirleri teksir makinasıyla çoğaltılmış, zımbalanmıştı ve ONUNNNN diye başlık atılmıştı. Birkaçını okudum. İlginç, mizah ve cinsellik dolu şiirlerdi bunlar ama çok kötü yazılmışlardı. Lydia ve üç kızkardeşine aittiler — hepsi de son derece neşeli, cesur ve seksiydi. Kâğıtları bir kenara koyup viskimi açtım. Dışarısı karanlıktı. Radyoda en çok Mozart, Brahms ve Bee çalıyordu. – 2- B i r iki gün sonra postadan Lydia’nm gönderdiği bir şiir aldım.

Uzun bir şiirdi ve şöyle başlıyordu: Çık artık devler devi Çık karanlık kovuğundan Gel çıkalım gün ışığına birlikte Saçlarına papatyalar takalım…. 10 Şiir bana neşe ve gerçek bilgiyi taşıyan dişi yaratıklarla kırlarda dansetme isteği uyandırıyordu. Mektubu çekmeceye koydum. Ertesi sabah ön kapının camına vurularak uyandırıldım. Saat 10.30’du. “Git başımdan,” diye bağırdım. “Ben Lydia.” “Tamam, bekle bir dakika.” Üzerime gömlek ve pantalonumu geçirerek kapıyı açtım. Arkasından doğru banyoya koşup kustum. Dişlerimi fırçalamaya çalıştımsa da yapamadım, yeniden kustum — tatlımsı diş macunu midemi ayağa kaldırdı. Çıktım banyodan. “Rahatsızsın galiba,” dedi Lydia. “Gitmemi ister misin?” “O, hayır.

İyiyim. Her sabah böyle kalkarım.” Lydia güzel görünüyordu. Perdelerden sızan ışık yüzüne yansıyordu. Elindeki portakalı yuvarlayarak atıyordu. Portakal sabah ışığının aydınlığında fırıldak gibi görünüyordu. “Fazla kalmayacağım,” dedi, “ama sana bir şey sormak istiyorum.” “Ee, sor bakalım.” “Ben heykeltıraşım. Senin başını çalışmak istiyorum.” “Hay hay.” “Oturduğum yere gelmen gerekecek. Henüz bir stüdyom olmadığı için evde çalışmak zorundayız. Senin için bir sakıncası var mı bunun?” “Hayır.” Adresini ve evine giden yolun tarifini aldım.

“Sabah ll’den önce gelmeye çalış. Akşamüstüne doğru çocuklar geliyor okuldan, dikkatimizi dağıtabilirler.” “ll’d e orada olacağım,” dedim ona. Odanın kahvaltı edilen bölümünde Lydia’nın karşısında oturuyordum. Aramızda koca bir kil kütlesi duruyordu. Sorularına başladı. “Ailen hayatta mı?” 11 “Hayır.” “Los Angeles’ı sever misin?” “Niçin kadınlar hakkında bu tür şeyler yazıyorsun?” “Ne tür?” “Biliyorsun işte.” “Hayır, bilmiyorum.” “Senin gibi böyle iyi yazan bir adamın kadınlar hakkında hiçbir şey bilmemesi utanılacak birşey doğrusu.” Hiçbir şey demedim. “Allah kahretsin. Lisa ne yaptı bu lanet olası T Odayı arşınlayarak sağa sola bakınmaya başladı. “Off, annelerinin aletlerini yürüten küçük kızlar” Başka bir tane buldu. “Ben de bununla idare edeyim bari.

Hareket etme, rahat ol ama kıpırdamadan dur.” Onu izliyordum. Ucunda tel bir ilmek bulunan tahta bir aletle çalışıyordu kilin üzerinde. Kil tomarının üzerinden aleti salladı bana doğru. Onu izliyordum. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Büyük, koyu kahverengi gözler. Şaşı olan gözü bile güzel görünüyordu. Ben de ona baktım Lydia çalışıyordu. Zaman akıp gidiyordu. Kendimden geçmiş bir haldeydim. Neden sonra “Biraz ara verelim mi? Bir biraya ne dersin?” dedi. “Çok iyi olur.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir