Chinua Achebe – Afrika üçlemesi 3 TANRININ OKU

Uç akşamdır gökyüzünde yeni ayın belirmesini bekliyordu. Aslında yeni ayın bugün çıkacağını biliyordu ama riske girmemesi gerektiğinden gözetleme işine her zaman üç gün öncesinde başlardı. Yılın bu döneminde görevi çok da zor değildi. Yağmurlu mevsimde olabildiği üzere gökyüzünü pür dikkat incelemesine gerek yoktu. Öyle havalarda yeni ay bazen günlerce yağmur bulutlarının ardına saklanır, sonunda ortaya çıktığında ise çoktan yarım ay halini almış olurdu. O kendi oyununu oynadığı sürece Başrahip her akşam oturup onu beklerdi. Obi’si diğer erkeklerin kulübelerinden farklı bir biçimde inşa edilmişti. Önündeki bildik, uzun eşiğin yanı sıra, girişte, sağ tarafta kısa bir eşik daha vardı. Bu ek girişin üstündeki saçaklar kesilmişti, böylece Ezeulu oturduğu yerden ayın doğacağı gökyüzü parçasını rahatlıkla görebiliyordu. Hava gitgide kararıyordu. Epeydir dikkatle baktığından dolayı gözlerine dolan yaşlardan kurtulmak için sürekli gözlerini kırpıştırıyordu. Ezeulu gözlerinin artık eskisi kadar iyi görmediğini ve günün birinde tümüyle bozulduğunda tıpkı büyükbabası gibi bir başkasının gözlerine muhtaç olacağını düşünmekten hiç hoşlanmıyordu. Tabii, büyükbabası öylesine uzun bir ömür sürmüştü ki körlüğü ona adeta süs olmuştu. O kadar çok yaşayacak olduktan sonra böyle bir kaybı kendisi de kabullenirdi. Ama şimdilik genç bir adam kadar iyi durumdaydı, hatta daha iyiydi, çünkü artık gençler eskisi gibi değildi.


Ezeulu’nun onlara karşı hiç bıkmadan oynadığı bir oyunu vardı. Kendisiyle tokalaştıklarında kolunu kasıp tüm gücüyle ellerine yüklenir5 di; hazırlıksız yakalanan gençler acıyla irkilip geri çekilirlerdi. O gün gördüğü ay, merhametsiz bir sütannenin isteksizce beslediği bir yetim kadar inceydi. Yanlışlıkla bir bulut parçası görmediğinden emin olmak için dikkatle tekrar baktıktan sonra gergin bir halde ogene’sine uzandı. Her yeni ayda aynı şey oluyordu. Artık yaşlı bir adam olmasına rağmen küçük bir çocukken yeni ay karşısında kapıldığı korku hala etrafında kol geziyordu. Doğruydu, Ulu’nun Başrahibi olduğunda korkusu çoğu kez bulunduğu yüksek mevkiinin heyecanıyla gölgede kalmıştı ama tümüyle yok olmamıştı. Heyecanının pençeleri arasında öylece yatmış bekliyordu. Ogene’sini çaldı: GONG GONG GONG GONG … Hemen arkasından çocukların haykırışları haberi dört bir yana yaydı. Onwa atuo!. Onwa atuo! . Onwa atuo!. Sopasını tekrar demir gonga yerleştirip ogene’yi duvara yasladı. Evindeki küçük çocuklar da diğerlerine katılarak yeni aya hoş geldin dediler. Obiageli’nin cılız sesi, davulların ve flütlerin arasından küçük bir ogene gibi duyuluyordu.

Onunla birlikte en küçük oğlu Nwafo’nun sesini de ayırt edebiliyordu. Kadınlar da dışarı çıkmış kendi aralarında konuşuyorlardı. “Ay, benimkine bakan yüzüne bol şans getirsin,” dedi büyük karısı Matefi. “Nerede?” diye sordu daha genç olan karısı Ugoye. “Ben görmüyorum. Yoksa kör müyüm?” “Ukwa ağacının tepesine bakınca ileride, görmüyor musun? Orada değil. Parmağımı takip et.” “Ah, gördüm şimdi. Ay, benimkine bakan yüzün bol şans getirsin. Ama nasıl duruyor öyle? Duruş şeklini hiç beğenmedim.” “Neden?” diye sordu Matefi. “Bence tuhaf duruyor, sanki kötü bir ay gibi.” “Hayır,” dedi Matefi. “Kötü ay kimsede şüpheye yer bırakmaz. Tıpkı Okuata’nın altında öldüğü ay gibi.

O ayın bacakları havadaydı.” 6 Obiageli annesinin giysisini sertçe çekiştirerek, “Ay insanları öldürür mü?” diye sordu. “Ben bu çocuğa ne yaptım böyle? Beni çıplak mı bırakmak istiyorsun?” “Ay insanları öldürür mü diye sordum.” “Küçük kızları öldürür,” dedi erkek kardeşi Nwafo. “Sana sormadım, karınca yuvası burunlu.” “Şimdi ağlayacaksın uzun boyunlu.” Ay, küçük erkek çocuklan öldürür Ay, karınca yuvası burunluyu öldürür Ay, küçük erkek çocukları öldürür. Obiageli her şeyi şarkıya dönüştürürdü. Ezeulu ambarına gitti ve kutsal on iki yam için özel olarak yapılmış bambu platformdan bir yam aldı. Şimdi sekiz tane kalmıştı. Bunu bilmesine rağmen yine de dikkatle saydı. Üçünü çoktan yemişti, dördüncüsü de elindeydi. Kalanları tekrar kontrol ettikten sonra ambarın kapısını arkasından dikkatle kapatıp obi’sine döndü. Odun ateşi için için yanıyordu. Köşeye istiflediği çıralardan birkaç tane alıp ateşin üzerine özenle yerleştirdi ve adaklarda olduğu üzere yamı üstüne koydu.

Kızarmasını beklerken yakında kutlanacak olan etkinliği planladı. Bugün Oye’ydi, yarın Afo, ertesi gün de büyük pazarın kurulacağı gün olan Nkwo’ydu. Balkabağı Yaprağı Festivali o günden sonraki üçüncü Nkwo’ya denk geliyordu. Yarın yardımcılarını çağıracak ve festival gününü Umuaro’nun altı köyüne duyurmalarını söyleyecekti. Ezeulu ne vakit gücünün büyüklüğünü; gelen yıl, hasat ve dolayısıyla insanlar üzerindeki etkisini düşünse gerçekliğinden şüpheye düşerdi. Doğruydu, Balkabağı Yaprağı Festivali ve Yeni Yam Festivali’nin gününü kendisi belirliyordu ama aslında günü seçen o değildi. O yalnızca bir gözcüydü. Gücü küçük bir çocuğun, kendisinin olduğu söylenen bir keçi üzerindeki 7 gücünden fazla değildi. Keçi yaşadığı sürece çocuğun olabilirdi, ona bakar ve yiyecek bulurdu. Ama boğazının kesildiği gün gerçek sahibinin kim olduğunu anlardı. Hayır! Ulu’nun Başrahibi bundan daha fazlasıydı, daha fazlası olmalıydı. Günü belirlemeyi reddederse ne festival, ne ekim, ne de hasat olurdu. Ama reddedebilir miydi? Şimdiye dek hiçbir başrahip reddetmemişti. Dolayısıyla böyle bir şey yapılamazdı. Buna cesaret edemezdi.

Ezeulu bu söz üzerine, sanki düşmanı söylemişçesine ani bir öfkeye kapıldı. “Şu cesaret lafını geri al,” dedi düşmanına. “Evet, geri al dedim. Tüm Umuaro’da hiç kimse kalkıp da benim cesaretimin olmadığını söyleyemez. Bunu söyleyecek adamı doğuracak kadın henüz doğmadı.” Ancak bu çıkışma yalnızca anlık bir tatmin sağladı. Üstünkörü tatminlerle asla yetinmeyen zihni, bildiği şeyin doğruluğuna yeniden kaydı. Asla kullanılmayacaksa, bu ne tür bir güçtü? Hiç olmadığını, cılız osuruğuyla ocak ateşini söndürmeye çalışan kibirli bir köpeğin anüsündeki güçten daha fazlası olmadığını söylemek daha yerinde olurdu … Sopanın ucuyla yamı çevirdi. O sırada en küçük oğlu Nwafo obi’ye gelip Ezeulu’yu ismiyle selamladı ve odanın uzak ucunda, daha kısa olan eşiğin yakınında bulunan balçık yatakta en sevdiği pozisyonu aldı. Henüz hala küçük bir çocuk olmasına rağmen tanrı onu geleceğin Başrahibi olarak çoktan seçmiş gibiydi. Daha birkaç kelime bile konuşmayı öğrenmeden evvel tanrının ayinlerine güçlü bir yakınlık duyuyordu. Hatta neredeyse denebilirdi ki bu konuda şimdiden en büyüklerinden daha fazla şey biliyordu. Yine de hiç kimse Ulu’nun ne yapacağını açıkça söyleyecek denli ihtiyatsız davranamazdı. Ezeulu’nun yeri boşaldığı vakit Ulu onun halefi olarak oğullarından en az ihtimal verileni seçebilirdi. Bu daha önce görülmemiş şey değildi.

8 Ezeulu büyük bir özen göstererek sopasıyla yamı tekrar tekrar çevirdi. En büyük oğlu Edogo kendi kulübesinden çıkıp obi’ye geldi. “Ezeulu!” diyerek selam verdi. “E-e-i! ” Edogo kulübeden geçip içeriye, kız kardeşi Akueke’nin geçici olarak kaldığı yere yöneldi. Ezeulu, Nwafo’ya, “Git, Edogo’yu buraya çağır,” dedi. lki oğlu gelip balçıktan yatağa oturdular. Ezeulu konuşmadan evvel yanımı bir kez daha çevirdi. “Daha önce sana tanrı heykeli yapmakla ilgili bir şey söyledim mi?” diye sordu. Edogo cevap vermedi. Ezeulu onun bulunduğu yöne baktı ama obi’nin o kısmı karanlıkta kaldığı için net olarak göremedi. Edogo ise oturduğu yerden, kutsal yamı kızarttığı ateş sayesinde babasının yüzünü rahatlıkla görüyordu. “Edogo burada değil mi?” “Buradayım.” “Sana tanrıların heykelini yapmakla ilgili ne söylemiştim diye sordum. Belki de ilk sorumu duymadın, belki ağzımda suyla konuşmuşumdur. ” “Bundan kaçınmamı söylemiştin.

” “Söyledim, değil mi? O halde duyduğum söylenti nedir? Umuagulu bir adam için alusi heykeli yapıyormuşsun.” “Sana kim söyledi?” “Bana kim mi söyledi? Kimin söylediği önemli değil, benim öğrenmek istediğim doğru olup olmadığı.” “Sana kimin söylediğini öğrenmek istiyorum, çünkü bu adamın tanrının yüzü ile maske arasındaki farkı ayırt edebileceğini sanmıyorum.” “Anlıyorum. Gidebilirsin oğlum. İstersen Umuaro’daki bütün tanrıların heykelini yapabilirsin. Sana bu konuda bir daha bir şey sorduğumu işitirsen ismimi al ve bir köpeğe ver.” 9 “Umuagulu adama yaptığım şey. ” “Şu an konuştuğun kişi ben değilim. Seninle işim bitti.” Nwafo bu sözlerin ne anlama geldiği üzerine bir süre boş yere kafa yorduktan sonra babasının öfkesi geçince ona sormaya karar verdi. O sırada kız kardeşi Obiageli içeriden gelip Ezeulu’yu selamladı ve oturmak üzere balçık yatağa yöneldi. “Acı yaprağı hazırlamayı bitirdin mi?” diye sordu Nwafo. “Acı yaprağın nasıl hazırlandığını sen bilmiyor musun? Yoksa parmakların mı kırıldı?” “Siz ikiniz, sessiz olun,” dedi Ezeulu. Yamı sopasıyla yuvarlayıp ateşin dışına itti.

Başparmağı ve işaret parmağıyla hızlıca yokladıktan sonra piştiğine kanaat getirdi. Kirişten iki uçlu bir bıçak alıp kızarmış yamın üstündeki siyah kabuğu kazıdı. Bitirdiğinde elleri is içinde kalmıştı, temizlemek için birkaç kez birbirine sürttü. Tahta kasesi yanındaydı, yamı içine doğrayıp soğumasını bekledi. Yemeye başlayınca Obiageli de usulca şarkı mırıldanmaya başladı. Aslında babasının her yeni ayda palmiye yağı koymadan yediği yamın en ufak kırıntısını dahi hiç kimseye vermediğini şimdiye dek öğrenmiş olmalıydı. Ama umut etmekten asla vazgeçmemişti. Ezeulu sessizce yemeye koyuldu. Bu arada ateşin yanından uzaklaşmış, sırtını duvara yaslayarak oturmuş, dışarıyı seyrediyordu. Böylesi zamanlarda hep olduğu üzere yine uzaklara dalıp gitmiş gibi görünüyordu. Arada bir Nwafo’nun onun için getirdiği su kabağından yapılma kaptan soğuk su içiyordu. Son lokmasını alınca Obiageli annesinin kulübesine geri döndü. Nwafo tahta kase ile su kabını kaldırıp bıçağı tekrar iki kirişin arasına yerleştirdi. Ezeulu üzerine oturduğu keçi derisinden kalktı ve girişteki merkezi alçak duvarın arkasında, düz bir tahta zeminin üstündeki mabedine gitti. lkenga’sı yaklaşık olarak bir insan kolunun dirsekle bilek arası uzunluğundaydı; tepesindeki hayvan 10 boynuzu, insan figürüyle aynı uzunluktaydı; atalarının yüzleri işlenmemiş ve kurban kanlarıyla kararmış okposi’leri ile kısa, kişisel asası of o’yla yan yana dizilmişti.

Nwafo içlerinden kendisine ait olan okposi’yi hemen ayırt etti. Eskiden geceleri yaşadığı ani kasılmalardan kurtulsun diye onun için özel olarak oyulmuştu. Bu okposi’ye Adaş ismini koymasını söylemişler, o da denileni yapmış ve kasılmalar yavaş yavaş bedenini terk etmişti. Ezeulu ofo asasını alıp mabedin önüne oturdu. Fakat bir erkek gibi bacaklarını iki yana açmak yerine, mabedin bir tarafına doğru tıpkı bir kadın gibi bitiştirip dümdüz öne uzattı. Kısa asasının bir ucunu sağ eliyle tutup diğer ucuyla toprağa vurarak dua cümlelerini noktaladı: “Ulu, bir yeni ayı daha görmemi sağladığın için teşekkür ederim. Umut ederim ki tekrar tekrar görebileyim. Bu ev halkı sağlıklı ve zengin olsun. Bu ay, ekim ayı olduğundan dolayı altı köyün hasadı da karlı olsun. Tarlamızdaki tehlikelerden, yılan veya çalılığın kudretlisi olan akrep sokmasından kurtulabilelim. Bıçak veya çapayla incik kemiğimizi kesmeyelim. Eşlerimiz erkek doğursun. Köylerin bir sonraki sayımında sayımız öyle bir artsın ki sana inek kurban edelim, son Yeni Yam festivalinin ardından yaptığımız gibi tavuk sunmayalım. Çocuklar babalarını toprağa versin, babalar çocuklarını değil. lyilik her erkeğin ve her kadının yüzüne gülsün.

Hem nehir kenarındaki hem de ormanda yaşayan halka gelsin. ” Ofo’yu tekrar ikenga ve okposi’nin arasına yerleştirdi, elinin tersiyle ağzını sildi ve yerine geri döndü. Umuaro için ne zaman dua etse ağzına acı bir tat yayılıyor, altı köyün bölünmesi ve düşmanlarının bunun için kendisini sorumlu tutma çabaları yüreğini büyük bir öfkeyle sıkıştırıyordu. Hem de neden sorumluydu? Beyaz adamın önünde doğruyu söylediği için. Fakat Ulu’nun kutsal asasını taşıyan bir adam yalan olduğunu bildiği bir şeyi nasıl söyleyebilirdi? Hikayeyi kendi babasın11 dan duyduğu şekliyle anlatmamazlık edebilir miydi? O beyaz adam, Wintabota bile kimsenin bilmediği bir ülkeden gelmiş olmasına rağmen bunu anlamıştı. Ezeulu’yu gerçeğin tek şahidi olarak nitelemişti. Düşmanlarını sinirlendiren de bu olmuştu; annesini, babasını kimsenin bilmediği beyaz adam kalkmış, bildikleri, fakat duymaktan nefret ettikleri gerçeği kendilerine söyleyebilmişti. Bu adeta dünyanın yıkılacağının bir alameti gibiydi. Nehirden dönen kadınların sesi Ezeulu’nun düşüncelerini böldü. Dışarısı karanlık olduğundan onları göremedi. Yeni ay kendini gösterdikten sonra tekrar çekilmişti. Fakat yine de gece, onun ziyaretinin izlerini taşıyordu. Ortalık son günlerde olduğu gibi zifiri karanlık değildi, ağaçların altındaki çalılıkların kesildiği bir orman gibi açık ve havadardı. Kadınlar birbiri ardına ona, “Ezeulu,” diye seslenirken hepsini hayal meyal görüp selamlarına karşılık verdi. Kadınlar sağ taraflarındaki obi’yi bırakıp içeriye diğer tek girişten, kırmızı topraktan duvardaki yüksek, oymalı kapıdan geçerek girdiler.

“Bunlar güneş batmadan önce nehre gittiklerini gördüğüm insanlar değil mi?” diye sordu Ezeulu. “Evet,” dedi Nwafo. “Nwangene’ye gittiler.” “Anlıyorum.” Ezeulu daha yakındaki nehir olan Ota’nın yasaklandığını bir an için unutmuştu. Çünkü kahinin dün duyurduğuna göre, nehrin kaynağında iki kayanın üstünde duran devasa kaya düşmek üzereydi, başına daha yumuşak bir yastık alma niyetindeydi. Nehrin sahibi olan ve nehre adını veren alusi yatışana dek kimse nehrin yakınına gitmeyecekti. Ezeulu yine de bu gece yemeğini geç getirecek olanı azarlamaya karar verdi. Nwangene’ye gitmek zorunda kaldıklarını biliyorlardı, o halde daha erken yola çıkmalıydılar. Diğer erkeklerin yemeklerini yiyip çoktan unuttukları vakitte yemeğini göndermelerinden artık bıkmıştı. O sırada eve dönmekte olan Obika’nın güçlü, erkeksi sesi 12 gecenin karanlığında gitgide daha da yükseldi. Islığı bile bazı adamların sesinden daha güçlüydü. Sırayla şarkı söyleyip ıslık çalarak yürüyordu. “Obika geliyor,” dedi Nwafo. Aynı anda Ezeulu da, “Gece kuşu bugün eve erken dönüyor,” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir