Christopher Isherwood – Mr. Norris Aktarma Yapıyor

İlk izlenimim yabancının gözlerinin alışılmadık derecede açık bir mavi olduğuydu. Birkaç saniyeliğine göz göze geldik; bakışları boş ve kesinlikle korkaktı. Bu ürkek, masum ve haylaz bakışlar bana sanki bir olayı hatırlatıyordu; çok uzun zaman önce, ortaokulda gerçekleşen bir olayı. Bir kuralı çiğnerken yakalandığına şaşıran bir okul çocuğunun gözleriydi bunlar. Onu düşünmekten başka bir şey yaparken yakaladığırndan değil, tabii; belki de düşüncelerini okuyacağımı sanmıştır. Neyse, kampartımanda kendi köşemden onunkine geçtiğimi görmemiş, duymamıştı ki sesimi duyunca yerinden zıpladı; öyle ani hareket etti ki huzursuz irkilmesi beni de etkiledi. İçgüdüsel olarak geri adım attım. Tam anlamıyla, sokakta birbirimize çarpmış gibiydik. İkimiz de şaşkın, özür dilemeye hazırdık Gülümseyerek, onu rahatlatma telaşıyla sorumu tekrarladım: “Beyefendi, acaba kibritinizden bir tane kullanabilir miyim?” O zaman bile hemen cevap vermedi. Bir tür hızlı, zihinsel hesapla meşgulmüş gibi görünüyordu. Tedirgin parmakları yeleğinin üzerinde telaşlı hareketler yapıyordu. Bu hareketlerden pek çok sonuç çıkarılabilirdi: Üzerini çıkaracaktı, silah çekecekti ya da parasını çalmadığımdan emin olmaya çalışıyordu. Sonra endişe anı gözlerinden ufak bir bulut gibi geçip 7 gitti, geride berrak bir gökyüzü bıraktı. Sonunda ne istediğimi anladı: “Evet, evet. Ah … tabii.


Kesinlikle.” Konuşurken parmak uçlarıyla hafifçe sol şakağına dokunuyordu; öksürdü, sonra bir anda gülümsedi. Gülümsernesi çok çekiciydi. Son derece çirkin dişlerini ortaya çıkarıyordu. Kırık taş parçaları gibiydi dişleri. “Tabii,” diye tekrarladı. “Zevkle.” Büyük bir dikkatle, iki parmağıyla, pahalı görünen, açık gri takım elbisesinin yeleğinin cebini karıştırdı, altından bir gazlı çakmak çıkardı. Elleri beyaz, küçük ve bakımlıydı. Ona kendi sigaralanından ikram ettim. “Ee … teşekkür ederim. Teşekkürler.” “Önce siz buyurun, efendim.” “Hayır, olmaz. Lütfen.

” Abartılı nezaketimizle yarattığımız atmosfer kadar uçucu minik alev aramızda gidip geldi. En ufak bir nefes alevi söndürebilir, dikkatsizce yapılacak bir hareket, söylenecek bir söz de atmosferi mahvedebilirdi. İkimiz de sigaralarımızı yakmıştık artık. Arkamıza yaslandık Yabancı bana hiHa şüpheyle bakıyordu. Çok ileri gidip gitmediğini, kendini sıkıcı bir yol arkadaşına ya da bir sahtekara teslim edip etmediğini düşünüyordu. Ürkek ruhu kendi köşesine çekilmek için sabırsızlanıyordu. Benimse yanımda okuyacak hiçbir şey yoktu. Bunun yedi sekiz saat sürecek, tamamen sessiz bir yolculuk olacağını düşünüyordum. Konuşmaya kararlıydım. “Sınıra ne zaman varacağımızı biliyor musunuz?” Şimdi dönüp sohbetimize bakınca, bu soru çok da tuhaf gelmiyor bana. Cevabını merak etmediğim doğru; sadece sohbeti başlatabilecek ve bunu yaparken meraklı, saygısız görünmeyeceğim bir şey söylemek istemiştim. Sorunun yabancı üzerindeki etkisi büyüktü. İlgisini çekmeyi başarmıştım. Bana uzun uzun, tuhaf tuhaf baktı; yüz hatları biraz sertleşti. Aniden rakibinin elinde floş olduğunu ve dikkatli hareket etmesi 8 gerektiğini anlayan bir poker oyuncusunun bakışıydı bu.

Sonunda, yavaşça ve ihtiyatlı bir şekilde cevap verdi. “Maalesef tam olarak ne zaman varacağımızı söyleyemem. Sanırım bir saat içinde sınırda oluruz.” Şimdi bir anlığına ifadesiz olan bakışı tekrar bulutlandı. Sanki nahoş bir düşünce, eşekarısı gibi rahatsız ediyordu onu; kaçınmak için başını hafifçe oynattı. Sonra, şaşırtıcı bir huysuzlukla ekledi: “Bütün bu sınırlar … ne kadar can sıkıcı.” Buna tam olarak nasıl karşılık vereceğiınİ bilmiyordum. Belki ılımlı bir enternasyonalisttir, Milletler Cemiyeti Birliği’ne üyedir diye düşündüm. Cesaret verdim: “Bunları kaldırınalılar artık.” “Kesinlikle katılıyorum. Gerçekten kaldırmalılar.” Samimiyetinden şüphe etmiyordum. Büyük, küt, etli bir burnu vardı; çenesi sanki yana kaymış gibi görünüyordu. Kırık bir akordeona benziyordu. Konuşurken alışılmadık bir şekilde aniden çarpıklaşıyordu ve yanında yaraya benzeyen derin bir gamze ortaya çıkarak insanı şaşırtıyordu.

Kıpkırmızı yanaklarının üstünde alnı heykel gibi bir mermer beyazlığındaydı. Acayip kesimli koyu gri saçlarının kısa, kalın ve gür bir perçemi alnını örtüyordu. Yoğun bir ilgiyle bakınca başındakinin peruk olduğunu anladım. “Özellikle de,” diye sürdürdüm, “bu bürokratik formaliteleri, pasaport kontrollerini falan.” Ama, bir dakika. Yanlış bir şey vardı. ifadesinden, yeni, rahatsız edici bir tele dokunduğumu hemen anladım. Birbirine benzeyen ama bambaşka diller konuşuyorduk. Ancak bu sefer yabancının tepkisi şüphelenmek olmadı. Merakını gizlemeden, şaşırtıcı bir açıksözlülükle sordu: “Burada daha önce hiç sorun yaşadınız mı?” Bana tuhaf gelen, sorduğu soru değil, bunu sorma şekliydi. Şaşkınlığımı gizlemek için gülümsedim: 9 “Ah, hayır. Aksine, genellikle hiçbir şeyi açmazlar; pasaporta bile zoraki bakarlar.” “Bunu duyduğuma çok sevindim.” Yüzümden düşüncelerimi okumuş olmalı ki aceleyle ekledi: “Size saçma gelebilir ama böyle yaygara koparılmasından ve rahatsız edilmekten nefret ederim.” “Tabii, çok iyi anlıyorum.

” Sırıtmaya başladım çünkü tavırları için tatmin edici bir açıklama bulmuştum. Bu yaşlı kurt masum ve küçük, kişisel bir kaçakçılık yapıyordu. Belki karısına bir parça ipek ya da arkadaşına bir kutu puro. Ve tabii artık korkmaya başlamıştı. Gümrük bedeli ne kadar olursa olsun, ödeyebilecek kadar varlıklı görünüyordu. Zenginlerin tuhaf zevkleri vardı. “Daha önce bu sınırı geçmediniz öyleyse, değil mi?” Yardımsever, korumacı ve kibirli olduğumu hissettim. Onu neşelendirecek ve işler kötüye giderse gümrük memurunu yumuşatacak inandırıcı bir yalan söylemesine yardımcı olacaktım. “Son yıllarda geçmedim. Genellikle Belçika üzerinden seyahat ediyorum. Pek çok farklı nedenle. Evet.” Yine anlaşılmaz bir ifadeyle durdu, ciddiyetle çenesini kaşıdı. Birden, sanki benim varlığıını fark etmiş gibi konuştu: “Sohbetimize devam etmeden önce kendimi tanıtmalıyım. Mr.

Arthur Norris. Yoksa şöyle mi desek: Serbest meslek?” Huzursuzca güldü, telaşla, “Kalkmayın, rica ederim,” dedi. Hareketlenmeden el sıkışmak için fazla uzaktık Karşılıklı anlaşarak kibarca oturduğumuz yerden eğilerek selamlaştık. “Adım William Bradshaw/’ dedim. “Bak sen şu işe, Suffolk’lu Bradshaw’lardan mısınız yoksa?” “Öyleyim galiba. Savaştan önce Ipswich yakınlarında yaşıyorduk.” “Öyle mi, gerçekten? Bir zamanlar gidip Mrs. Hope-Lucas adında bir hanımla görüşürdüm. Matlock yakınlarında, harika bir evi vardı. Evlenmeden önceki adı Miss Bradshaw’ du.” 10 “Doğru. Büyük halarn Agnes’ten bahsediyorsunuz. Yedi yıl kadar önce öldü.” “Öyle mi? Tüh. Çok üzüldüm buna … Tabii onu tanıdığımda henüz genç bir adamdım; o da orta yaşlarında bir hanımdı.

Dikkatinizi çekerim, doksan sekizden bahsediyorum.” Bu arada ben de belli etmeden peruğunu inceliyordum. Bu kadar iyi yapılmışını daha önce görmemiştim. Başının arkasında, peruğun kendi saçıyla birleştiği yerde mükemmel bir uyum vardı. Sadece saçın ayrıldığı yer ilk anda peruğa ihanet ediyordu ama bu bile iki üç metre mesafeden fark edilmezdi. “Ah, ah,” dedi Mr. Norris. “İşe bak, dünya ne kadar küçük.” “Annemle hiç tanışmamışsınızdır herhalde? Ya da dayımla; arniraidi kendisi.” O sırada akrabalık oyununu oynamayı kabullenmiştim. Sıkıcı ama detaycılık gerektiren bir oyundu ve saatlerde devam edebilirdik Önümde çok kolay hamlelerden oluşan uzun bir zincir vardı: amcalar, dayılar, halalar, teyzeler, kuzenler, evlilikleri ve mülkler, miraslar, ipotekler, satışlar. Sonra özel okul ve üniversite konuları, buralardaki yemekler konusundaki fikirlerimiz, hocalarımızla ilgili paylaşacağımız anılar, ünlü maçlar, meşhur kavgalar. Tam olarak nasıl bir üslup kullanacağımı biliyordum. Ancak Mr. Norris’in bu oyunu oynamaya hiç hevesli olmamasına şaşırdım.

Telaşla cevap verdi: “Maalesef tanışmadım. Hayır. Savaştan sonra İngiliz arkadaşlarımla bağım koptu. İşlerim yüzünden yurtdışında çok zaman geçiriyorum.” “Yurtdışı” kelimesi ikimizin de doğal olarak pencereden dışarı bakmasına neden oldu. Hollanda, yemekten sonra bastıran uykunun ağırlığı gibi sakince görüş alanımızdan akıp gidiyordu: Setin yanından geçen elektrikli tramvayın sınırını çizdiği, durgun bir bataklık. ll “Bu ülkeyi iyi bilir misiniz?” diye sordum. Peruğu fark ettiğimden beri adama “siz” diye hitap etmekte zorlanıyordum. Ayrıca, eğer daha genç görünmek için peruk takıyorsa aramızdaki yaş farkını vurgulamak münasebetsiz ve kaba bir hareket olacaktı. “Amsterdam’ı bayağı iyi bilirim.” Mr. Norris huzursuz, kaçamak bir hareketle çenesini ovuşturdu. Hem bunu yapıp hem de kafeste duran yaşlı bir aslan gibi, hiçbir vahşilik emaresi göstermeden, hırlar gibi yüzünü buruşturup ağzını açmak gibi bir mimiği vardı. “Bayağı iyi, evet.” “Ben de oraya gitmeyi çok istiyorum.

Çok sessiz, sakin bir yer olsa gerek.” “Tam tersine, sizi temin ederim Avrupa’ daki en tehlikeli şehirlerden biridir.” “Öyle mi?” “Evet. Amsterdam’ a ne kadar sevgiyle bağlı olursam olayım, hayati önem taşıyan üç sorunu olduğunu hiçbir zaman görmezden gelemem. Öncelikle, evlerin çoğunda merdivenler o kadar dik ki, kalp krizi geçirmeden, boynunu kırmadan yukarı çıkabilmek için profesyonel dağcı olmak gerekir. Sonra bisikletçiler var. Şehri tam anlamıyla istila etmiş durumdalar ve insan hayatına en ufak bir saygı göstermeden bisiklet sürmeyi namus meselesi gibi görüyorlar. Daha bu sabah birinden canımı zor kurtardım. Ve son olarak, kanallar. Yazın, bilirsiniz … pek temiz olmuyor. Ah, hiç temiz olmuyor. Size neler çektiğiınİ anlatamam. Bağazırnın ağrısı haftalarca geçmedi.” Bentheim’a vardığımızcia Mr. Norris büyük Avrupa şehirlerinin çoğunun olumsuz taraflarını saymıştı.

Ne kadar çok seyahat ettiğini fark ettikçe şaşırdım. Stockholm’ de romatizması azmış, Kaunas’ta üşütmüş, Riga’da canı sıkılmış, Varşova’da büyük bir ka balıkla karşılanmış, Belgrad’ da en sevdiği diş 12 macunu markasını bulamamıştı. Roma’ da haşerattan rahatsız olmuştu, Madrid’ de dilencilerden, Marsil ya’ da araba kornalarından. Bükreş’te bir tuvaletle hiç hoş olmayan bir deneyimi olmuştu. Konstantinopolis’i pahalı ve zevksiz bulmuştu. Çok beğendiği iki şehir vardı: Paris ve Atina. Özellikle de Atina. Atina ruhani eviydi. O sırada tren durmuştu. Mavi üniformalı, soluk, iri yarı adamlar, sınır istasyonlarında çalışan memurların hareketlerine sinmiş o meşum aylaklık havasıyla peronda bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı. Hapishane gardiyanlarından pek farkları yoktu. Hiçbirimizin daha ileri gitmesine izin verilmeyecekti sanki. Koridorun ucundan bir ses yankılandı: “Deutsche Passkontrolle.” Mr. Norris bana kibarca gülümseyerek, “Sanırım en güzel anılarıının bazıları Theseus Tapınağı’nın arkasındaki ilginç sokaklarda ufak tefek işlerle uğraşarak geçirdiğim sabahlara aittir,” dedi.

Çok gergindi. Narin, bembeyaz eli durmadan serçeparınağındaki mühür yüzüğüyle oynuyordu; huzursuz mavi gözleri, belli etmemeye çalışarak sık sık koridora dönüyordu. Zoraki bir neşe taşıyan, sahte, tiz bir sesle konuşuyor, savaş öncesi salon komedilerindeki karakterleri andırıyordu. O kadar yüksek sesle anlatıyordu ki, herhalde yan kompartımandakiler de onu duyabiliyorlardı. “İnsan hiç beklenmedik zamanlarda, kıyıda köşede kalmış büyüleyici şeylerle karşılaşabiliyor. Çöp yığınının ortasında duran tek bir sütun gibi…” “Deutsche Passkontrolle. Pasaportlar, lütfen.” Kompartımanımızın kapısında bir görevli belirdi. Sesini duyunca Mr. Norris hafifçe, ama görülebilecek şekilde yerinden zıpladı. Kendini taparlaması için zaman kazandırma isteğiyle hemen kendi pasaportumu uzattım. Beklediğim gibi, memur doğru düzgün bakınadı bile. 13 Mr. Norris cana yakın bir gülümsemeyle pasaportunu uzatırken, “Berlin’ e gidiyorum,” dedi. Cana yakınlığı biraz abartmıştı.

Memur tepki vermedi. Biraz homurdandı, büyük bir dikkatle sayfaları çevirdi, sonra pasaportu alıp koridora çıktı, pencereden gelen ışığa tutup baktı. Mr. Norris bana dönüp sohbete devam etti. “Klasik edebiyatta Lycabettus Tepesi’ne hiç atıfta bulunulmaması çok dikkat çekicidir.” Nasıl bir ruh halinde olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı; parmakları seğiriyor, sesini güçbela kontrol edebiliyordu. Mermer beyazı alnında boncuk boncuk terler vardı. Eğer “yaygara koparılması” derken kastettiği buysa, bir kanunu çiğnediğinde yaşadığı ıstırap buysa, sinirlerinin onu zamanından önce kel bırakmasına şaşırmamak gerekiyordu. Büyük bir mutsuzlukla, koridora hızlı bir bakış attı. Başka bir memur daha gelmişti. Bize sırtlarını dönmüş, pasaporta ikisi beraber bakıyorlardı. Mr. Norris, sohbet eden, anlatan havasını koruyabiliyordu ama bunun için büyük bir çaba gösterdiği çok açıktı. “Şimdilik, bildiğimiz kadarıyla, kurtların istilası altındaymış.” Pasaportu artık, sonradan gelen memurun elindeydi.

Adam sanki pasaportu da alıp gidecekmiş gibi görünüyordu. Arkadaşı küçük, parlak bir siyah deftere bakıyordu. Başını kaldırıp bir anda sordu: “Şu anda Courbierestrasse, 168 nurnarada mı oturuyorsunuz?” Bir an, Mr. Norris bayılacak sandım. “Ee … evet … öyle … ” Bir kobrayla karşı karşıya kalan kuş gibi, çaresizce ve büyülenmiş gibi sorgucusuna bakıyordu. Sanki orada tutuklanınayı bekliyor gibiydi. Aslında memur sadece defterine not aldı, tekrar homurdandı, hızlıca dönüp yandaki kompartıma14 na gitti. Arkadaşı pasaportu Mr. Norris’e uzatıp, “Teşekkürler, bayım,” dedi, kibarca selam verdi ve onu takip etti. Mr. Norris derin bir nefes alıp, oturduğu sert, tahta koltukta arkasına yaslandı. Bir an için, konuşamayacak gibi göründü. Büyük, beyaz bir ipek mendil çıkarıp, peruğunu bozmamaya dikkat ederek alnındaki terleri sildi. Sonunda, bitkin bir sesle, “Acaba bana bir iyilik yapıp pencereyi açabilir misiniz?” diye sordu. “Burası bir anda çok havasız oldu sanki.

” Hemen kalkıp söylediğini yaptım. “Size bir şey getireyim mi? Bir bardak su ister misiniz?” diye sordum. Hafifçe elini saHayarak bu teklifimi reddetti. “Çok naziksiniz … Gerek yok. Birazdan toparlanırım. Kalbirn eskisi kadar sağlam değil.” İç geçirdi: “Artık böyle şeyler için yaşlıyım galiba. Bütün bu yolculuklar … bana iyi gelmiyor.” “Kendinizi bu kadar üzmeyin.” O an kendimi ona karşı ilk defa bu kadar korumacı hissettim. Bende bu kadar kolayca ve tehlikeli biçimde uyandırdığı bu müşfik korumacılık bundan sonraki ilişkimizin gidişatını belirleyecekti. “Önemsiz şeylere canınızı sıkıyorsunuz.” Dokunaklı bir sesle isyan etti: “Buna önemsiz mi diyorsunuz?” “Tabii ki. Birkaç dakika içinde çözüleceği belliydi sonuçta. Belli ki adam sizi aynı isimde biriyle karıştırdı.

” “Öyle mi dersiniz?” Çocukça bir istekle onu rahatlatmamı istiyordu. “Başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir