Christian Jacq – Bilge Kadin

Yoğun bir tehlike çevrede kol geziyordu. Büyük Ramses’in altmış yedi yıl süren iktidarından sonra ölümünden bu yana, Hakikat Meydanı endişe içindeydi. Başlıca görevleri kral ve kraliçe mezarlarını yapmak ve süslemek olan zanaatkarların Teb’in batı ucundaki gizemli ve dışa kapalı köyü, korkuyla geleceğine bakıyordu. Yeni firavun, altmış beşlik Merneptah, ünlü ölünün yetmiş gün süren mumyalanmasından sonra, nasıl bir karar alacaktı? Ramses’in oğlu sert, adil ve ciddi bir adam olarak tanınıyordu tanınmasına da, entrikaları, “yaşayanların tahtı”na geçip İki Ülke’yi, Yukarı ve Aşağı Mısır’ı ele geçirme planlarını önleyebilecek miydi? Büyük Ramses, doğrudan krala ve onun başbakanına, yani vezire bağlı zanaatkarlar loncasının ve Hakikat Meydanı’nın cömert koruyucusu olmuştu yıllar boyu; Hakikat Meydanı’nın bağımsız mahkemesi vardı, her gün iaşe alıyordu. Gündelik kaygılardan uzak, ülkenin manevî gelişimi için olmazsa olmaz çalışmalara ayırıyordu tüm zamanını. Girmesinin yasak olduğu köyün güvenliğinden sorumlu Şef Sobek, uzun zamandır uykuya hasretti. Belinde kılıcı, elinde mızrağı, omzunda yayı, durmaksızın sorumluluğu altındaki bölgeyi arşınlıyor, kurduğu güvenlik ağını gözden geçiriyordu. Köyün büyük kapısının önüne yerleştirilen iki muhafız her zamanki görevlerini eksiksiz yerine getiriyordu kuşkusuz; biri sabahın dördünden, öğleden sonra dörde; öteki öğleden sonra dörtten, sabah dörde. İkisi de iriyarı, ellerindeki sopaya hâkim adamlardı, dışardakilerin Hakikat Meydanı zanaatkarları ile ailelerinin yaşadığı bölüme girmelerini önlüyorlardı. Bir de “beş duvar” vardı köye giden yolun üzerinde ya da birbiri ardına sıralanmış beş tabya. Ne ki bütün bu önlemler Sobek için, sol gözünün altında ince bir yara izi taşıyan irikıyım güçlü Nübyeli için, yeterli değildi; adamlarına sürekli çevredeki tepelerden etrafı kolaçan etmelerini, Ramesseum’a, Büyük Ramses’in milyon yıllık tapmağına giden yolu, Krallar ve Kraliçeler vadilerine çıkan patikaları denetlemelerini söylemişti. Eğer önlenemez bir karışıklık çıkarsa, baldırı çıplaklar, zanaatkarların akıl almaz hazineler yarattıkları, hatta arpayı altına çevirdikleri söylenen Hakikat Meydanı’na saldıracaklardı mutlaka. Firavunun himayesinden yoksun kaldıklarına göre, aynı gemideki insanlar gibi olduklarını düşündükleri köyde “sağ ekip” ve “sol ekip” olarak ikiye ayrılmış otuz iki zanaatkarın oluşturduğu küçük topluluğun hali nice olacaktı? Belki Sobek son savunucuları olacaktı zanaatkarların, kaçmamaya, sonuna dek direnmeye kararlıydı. Polis şefi “dışardakrierden olmakla birlikte, korumakla görevli olduğu köy halkının büyük bir bölümüne karşı sevgi beslemeye başlamıştı; zanaatkar olmamasına, gizemlerini bilmemesine rağmen, maceralarında bir katkısı varmışçasına bir şeyler hissediyor, zanaatkarların olmadığı bir dünya düşünemiyordu. İşte bu nedenle loncanın içinde de bir katil olabileceği endişesi taşıyordu? Bir zamanlar imzasız bir mektupta, bir polisi öldürmekle suçlanan, daha sonra aklanan ketum Ustabaşı Suskun Nefer’in hayatını tehdit eden bir katil? Şef Sobek ne polis memurunu öldüreni ne de imzasız mektubu yazanı bulabilmişti; ihbarcının Nefer’in hızlı yükselişini kıskanan bir meslektaşı olduğundan kuşkulanıyordu.


Bir de polis şefinin uğraşması gereken bir başka iş daha vardı; Teb’in Batı Yakası Başyöneticisi Abri’nin Hakikat Meydanı’nı yok edecek bir komploya karıştığını sanıyordu Sobek. Yazık! Büyük Ramses’in ölümü, bir daha düzelmeyecek şekilde hayatı altüst etmek üzereydi. Sağ ekibin şefi olarak Nefer’in görevi, Işık Meydanı’nda dâhice düzenlemeler yapmak, planlan çizip işleri herkesin becerisine göre dağıtmaktı. Sol ekip şefi Kaha’nın ölümünden sonra, Nefer’in sorumluluğu daha da artmıştı. Kaha’nın yerini manevî oğlu Hay almıştı, Hay deneyimsizdi, ama loncanın gerçek yöneticisi olduğuna inandığı Nefer’in hayranlanndandı. Merkezî yönetimin temsilcisi olan Mezar Kâtibi Kenhir bile saygı gösteriyordu Nefer’e. Sembolik olarak ‘Teb’in batısında milyonlarca yıllık ulu ve soylu mezar” olarak anılan köyü gerektiği gibi yönetmekle görevli yüksek yönetici Nefer’i karşı gelinmez bir otorite ve kusursuz bir ustabaşı olarak görüyordu. İyi de Suskun Nefer Hakikat Meydanı’na saldırmaya hazırlanan karanlık güçlere karşı savaşabilecek miydi? “İçerdeki”lerin oluşturduğu ekibin komutanı Nefer, yaklaşan tehlikenin ciddiyetinin bilincinde miydi? Böylesi bir tehlikeyi göğüsleyecek gücü var mıydı? Kendinden öncekilerin de uyguladığı kurallara göre çalışırken, belki de dış dünyanın acımasızlığını, hırsını unutmuştu Nefer. Taşıdığı büyü felaketi kovmaya yetebilir miydi? Polis şefi duvardaki oyuğun önünde durdu. Oyuğun içinde köyün koruyucu tanrıçası Maat’ın heykelciği duruyordu. Başının üzerindeki yön bulmalarında kuşlara yardımcı olan tüyüyle loncanın amacını, zanaatkar yaratıcılığının olmazsa olmaz öğelerine, doğruluğa ve ahenge ulaşma çabasını temsil ediyordu kırılgan tanrıça. “Maat’ın heykelini yapmak, Tann’nın isteğini yerine getirmektir” denmez miydi hem? Sobek soluk almakta güçlük çekiyordu. Sıcak hava giderek ağırlaşıyor, tehlike giderek yaklaşıyordu. Sakinleşebilmek için Teb’deki dağların piramide benzer tepesine, batı zirvesine bakmaya koyuldu. Efsaneye göre loncanın ilk taş ustaları kayayı bu şekilde yontarak kuzey piramitlerinin güneyden yankılanmasını sağlamak istemişlerdi.

Kutsal zirvenin, “sessizliği seven” olarak anılan ürkütücü dişi yılanı barındırdığını, her gün biraz daha çoğalan engellerin, kâfirlerin yılanın huzurunu bozmalarını daha da güçleştirdiğini herkes gibi polis şefi de biliyordu. Firavunlar ebedî istirahatgâhlannı yılana emanet etmiş, köylüler de dileklerinin gerçekleşmesini onun sağlayacağına inanmaya başlamıştı. Dört yüz elli metrelik zirve, firavunların ka’nın evrene yayılmış tükenmez enerjisini yansıtmak için yaptırdıkları tapınakların ekseni üzerindeydi. Tapınaklar, çevresine yelpaze gibi açıldıkları zirveye sonsuz bir saygı gösteriyor gibi dikiliyordu. Sobek güneş batar, alacakaranlık çölü, tarlaları ve Nil’i kaplarken zirveyi seyretmeyi seviyordu; geceye sonsuza dek direnecekmişçesine, sadece zirve ışık içinde kalıyordu o dakikalarda. Nöbetçilerden biri kollarını salladı, öteki bağırdı. Sobek zaman kaybetmeden korkunç bir kargaşanın hâkim olduğu 1. Tabya’ya seğirtti. Polisler, korkan, sopa darbelerinden korunmak için başlarını ellerinin arasına almış, eşekleriyle yük taşıyan on on iki kişinin etrafını çevirmiş, ürken hayvanlar dört bir yana dağılmıştı. – Durun, diye bağırdı Sobek, bunlar yardımcı! Yaptıkları yanlışın farkına varan polisler, sopalarını indirdi. – Korktuk da ondan, Şef, dedi içlerinden biri. Gelip barikatı zorlayacaklarını sandık. Yardımcılar her günkü gibi, köy halkının ihtiyacı olan suyu, balıkları, taze sebzeyi, yağı ve diğer yiyecekleri getirmişlerdi. En dayanıklıları eşeklerini yakalamayı başardı, ötekiler inleyip şikâyet etmeyi sürdürdü. Sobek olanları açıklamak, adamlarının davranışını haklı göstermek için çok uzun bir rapor yazmak zorunda kalacaktı.

– Yaralıları tedavi edin, dedi. Sonra da hayvanların yükünü indirin. Konvoy köyün ana kapısı önüne geldiğinde kapı açıldı, zanaatkarların kanları dışan çıktı. Hem Hathor rahibesi hem de evlerinin hanımıydı kadınlar, yiyecekleri sessizce aldılar. Büyük Ramses’in ölümünden önceki günlerde eşekçiler kapının önünde belirdiklerinde tartışır, birbirlerine takılır, nedensiz gülüp, incir çekirdeğini doldurmayacak bir şeye kızar ya da kızmış görünürler, etin, meyvenin, balığın iyisini almak için gürültü çıkarırlardı. Büyük hükümdarın ölümünden sonra çocuklar bile dilsizdi sanki, analan da çocuklarının oyunlarına katılmaya hevesli görünmüyordu. Çömelip gündelik işleri kusursuzca yerine getirmeye çalışıyorlar, ekmek için hamur yoğuruyor, bira yapıyorlardı. Ailece yenecek yemeğin mutluluğunun habercisi bu basit hareketleri daha ne kadar devam ettireceklerdi acaba? Genç bir polis memuru koşarak Sobek’in yanma vardı. – Efendim, efendim! Gelenler var! – Başka yardımcılar mı? – Hayır, ellerinde mızraklar, yaylar bulunan askerler! İkinci bölüm Teb’in Başhazinedarı Mehi, görkemli evinin kabul salonunda bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Eşsiz bir maliyeci ve benzersiz bir sayı sihirbazıydı, aynı zamanda bölgenin gizli efendisiydi ve cömertliğinden sonuna dek yararlanmasını bilen orduların değerli komutanıydı. Yuvarlak yüzü, kafasına yapıştırılmış gibi duran simsiyah saçları, kalın dudakları, yumuk yumuk el ve ayakları, geniş ve güçlü göğsüyle kendinden ve ikna yeteneğinden emin, görünürde ulaşılmaz bir amaca, Hakikat Meydanı’nın baş döndürücü zenginliklerini ele geçirmeye tutkundu. Altın Evi’ndeki zanaatkarların inanılmaz hazineler yarattığını biliyordu; Krallar Vadisi’nde bir mezarın karanlıklarına daldıklarında, yollarını aydınlatmak için yararlandıkları Işık Taşı’nı görmüştü. Tanınmamak ve kaçabilmek için bir polis memurunu öldürmek zorunda kalmıştı. Ne var ki cinayeti Suskun Nefer’in başına yıkmak için Sobek’e yazdığı imzasız mektup istediği sonuca ulaşamamıştı: çünkü Hakikat Meydanı’nın gizemli “bilge kadını’nın müdahalesinden sonra, mahkeme zanaatkarın aklanmasına karar vermişti. Yine de bir zarar görmeden yükselmesini sürdürdü komutan, yükselirken kayınpederini ortadan kaldırmak için titiz bir plan hazırlamış, planı uygulamak için de bir akrep kadar çekici, hırslı, paragöz ve acımasız karısı güzel Serketa’dan yardım görmüştü.

Varlıklıydı, güçlüydü, lekesiz bir ünü vardı, ama yine de dikkatle ve sabırla hazırlıyordu planlarını Mehi. Hakikat Meydanı’nın Kabul Heyeti tarafından reddedilmesiyle uğradığı hakareti hiç unutmadı; öç alma arzusu, geleneklerinin ve inançlarının batağma sürüklenmiş yaşlı Mısır’ı çağdaşlaştırma tutkusuyla birleşiyor, bu tutkusunu gerçekleştirip, dostu Dakter’in kişiliğinde bütünleşen, her türlü yeniliğe açık, uyuşmuş toplumu ayağa kaldıracak bilimi hâkim kılmayı tasarlıyordu. Büyük amacım gerçekleştirebilmesi için loncanın sırlarını öğrenmesi şarttı. Hem zaten firavunlar, bu sırlara tek başlarına sahip olabilmek için, kıskançça bir gayretle korumuyor muydu loncayı? Mehi’nin baş rakibi Büyük Ramses olmuştu, hükümdardan kurtulabilmek için arabasının dingilini eğeletmiş, ancak çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Mehi, yaşlı firavunun doğaüstü bir talihi olduğunu kabul etmek zorunda kalmış ve gevezelik edeceğinden kuşkulandığı suç ortağını ortadan kaldırmakla yetinmişti. Geriye tek bir yol kalmıştı: Ramses’in ölümünü beklerken köyün çevresine ağını örmek. Sonunda Hakikat Meydanı’nın koruyucusundan kurtulmuştu! Ramses’siz, başı kesik tavuklar gibiydi zanaatkarlar; yeni kralın, kuzeyden gelme Merneptah’m, loncaya selefi kadar hoşgörülü davranıp davranmayacağı kuşkuluydu üstelik. Oysa Teb’in başhazinedarı başkentten, Merneptah’m taç giydiği Per Ramessu’dan bilgi alamıyordu bir türlü. Yeni kralın geleneğe bağlı olduğu, yeni bir fikir üretemediği, Büyük Ramses’in adımlarını izlemeye kararlı olduğu söyleniyordu; bakalım iktidar yeni kralın kişiliğini değiştirebilecek miydi? Entrikalar gelişmek, güzelleşmek zorundaydı! Entrikalardan bazıları, kısa olacağına inandığı geçiş sürecine uyum sağlamaya, uyum sağlarken de yeni bir dünyaya hazırlanmaya yönelikti. Hakikat Meydanı’nın sırlarım eline geçirebilirse, en güçlüsünün Mehi olacağı yeni bir dünyaya. Bitmek tükenmek bilmez mumyalama süresi boyunca, beklenmedik şeyler de olabilirdi. Örneğin, Merneptah’m ani ölümü ve taht kavgası. Mehi böyle bir şey olmasını istemiyordu, taht kavgasına katılmaya hazır değildi henüz. Hükümdarın sahnenin önünde görünmekle yetineceği, tüm ipleri sahne arkasında Mehi’nin eline bırakacağı bir düzendi onun düşlediği. Teb belediye başkanıyla başardığını, yönetimin en üst basamağında tekrarlamaması için bir neden var mıydı? Köhnemiş ilkelere saplanıp kalmış, ülkenin önlenemez gelişmesini anlamaktan âciz, durağan bir Merneptah: böylesi silik bir firavun, müttefiklerin en değerlisi olmaz mıydı? Mehi zanaatkarların ruh halini, dirençlerini sınamak için, Doğu Yakası Başyöneticisi Abri’yle kafa kafaya vermiş, köye bir vergi müfettişi ile bir askerî birlik göndermeyi kararlaştırmışlardı.

Gönderdikleri birlik kapıyı zorlamayı başarırsa, Mehi de aralıktan içeri sızacak, loncanın ayrıcalıklarını yok edecekti. İş çok ciddiydi. Şef Sobek, çoğunlukla genç askerlerle karşı karşıya olduğunu anladı. Hakikat Meydanı’nın sorumluluğunu üstlendiği günden beri, ilk kez askerlerle karşılaşıyordu. İki sıra halinde gelen askerler 1. Tabya’nın önünde durmuştu. İyi eğitilmiş, güçlü kuvvetli Nübyeli polislerin ellerinde palalar ve sopalar vardı. Emirlerinin tartışılmaz olduğunu bildikleri Şef Sobek’in buyruklarını yerine getirmeye hazır görünüyorlardı. Sobek ilerledi. – Başınızda kim var? – Ben, dedi yaşlı bir asker. Tepesinden bakan iriyan zenciden etkilendiği kesindi. Emirleri vergi müfettişinden alıyorum. O ana kadar askerlerin ardında duran şişman bir adam, ilerleyerek tiz bir sesle Sobek’e seslendi. – Batı yakası başyöneticisinden köydeki hayvanların sayımını yapma ve uygulanacak vergiyi hesaplama talimatı aldım. Son yıllarda verilmiş hiçbir bildirime rastlamadığımdan, ceza yazmak zorunda kalacağım kuşkusuz.

Kamu görevi yaptığınıza göre bana yardım edip talimatı yerine getirmemi sağlamanız gerekir. Şef Sobek hiç de böyle bir saldırı beklemiyordu. – Sizin istediğiniz… köye girmek mi? – Başka bir yolu yok gibi. – Aldığım emir kesin. Zanaatkar ya da zanaatkar ailesinden olmayanlar, benim onayım olmadan köye giremez. – Mantıklı olun. Ben yönetimi temsil ediyorum. – Size hatırlattığım emir, sadece firavun ve vezire uygulanmaz. Görebildiğim kadarıyla siz ne firavunsunuz ne de vezir. – Vergi karşısında eğilmek zorundasınız! Gidip mezar kâtibine sorun, size yasayı hatırlatacaktır. Sobek tereddüt etti. Müfettişin önerdiği pek de kötü bir fikir değildi, anlaşılan Öfkeli Kenhir’i tanımıyordu. – Tamam, ama askerleriniz yerlerinden kıpırdamasın! Tabyanın öte tarafına geçmeye kalkışırlarsa, adamlarım gözlerinin yaşlarına bakmaz. – Konuşma tarzınızı beğenmedim, Şef Sobek. Adamlarınızın sayısı askerlerimden az, üstelik yasa da benden yana.

– Eğer böyle düşünüyorsanız, kimseyi çağırmam ve sorunu kendi yöntemimle çözerim. Sopalarını hazırlamaları için Nübyeli polislere emir vermek gerekmedi. Karşılarındakilerden çok daha genç, çok daha atik görünüyorlardı, bire karşı üç boğuşmaktan korkmayacakları kesindi. – Sinirlenmeyelim, dedi vergi müfettişi. Ben buraya yasayı uygulamak için geldim. Siz de öyle. – Bana verilen emirler kesin. Hiçbir ayrıcalık göstermeden uygulamak zorundayım. – Öyleyse mezar kâtibini getirin! – Sakın ilerlemeye kalkışmayın! Müfettiş ne cevap vereceğini bilemez bir durumda olduğu yerde kaldı. Görevinin çok zor olduğunu söylemişlerdi ama böylesi bir direnişle karşılaşacağını hesaplamamıştı. Üstelik o dev zencinin görünüşü bile ürkütücüydü; kavga çıkarsa kafasına bir sopa yemesi bile mümkündü. En iyisi kuvvete başvurmaktan kaçınmak, mezar kâtibini oldubittiyle karşı karşıya bırakıp, fırsattan yararlanmaktı. Tabyaları aşarken fazla acele etmedi Sobek. Nasıl olsa bu çapulcular adamlarının hakkından gelemezdi; ama bunlardan sonra başkaları da gelecekti, daha kalabalık ve daha güçlü birlikler. Askerlerin müdahalesine Batı Yakası Başyöneticisi Abri’den başka kim karar vermiş olabilirdi ki… Sobek Abri’yi bir kez daha yolunun üzerinde buluyordu işte.

Başyönetici Sobek’e rüşvet vermeye çalışmış, başaramayınca başka yere atanmasıyla uğraşmış, sanki aklından bir türlü çıkmayan cinayeti aydınlatmaya çalışan iş bozucu bir polis şefiymiş gibi, ondan kurtulmak istemişti. Ama Abri’nin Sobek’e karşı, daha doğrusu Hakikat Meydanı’nına karşı doğrudan saldırıya geçmesi, işte bu ilk kez oluyordu. Neden böyle bir saldırıya karar vermişti? Şu ya da bu şekilde suçlu olup, onu suçlayacak olanlardan kurtulmak istemiyorsa, neden? Şu anda halledilmesi gereken en önemli sorun, vergi müfettişiydi. Çatışmayı önlemek mümkün olmayabilirdi, çünkü Kenhir’e haber vermek yeterli değildi. Üstelik mezar kâtibinin yerinden kalkmaya razı olacağı da kesin değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir