Charlotte Lamb – Unutulmayan Ask

Natalie alyansının kaybolduğunu fark ettiğinde kahve molasındaydılar. Cam şekerliği Carol’a uzatmıştı. Birden eli havada kaldı. Carol ise ne olduğunu anlayamadan gözlerini ona dikti. Natalie dehşetle yüzüksüz sol eline bakakalmıştı. Carol, “Ne oldu?” diyerek eğildi, şekerliği alıp masaya koydu. Natalie’nin gözlerinde biriken yaşlara bakarken, düzgün hatlı yüzünde derin bir acı belirdi. “Natalie! Söylesene, ne oldu?” Natalie dili tutulmuş gibi güçlükle, “Yüzüğüm,” dedi. Carol bir bakışta durumu anladı. Telaşı gözlerinden okunuyordu. “Olamaz! Zavallı Natalie.” Kollarıyla Natalie’ yi sardı. Onu avutmaya çalıştı. “Sakin ol. Bir düşün bakalım, en son nerede görmüştün? Sabah ellerini yıkarken çıkarmış miydin? Daha sonra gördüğünü hatırlıyor musun?” Hayır, Natalie hiçbir şey hatırlamıyordu.


Kafası allak bullaktı. Bir an, o gün olup biten hiçbir şeyi hatırlayamadı. Sanki o gün hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yapmamıştı. Çünkü, aklı hep Angus’taydı. Sabahtan beri onü düşünüyordu. İkinci evlenme yıldönümleriydı. Aslında pırıl Pırıl bir gün olmalıydı. Tıpkı düğünlerindeki gibi. O gün ansızın boşanan bir sağanağın ardından güneş çıkmıştı. Natalie sessizce düşünmeye devam etti. Beyaz kurdeleli gelin arabasından babasının kolunda inerken yumuşacık bulutların arasından sıyrılan parlak güneşi görmüştü. Babası da ona bakmış, mutlulukla gülerek, “Hepsi senin için,” diye fısıldamıştı. Natalie kilisede Angus’a doğru yürürken gülümsüyordu. “Bir düşün,” diye Carol hatırlattı, sabırla. “Sabahleyin bir ara gözüne ilişmiş olmalı.

” Kitaplıktan kitap alırken düğün resimlerinin üstünde oynaşan güneş ışıkları gözüne vurmuştu. O an bütün vücuduna sivri buz parçalan batırılmışçasma acı duymuş, hemen gözlerini başka yana çevirip oradan uzaklaşmıştı. Gün boyu evliliğinin anısıyla yaşayacağını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyordu. “Daktilo yazarken,” diye başladı Carol. Bir yandan da sevecen, koyu kahverengi gözleriyle onu izliyordu. “Hiç eline bakmadın mı?” Natalie sessizce başını salladı. Baksa bile hiçbir şey görecek durumda değildi ki. Her yerde Angus’un yüzünü görüyordu. Pencerelerde gülümseyen gri gözleri yansıyordu. Her kıpırdayan gölgede koyu renk saçlarının şeklini görüyordu. İmkânsız diye düşündü. Tam bir yıl önce öldüğüne inanmak çok güçtü. İlk evlenme yıldönümleri farkına varmadan geçmişti. O gün hiçbir şeyi hatırlayamayacak kadar hastaydı. Hiç kimse de ona bunu hatırlatmak istememişti.

“Umarım evdedir,” dedi Carol, Natalie’yi düşlerden sıyırmaya çalışarak. “Banyoda ya da yatak odasında unutmuşsundur belki de. Genelikle yüzükler böyle yerlerde unutulur. Herhalde bu sabah giyinirken çıkardın parmağından.” Natalie onun canını sıktığını fark ederek üzüldü. “Evet, herhalde,” diye geçiştirdi. Zorlukla kendini toparladı, elini uzun saçlarının arasından geçirirken ürkek ürkek gülümsedi. Saçlarını aylardır kestirmemişti. Adamakıllı uzamış saçları bir ipek parlaklığıyla sırtına iniyordu. Kısalttırmak gerek diye düşündü. Uygun bir biçim verdirmeliydi. Ama şimdi saçlarıyla uğraşacak durumda değildi. Carol hafifçe gülümseyerek, “Bu gece ne yapıyorsun?” diye sordu. Natalie umursamazlıkla omuz silkti. “Eve gideceğim herhalde.

” Başka ne yapabilirdi ki! Haftalardır dışarı çıkmamıştı. Arasıra, Dorset kıyılarında Weymouth’da küçük bir evde oturan annesiyle babasına uğruyordu. Evleri, yarımay biçimindeki koya bakıyordu. Bu manzara, evi satın almalarında en önemli etken olmuştu. Natalie’nin arabası yoktu. Trenle de oldukça uzun sürüyordu. Bu yüzden onlara sık sık gidemiyor, ama her hafta mektup yazıyordu. Kuşkusuz çalakalem yazılmış sıradan mektuplardı bunlar. Onlara yazabileceği hiçbir şey yoktu. Bazen oturur, yazacak bir şeyler bulmak için saatlerce düşünürdü. “Korkunç mutsuzum! Keşke ben de onunla birlikte ölseydim!” diye yazmak düşüncesizlik olur, onları üzmekten başka bir işe yaramazdı. Oysa ellerinden bir şey gelmezdi. Angus’un ailesine daha da az gitmişti. Geçen yıl iki kez İskoçya’ya giderek onları ziyaret etmişti. Her gidişi ayrı bir ıstırap olmuştu, ama yine de gitmişti.

Angus’un annesi büyük bir metanet göstermiş, bu da her şeyin daha kötü olmasına yol açmıştı. Çünkü Natalie, Angus’un yalnız kendisi tarafından değil, annesiyle babası tarafından da ne kadar çok sevildiğini biliyordu. Tek oğullarıydı Angus. Bu yüzden ona tapıyorlar, onsuz edemiyorlardı. Angus’un ölümü annesiyle babasını çok sarsmıştı. Natalie’nin sık sık ziyaret ettiği tek kişi kız kardeşi Angela’ydı. Angela evliydi. İki küçük çocuğu vardı. Hayat dolu, gerçekçi bir insandı. Natalie’yi hayata bağlayan bir o vardı. Devamlı söylenir durur, Natalie’ye durmadan iş çıkarır, boş kalıp, içine kapanmasına fırsat vermezdi. Derin bir iç çekerek, “Natalie, uyan!” dedi Carol. Natalie kendisini korumak ister gibi Carol’a baktı. Metropolis Televizyonunda çalışmaya başladığından beri diğer sekreterlerin pek çoğuyla arkadaş olmuştu. Ama içlerinde en iyi Carol’la anlaşıyor, onun dostluğuna önem veriyordu.

“Özür dilerim, canını sıkıyorum,” dedi. Sonra derinden gelen bir sesle, “Biliyor musun, bugün benim evlenme yıldönümüm,” diye ekledi. Carol derin bir soluk aldı. “Olamaz! Ah, Natalie, çok üzgünüm. Yüzüğünü tam da bugün kaybetmen ne kadar kötü.” Natalie yüzünü ekşiterek sol eline baktı. “Kabahat bende. Biraz zayıflamışım. Yüzüğü değiştirmeyi, biraz küçülttürmeyi düşünmüştüm, ama ihmal ettim.” Yapılması gereken işler nedense hep ileri atılırdı. “Rahatça parmağıma girip çıkmasını istemiştim. Nasıl düşüverdiğini hiç fark etmedim.” Carol onu dikkatle süzdü. “Azıcık inceldin, ama hâlâ büyüleyici bir güzelliğin var. Senin boyunu kıskanıyorum, biraz daha boylu olmak isterdim.

” Carol ufak tefek, topluca bir kızdı. Natalie hemen gülümseyerek cevapladı: “Sen böyle de güzelsin, çok tatlısın.” Carol, alt dudağını dişlerinin arasına alarak güldü. Zarif, yuvarlak bir yüzü, koyu kestane rengi saçları, biçimli bir vücudu vardı. Sık sık gülümseyişiyle çevresindekileri hemen etkilerdi. Aynı bölümde çalışan bazı gençlerin ilgisini çekmesine, hattâ onlara karşılık verir görünmesine rağmen, bir erkek arkadaşı yoktu. “Bu gece niye benimle gelmiyorsun?” diye sordu birden Natalie’ye. “Eve gidip bir başına pineklemekten, bütün gece arpacı kumrusu gibi düşünmekten iyidir.” “Ne?” Natalie gözlerini kısarak ona baktı. “Üzgünüm, gelemem.” “Bir parti,” diye diretti Carol. Natalie, onun akşama bir partiye gideceğini söylediğini duymuş, ama sonra unutmuştu. Yüzünü buruşturdu. Bir partiye gitmek için hiç bu kadar isteksiz olmamıştı. “Çok düşüncelisin, ama gelebileceğimi sanmıyorum.

” “Geleceksin!” Carol inatla diretiyordu. “Burada dokuz aydır çalışıyorsun, hiçbir partimizde bulunmadın. Artık bize katılmanın zamanı değil mi? Ofistekiler yerine hoşsohbet insanlarla tanışırsın. Oldukça rahat bir grubuz. Biliyorsun, her şeye rağman hayat devam ediyor Natalie.” “Bunun farkındayım,” diye gülerek onayladı genç kadın. Çalıştıkları bölümde, tek başına yaşayan çok insan vardı. Bunlar Londra’da ya apartman dairelerinde ya da pansiyonlarda kalıyorlardı. Çoğu ailesinden uzaktaydı. Çalışma saatleri dışında bir araya gelip eğleniyorlardı. Natalie çevresinde olup bitenlere belli belirsiz bir ilgi duymuş, ama pek umursamamıştı. “Geliyorsun,” dedi Carol ısrarla pembe rujunu sürerken. “Onu bunu anlamam, sakın karşı çıkayım deme!” “Belki bir başka akşam,” diye kaçamak bir cevap verdi Natalie. Bu gece dışarı çıkıp eğlenemezdi. Doğru olmazdı.

Carol ona “Tartışma istemiyorum,” dedi. “Senin evde yalnız başına oturmuş kendini yiyip bitirdiğini düşündükçe benim gecem de berbat olacak.” Natalie kızardı, çekinerek ona bakıp: “Buna yol açacak bir şey söylediysem, özür dilerim…” Carol hemen, “Yo, hayır,” dedi. “Özür dilemesi gereken benim. Böyle söylememeliydim, ama ne olur gel. Bir saatliğine şöyle bir uğrar, millete bir merhaba dersin. Sanırım artık kabuğundan çıkmak zorundasın.” Daha önce Carol’dan başkaları da Natalie’ye bu konuda baskı yapmışlardı. Ama bu kez fena halde incinmişti. Kendini yiyip bitirmek, kendine acımakla suçlanıyordu sanki. Kendine acımak? Belki de aylardır yaptığı buydu. Bir hafta kadar önce Angela’dan da azar işitmişti: “Biraz toparlan artık. Düşünsene, Angus seni böyle görmek ister miydi? … Gerçekleri görmelisin artık. Angus öldü, ama sen yaşıyorsun. Belki üzücü, ama gerçek.

” Kız kardeşine nefretle bakmış, kapıyı vurup çıkmıştı Natalie. “Elbisem parti için uygun değil.” Partinin saat sekizde başladığını biliyordu, kendisiyse altıya kadar çalışıyordu. Eve gidip üstünü değiştirecek zamanı yoktu. Carol’un yüzü birden aydınlandı. “Yeni bir elbise al,” dedi. “Ben de seninle gelirim, ne dersin? Başkalarına elbise seçmeye bayılırım. Yemek saatinde gideriz.” Metropolis Televizyonu, Londra’nın göbeğinde, büroların bulunduğu bembeyaz yeni bir bloktaydı. Bina büyük bir müteahhit firma tarafından yapılmıştı. Firma buraya kiracı bulmakta oldukça güçlük çekmiş, Metropolis kiraladığındaysa orada çalışanlar buraya ‘beyaz fil’ adını takmışlardı. Son derece modern bir büroydu. Katlar pırıl pırıl, geniş ve ferahtı. Ancak giderek bazı sakıncalar çıkmaya başlamıştı. Ortalıkta o kadar çok dolaşan vardı ki, insanın kendini işine vermesi imkânsızdı.

Sürekli bir hareketlilik, bitmek bilmeyen bir gürültü vardı. Natalie, büronun bir köşesindeki masasına dönerek kendini işe vermeye çalıştı. Tanınmış bir yapımcı olan Jake Lang’in bir senaryosunu daktilo ediyordu. Yaptığı iş aslında ilginçti. Severek yapıyordu. Ama bugün kendini işe vermekte güçlük çekiyordu. Teypten daktilo ettiği yazısına devam etmek için kulaklığı taktı. Çalışmaya koyuldu. O kadar dalmıştı ki, Carol kulaklığı çekip alınca birden sıçradı. “Haydi yemeğe!” Bürodaki duvar saatine şaşkınlıkla bakarak başını salladı. Zaman ne çabuk geçmişti! Teybi kapattı. Uzun süredir dinlediği o derinden gelen ses sustu. Carol, omuzunun üstünden eğilerek baktı. “O ne?” “Lang’in yeni senaryosu, öncelikle bunu yapmam istendi.” “Olamaz, ne.

kadar şanslısın! Onunla çalışmak için neler verirdim.” Carol kahverengi gözleriyle anlamlı anlamlı baktı. Dişlerini göstererek gülümserken, “Sandra söyledi, geçen hafta gelmiş. Onu asansörde görmüş, bronzlaşmış teniyle eskisinden de çekiciymiş,” dedi. Natalie onu duymadı bile. Yazdığı sayfalan dikkatle dosyaya koyuyordu. Sonra dosyayı, üst çekmeceye kilitledi. Carol’un dikkatini çekmişti. “Niye öyle yaptın?” “Yazıyı verirken çok gizli olduğunu not etmiş. Senaryoyu göndermeden önce kimsenin görmesini istemiyor.” Carol etkilenmiş göründü: “Afrika’da maden buldu galiba!” Jake Lang, bir film ekibiyle birlikte iki yıldır Afrika’daydı. Arapların Afrika’ya yerleştiği ilk günlerden başlayarak kıtanın gelişmesini konu alan bir film çekiyorlardı. Lang’in hazırladığı bu tür programlar büyük ilgi topluyordu. Daha önce hazırladığı iki diziyi herkes beğenmişti. Söylendiğine bakılırsa, bu üçüncü dizi rekor kıracaktı.

Daha şimdiden birçok yabancı televizyon şirketi yayın hakkını almak için teklifte bulunmuştu. Amerikan şirketlerinden bazıları Jake Lang’le çalışmak istemişler, ama bilindiği kadarıyla o hepsini geri çevirmişti. Natalie senaryoyu daktilo ederken kendi düşüncelerine iyice dalmış olmasına rağmen, teypten aktardığı metnin çok iyi olduğunun farkındaydı. Lang’in sesinde ölçülü bir buyurganlık ve gizli bir duygusallık vardı. Sanki ne istediğini bilen ve hiçbir engel tanımayan bir adamın sesiydi. Koridorda Carol’un peşinde asansöre giderken Jake Lang’i aklından çıkarması zor olmadı. Yeni bir elbise alma fikrine kendini iyice kaptırmıştı. Carol durmadan konuşuyordu. “Parlak, seksi bir şeyler,” diye fikrini açıkladı. “Kırmızı. Sen kırmızı giyebilirsin.” Bürodan çıktıktan beş dakika sonra mağazaya geldiklerinde, Natalie birden çok şık bir elbise gördü, ama kırmızı değildi. Carol başını sallıyordu. “Mavi olmaz,” diye itiraz etti. “O renk sana yakışmaz.

” Mavi değil, dedi Natalie kendi kendine. Yeşille mavi karışımıydı. Değişik, harikulade bir deseni vardı. Güneş ışınlarıyla yıkanan Akdeniz suları gibi parlak ve serin. Natalie üstünü değiştiği bölmeden çıktığında Carol da elbisenin gerçekten güzel olduğunu kabul etti. “Görenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak,” diye yavaşça fısıldadı. Bürodan doğru partiye gideceklerdi. Vestiyerde üstlerini değiştirmek bayağı eğlenceliydi. Partiye giden başka kızlar da vardı. Birbirlerinin giysilerini överek, parfüm ve mücevherlerini değiş tokuş ederken gülüşüyorlardı. Natalie giyinip çıktığında şaşırdılar. Şirkete girdiğinden beri onu bu kadar güzel görmemişlerdi. Onlarda bıraktığı bu etkiden Natalie de hoşlanmıştı. Aynada, sırtından dalga dalga inen parlak siyah saçlarıyla ince, uzun boylu, genç bir kadın gördü. Aynı büroda çalışan Sandra: “Haksız rekabet,” dedi.

Sonra bunun bir şaka olduğunu açıklamak istercesine dişlerini göstererek güldü. Ama açık mavi gözleri bayağı kaygılıydı. Carol bir yandan koklamaya çalışarak, ‘ “Bu parfüm ne,” diye sordu. “Chanel,” dedi Natalie. “Atıyorsun. Sen mi aldın?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir