Christian Jacq – Suskun Nefer

Tüm dünya, piramitler, tapınaklar, mezarlar, heykeller veya resimler gibi Mısır sanatının başyapıtlarına hayranlık duyar. Tinsel ve büyüleyici gücüyle kalbimizin derinliklerine işleyen bu harikaları acaba kim yaratmıştır? Vasıfsız işçiler veya köleler topluluğu değil tabiî ki… Bunlar, üye sayısı çok kısıtlı olan din adamları ve zanaatkarlardan oluşan loncaların ürünleridir. Zihin gücü ile el emeğini birleştiren bu şahıslar, doğrudan firavuna bağlı olup, gerçek bir seçkinler tabakasını meydana getiriyorlardı. MÖ 1550-1070 yıllan arasında, Yukarı Mısır’da yer alan -dindar olmayanlara yasaklanmışbir köyde, yaklaşık beş asırdır süregelen bu loncalardan birine ait bol miktarda belgeyi – büyük şans eseri-elde ettik. Bu köyün adı, Hakikat Meydanıydı. Tanrıça Maat, nesiller boyu Hakikat Meydanı hizmetkârlarının sergilediği doğruluk, yerindelik ve iş uyumunun yansıdığı bu yerde kendini gösterdiğinden, Eski Mısır dilinde Set Maat olarak adlandırılırdı. Köy çölde yer alıyordu, ama ekin tarlalarından çok uzakta değildi. Yüksek duvarlarla çevriliydi. Kendi mahkemesi, tapınağı ve mezarlığı vardı. Zanaatkarlar toplu halde yaşıyor ve birinci vazifelerinin Krallar Vadisi’ndeki firavunların emirlerini harfiyen yerine getirmek olduğunun bilincinde, bu özel konumlarından faydalanıyorlardı. Bugün hâlâ Teb’in batı kıyısında yer alan Deyrü’l Medine’yi ziyaret ettiğinizde, Hakikat Meydanı’nın kalıntılarını görmeniz mümkün. Evlerin alt kısımları hâlâ yıkılmamış durumda. Bu şaheseri yaratan ressamların, heykeltıraşların, Tanrıça Hathor’un rahibelerinin geçtiği sokakları arşınlayabilirsiniz. Tapınaklar, lonca lokalleri, muhteşem bir şekilde süslenmiş mezarlar, bu yerin kutsal yapısını gösterir. Su tankları, ambarlan, atölyeleri hatta bir okulu bile vardır.


Bu sıradışı insanları, maceralarını, günlük hayatlarını, kâh düşmanlık kâh kıskançlıklarla dolu dünyalarını, güzellik ve tinsellik arayışlarını yeniden canlandırmak istedim. Hakikat Meydanı’nın varlığını sürdürmesi hiç de kolay olmamıştı. Özellikle bu öykünün geçtiği çalkantılı dönemde, çeşitli oyunlar, dalavereler hep vardı. Giriş Ekip şeflerinin yönlendirdiği dokuz zanaatkar, geceyarısına doğru Hakikat Meydanı’ndan çıkıp, dolunayın aydınlattığı dar bir patikayı tırmanmaya başladılar. Firavun mimarlarının köyü çölde kurulmuştu ve sırlarını saklamak için duvarlarla çevriliydi. Hakikat Meydanı’na hâkim bir tepedeki kireçtaşı yığınının ardında gizlenen Mehi, sevinç çığlığını bastırdı. Süvari teğmeni, aylardan beri, Krallar ve Kraliçeler vadilerinde mezar kazıp, süslemekle ilgilenen bu lonca hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Hakikat Meydanı’nın koruyucusu olan Büyük Ramses dışında hiç kimse bir şey bilmiyordu. Hakikat Meydanı’nda ustabaşılar, heykeltıraşlar, ressamlar, devleti ölümsüz kılmak adına çalıştırılıyorlardı. Bu zanaatkarlar köyünün kendi hükümeti ve yasası vardı ve doğrudan krala ve onun vezirine bağlıydılar. Mehi, sadece geleceği parlak olan askeri kariyerini düşünmeliydi, fakat loncaya girmek için yaptığı başvuruyu ve adaylığının iptalini bir türlü unutamıyordu. Onun kadar asil biri hiçe sayılamazdı. Buna çok kızan Mehi, seçkinlerden kurulu süvari birliğine yönelmiş ve yeteneği sayesinde harikalar yaratmıştı. Böylece, önemli bir mevkiye gelmekte gecikmemişti. İçini kin bürümüştü, kendisini küçük düşüren bu lanetli loncaya karşı duyduğu öfke her gün biraz daha Duyuyordu.

Loncanın varlığı, mutluluğunu engelliyordu. Böylece subay ya Hakikat Meydanı’nın bütün sırlarını keşfedip onları kendi lehine kullanacak ya da -görünürde ulaşılamaz ve imtiyazlarından dolayı bir o kadar da gururlu görünen-bu köyü yıkacaktı. Bu işi başarabilmesi için en ufak bir hata yapmamalı, hiçbir şüphe uyandırmamalıydı. Son günlerde, birçok şeyden şüphelenmişti. Resmî adları Hakikat Meydanı hizmetkârları olan bu kişiler aslında tek yetenekleri yanılsama veya gözbağcılığından ibaret, kendini beğenmiş aşağılık kişiler değil miydi? Ve acaba çok iyi korunan Krallar Vadisi, ölümün hareketsizliğinde donup kalmış hükümdarların cesetlerinden başka bir şeyi koruyor muydu? Mehi, yasaklanmış köye hâkim tepelerde saklanarak, hiç kimsenin hakkında tek kelime etmediği ayinleri izlemek istemişti, fakat tüm çabalarına rağmen, hayal kırıklığına uğradı. Fakat o gece, nihayet, uzun zamandır beklediği olay meydana geldi. Birbiri ardına yürüyen on adam, batı tepesinin zirvesine çıkıp, ara sıra kalmak üzere inşa ettikleri taş kulübelerin bulunduğu derbende kadar, yalıyar boyunca yavaş yavaş yürüdü. Oradan, Krallar Vadisi’ne inmek için sadece bir yola girebilirlerdi. Heyecandan yerinde duramayan süvari teğmeni, varlığını belli etmemek için çakıl taşlarını yuvarlamamaya gayret etti. Yasak vadinin emniyetini sağlamakla görevli muhafızların bulunduğu gözlem istasyonlarının yerini iyi bildiğinden, temkinli davranıyordu. Cehennemin kapısında bekleyen üç başlı köpeklere benzeyen koruyucuların, ihtarda bulunmadan ok atma yetkileri vardı. Firavunların mumyalarının bulunduğu bu kutsal yerin girişinde, yeni imparatorluğun başlangıcından bu yana duran bekçiler, on Hakikat Meydanı hizmetkârının içeri girmesi için yol açtılar. Mehi, -kalbi çarparak-görünmeden her şeyi gözetleyebileceği dik bir bayıra tırmandı. Yassı bir kayanın üstüne uzanarak, inanılmaz olayın tek bir sahnesini kaçırmadan seyre daldı. Ekip şefi gruptan ayrıldı ve köyden beri taşıdığı yükü, Büyük Ramses’in mezarının girişinde yere koyup, üstündeki beyaz örtüyü açtı.

Bu bir taştı. Küp biçiminde yontulmuş basit bir taş… Taştan o kadar güçlü bir ışık yayıldı ki, firavunun ebedî istirahatgâhının kapısını aydınlattı. Gece olmasına rağmen, güneş parlayıp, karanlıklar yok oldu. On zanaatkar uzun bir süre taşın önünde saygıyla durduktan sonra, emrindeki iki kişi mezarın kapısını açarken ekip şefi de taşı kaldırdı. Ardından gelen diğer bir zanaatkarla birlikte mezara girdi ve peşi sıra tüm kortej taşın aydınlattığı derinliklere daldı. Mehi bir süre donup kaldı. Hayır, rüya görmüyordu! Lonca, olağanüstü bir hazineye sahipti; ışığın gizemini çözmüşlerdi. Mehi taşın geldiği yeri görmüştü, bu taş ne bir düş ne de bir efsaneydi! Tanrı olmayan insanî varlıklar bu taşı üretebilmişlerdi ve onu kullanmasını biliyorlardı… Acaba bu taş; süregelen rivayetlere göre, bu kişilerin laboratuvarlann-da imal ettikleri altın yığınlarından mı oluşuyordu? Süvari teğmeninin önünde kuşkuya yer bırakmayan ufuklar açılıyordu. Artık, Büyük Ramses’in servetinin kaynağının, burada, Hakikat Meydanı’nda bulunduğunu biliyordu. İşte lonca üyeleri de bu yüzden, köylerinin kalın duvarları ardına saklanıp, insanlardan uzak yaşıyorlardı. – Hey arkadaş, burada ne arıyorsun? Mehi yavaşça arkasını döndüğünde, hançer ve sopasıyla duran muhafızı gördü. – Ben… kayboldum. Siyahlar giymiş görevli, sert bir ifadeyle: – Burası yasak bölge, dedi. Adın ne? Mehi kendine güvenen bir ses tonuyla: – Kralın korumasıyım ve şu anda özel bir görevdeyim, dedi. – Bu konu hakkında bana hiçbir bilgi verilmedi.

– Bu çok normal… Kimsenin haberi yoktu. – Peki neden? – Güvenlik talimatlarının, gerektiği gibi uygulanıp uygulanmadığını kontrol edip, Krallar Vadisi’ne hiçbir yabancının girmediğinden emin olmak zorundayım. Nübyeli ne yapacağını bilemedi. – Yine de şef bana haber vermeliydi. – Bunun imkânsız olduğunu anlamıyor musun? – Beraber şefe gidelim. Seni bırakmaya yetkim yok. – Görevini çok iyi yapıyorsun. Mehi’nin, dolunay ışığında parlayan tebessümü, Nübyeliyi teskin etti ve sopasını kemerine soktu. Süvari teğmeni, kum yılanı gibi çevik bir hareketle muhafızın tam göğsüne bir kafa attı. Zavallı geri geri gidip, vadiye bakan bir düzlüğe düşene dek, yamaçtan yuvarlandı. Mehi, düşe kalka onun yanına indiğinde, şakağındaki derin yaraya rağmen, muhafızın hâlâ yaşadığını gördü. Kurbanının merhamet dileyen bakışlarına aldırmadan, sivri bir taşla kafasına vurarak işini bitirdi. Cani, uzunca bir süre soğukkanlılıkla bekledi. Görülmediğinden emin olduğu zaman, hareketlerine özen göstererek, tepenin zirvesine çıktı. Daha da ihtiyatlı davranarak, yasaklanmış bölgeden uzaklaştı.

Bu harika gecede, Hakikat Meydanı’nın sırrını keşfetmekten başka bir şey düşünemiyordu. Bu işi tek başına nasıl başaracaktı? Köye giremeyeceğine göre, başka yollardan bilgi edinmeliydi. Katil, o anda, parlak bir gelecek tahayyül etti. Loncanın tüm sırları ve zenginlikleri, kendisine, sadece kendisine ait olacaktı. Birinci bölüm Ekinlere zarar veren suaygırlanndan, kemirgenlerden ve çekirgelerden korkarak selden sonra toprağı sürmek, ekip biçip ürün toplamak, ambarları doldurmak, arklarla örmek, alet edevatın bakımını yapmak, geceleri uyuyacağına ip yapmak, sürülere bakmak, koşum takımlarını gözden geçirmek, durmaksızın tarla hakkında endişelenmek ve ineklerin sağlıklı ya da buğdayın kaliteli olmasından başka bir amacı olmamak… Cesur, bu tekdüze yaşama artık tahammül edemiyordu. Çöl ile ekili arazinin sınırındaki firavuninciri ağacının gölgesinde outran delikanlı, öküzlerle ilgilenmek üzere ailesinin çayırına gitmeden önce, çoktan hak ettiği kısa bir mola veremiyor, biraz olsun kestiremiyordu. On altı yaşında, 1.90 boyunda bir devi andıran Cesur, babası, dedesi ve büyük büyükbabası gibi bir köylü olduğunu kabul etmek istemiyordu. Her gün bu sakin yere gelip, yonttuğu bir odun parçasıyla kuma hayvan resimleri çiziyordu. Çizmek… İşte saatler boyunca yapmak istediği tek şey buydu; sonra boyayıp, bir eşek, bir köpek veya bin farklı yaratık yaratmak istiyordu! Cesur incelemeyi ve gözlemlemeyi seviyordu. Görüntü yüreğine işliyor, sonra yüreği eline emirler veriyordu. Ardından eli, gerçeğinden daha canlı bir resmin hatlarını çizmek üzere olanca özgürlüğüyle hareket ediyordu. Delikanlıya papirüs, kamışkalem ve boya malzemesi lazımdı… Ama babası bir çiftçi olduğundan, çocukcağız ihtiyaçlarını ona söylediğinde, oğluyla alay etmişti. Cesur’un tüm isteklerini karşılayan tek bir yer vardı: Hakikat Meydanı. Şehrin içinde neler olup bittiğini bilen kimse yoktu, firavunun mezarını süslemek üzere, krallığın en büyük ressamları ve çizimcileri burada toplanmıştı.

Basit bir köylü çocuğunun bu efsanevî topluluğa girmek gibi bir şansı yoktu. Buna rağmen delikanlı, günlük hayatin sıradanlığını unutarak, kendilerini bütünüyle sevdikleri işe adayan bu kişilerin ne kadar mutlu olduklarını düşünmekten kendini alamıyordu. – Hey Cesur, yine keyfin yerinde bakıyorum! Bu alaycı lafı atan Kütük yirmi yaşındaydı. İri, adaleli bir vücudu olan Kütük sadece hasırotundan örülmüş kısa bir peştamal giyerdi. Yanında, aptal gülüşlü kardeşi Şişko vardı. Henüz on beş yaşında olmasına rağmen, atıştırdığı pastalar yüzünden, ağabeysinden on kilo fazlaydı. – İkiniz de beni rahat bırakın. – Burası sadece senin değil. Bizim de buraya gelmeye hakkımız var. – Sizi görmek istemiyorum. – Biz istiyoruz. Sana söyleyeceklerim var. – Ne gibi? – Sanki bilmiyorsun! Dün gece neredeydin? – Sen kendini ne sanıyorsun? – Nati!. Bu isim sana bir şey ifade ediyor mu? Cesur sırıttı: – Harika bir geceydi… Kütük, Cesur’a doğru bir adım attı. -Alçak! Bu kız benimle evlenmek zorunda….

Ve sen, dün gece, ne cesaretle… – Bana kendi geldi. – Yalan söylüyorsun. Cesur ayağa kalktı. – Bana yalancı muamelesi yapılmasından nefret ederim. – Senin yüzünden bir bakireyle evlenemeyeceğini. – Ya öyle mi? Nati eğer biraz akıllıysa, zaten seninle evlenmeyecektir. Kütük ve Şişko, deriden, kısa fakat ürkütücü bir kamçı çıkardılar. Cesur serinkanlılığını bozmayarak: – Fazla uzatmayalım, diye atıldı. Doğru, Nati ve ben, beraberce, güzel anlar geçirdik. Ama bu doğa kanunu… Sırf hatırınız için, onu bir daha görmemeyi kabul ediyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, onu özlemeyeceğim bile. Kütük atıldı: – Suratını parçalayacağım ve yeni yüzünle hiçbir kızı cezbedemeyeceksin. – İki budalaya dayak atmak bana zevk verir ama hava çok sıcak, uyumayı tercih ederim. Şişko, sağ kolunu kaldırarak Cesur’un üstüne atladı. Birden hedefi yok oldu.

Cesur, Şişkoyu havaya kaldırıp, firavuninciri ağacının gövdesine fırlattı, çocuk başını vurarak yere düştü, kendinden geçmiş bir halde, hareketsiz kalakaldı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, bu kez Kütük harekete geçti. Kamçısını havada şaklatırken, Cesur’un yüzüne geldiğini sandı, ama genç dev onun kolunu tuttu. Hazin bir çatırtı, kısa süren dövüşün sonu oldu. Omzu çıkan Kütük, deri kamçıyı bırakıp, acıdan uluyarak oradan uzaklaştı. Cesur’un alnında tek bir ter damlası bile göze çarpmıyordu. Beş yaşından beri dövüşmeye alışık olan Cesur, kazanmayı öğrenmeden önce müthiş dayaklar yemişti. Gücünden emindi; kışkırtmayı sevmezdi, ama asla da kaçmazdı. Hayat ona karşı acımasız davrandığından, o da herkese öyle davranıyordu. Öğleden sonrayı otlakta geçirdikten sonra, süt ve kuru odun alarak uslu uslu eve dönme fikri Cesur’un midesini bulandırdı. Yarın, bugünden de beter olacak, daha sönük, daha sıkıcı geçecek ve delikanlının kanı damarlarında daha yavaş akıp, ruhu ölmeye devam edecekti. Ailesinin küçük tarlası umurunda mıydı sanki? Babası, olgunlaşmış buğdaylar ve süt veren ineklerin hayaliyle yaşar, komşular onun başarısını kıskanırdı. Kızlar daha şimdiden Cesur’a iyi bir miras kalacağını biliyor ve onun da fiziksel gücü sayesinde, üretimi iki katına çıkarıp, zengin olacağını öngörüyorlardı. Zengin bir köylüyle evlenip, kendilerine mutlu bir yaşlılık sağlayacak evlatlar doğurmayı hayal ediyorlardı. Bu kader binlerce insanı mutlu edebilirdi, fakat Cesur tam tersine, hayatını bir hapishane kadar sıkıcı buluyordu.

Delikanlı, o olmadan da başlarının çaresine bakabilen inekleri unutarak, gözlerini dağın zirvesinden ayırmadan çölde yürüdü. Dağ, Tanrı Amon’un en zengin ülkesi olan ve sayısız tapınakla dolu kutsal Karnak şehrinin yer aldığı, Teb’in batı yakasına hâkimdi. Batı yakası, Krallar ve Kraliçeler vadileri ile soylu şahsiyetlerin ebedî istirahatgâhlannı ve Büyük Ramses’in Ramesseum’u gibi firavunların milyonlarca yıllık tapınaklarını barındırıyordu. Bu şaheserleri, Hakikat Meydanı’nm zanaatkarları yaratmışü… Tanrılarla el ele ve onların himayesinde çalıştıkları söylenebilirdi… Şatafatsız dua köşelerinde, Kamak’ın gizemli ortamında ilahiler okunuyordu, fakat acaba onların gönderdiği mesajları algılayabilen birileri var mıydı? Cesur, kuma resimler çizerek kendi çapında dünyayı keşfediyordu, ama gelişmesi için daha çok bilgi edinmesi lazımdı. Cesur bu adaletsizliği kabul etmiyordu. Niçin batının zirvesinde saklanan tanrıça, Hakikat Meydanı’ndaki zanaatkarlarla konuşuyor da, Cesur çağrısına cevap alabilmek için yalvardığında suskun kalıyordu? Güneşin kavurduğu dağ onu yalnızlığa terk ediyor ve genç sevgilileri, delikanlının özlemlerini, tutkularını anlayamıyordu. Öç almak için, kuma olabildiğince büyük bir resim çizdikten sonra dilsiz tanrıçayı ve kendi duyumsuzluğunu yok edercesine, öfke içinde ayağıyla sildi. Fakat batı zirvesi dokunulmaz, yüce ve görkemli halini korudu. Cesur, fiziksel gücüne rağmen, kendini gülünç ve çok zayıf hissetti. Hayır bu böyle süremezdi. Bu defa, babası onu dinleyecekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir