Claudine Monteil – Özgürlük Aşıkları

Bu anlatı Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre’ın yaşamından özgürce esinlenilerek yazılmıştır. Helene de Beauvoir’a en içten teşekkürlerimi sunarım. Bu kitaptaki birçok bölüm, onun yaşamının son yirmi beş yılı boyunca, çoğunlukla müteveffa eşi Lionel de Roulet eşliğinde yaptığımız sohbetlerden doğdu. Elbette, Simone de Beauvoir’la yaşamının son on altı yılında yaptığım görüşmelerin de bu kitaba pek çok katkısı oldu. O yıllarda Fransa’da kadın haklan konusunda birlikte çetin bir savaşım veriyorduk. Onun yapıtlarını ve siyasal bağlanma’sını* ele aldığım doktora çalışmamla ilgili yorumlarının çok yararı dokundu. Ayrıca, araştırmalarımda bana yardımcı olan Simone de Beauvoir Derneği’nin başkanı Yolanda Astarita Patterson ile derneğin sekreteri Liliane Lazar’a da teşekkür borçluyum. XX. yüzyıl ve Soğuk Savaş uzmanı tarihçiler Claire Mouradian ile Françoise Thom’un saptamaları benim için son derece değerliydi. Isabelle Stal, Jean-Paul Sartre’ın felsefi yapıtları konusuridaki eleştirel bakışını paylaştı benimle. Rebecca Chalker ve Cecelia Yoder destek ve cesaret verdiler. Patrick Pommier metni yayınlanmadan önce okuma inceliğini gösterdi. Hepsinin katkısı son derece değerli. ‘ Bu kitapta, îYansızca’da ‘çağının dünyasına, toplumuna ait olduğunun bilincine vararak, basit bir seyirci konumunda kalmayı reddeden, düşüncesini (/sanatını) bir davanın hizmetine sunan entelektüelin (/sanatçının) edimi ya da tavrı’ anlamı taşıyan engagement sözcüğünün karşılığı olarak ‘bağlanma’ terimi kullanılmıştır. (Çev.


) 9 Her iki yazar üstüne ek bilgi isteyen okurlar kitabın sonundaki bibliyografyaya başvurabilir. Özellikle Michel Contat ve Michel Rybalka’nm yazılarından, Sartre’m roman türündeki yapıtlarına ilişkin Pleiade dizisinden çıkan ve yazarın hem felsefesine hem de hayat arkadaşına ilişkin temel bilgiler içeren ciltten, Annie Cohen-Solal’in Sartre biyografisinden ve Deirdre Bair’m Simone de Beauvoir biyografisinden yararlanabilirler. Son olarak da Simone de Beauvoir’ın anıları, hem Sartre-Beauvoir çiftinin yaşamı hem de XX. yüzyıl tarihi konusunda tükenmez bir bilgi ve düşünce kaynağıdır. Claudine Monteil Giriş Binanın kapısı boğuk bir gürültüyle kapandı. Paris’e inceden inceye yağmur yağıyordu. Nisan ayı serin geçiyordu. Bej yağmurluğuna sarınmış Simone de Beauvoir küçük adımlarla Schoelcher Sokağı’ndan Raspail Bulvarı’na doğru yürüdü. Birden çıkan şiddetli rüzgâr, tozları ve polenleri savurdu, onu Vavin Kavşağı’ ran tam ortasında yakaladı; yetmiş yedi yıl önce burada, La Rotonde Kahvesi’nin üstündeki, ailesine ait apartman dairesinde doğmuştu Beauvoir. Kaldırıma çıkınca adımlarını yavaşlattı, saatine baktı. Randevusuna gecikmesi söz konusu değildi. Çocukluğundan beri değişmez takıntılarından biriydi dakiklik. En küçük gecikme onu endişeye boğardı. Yolu uzatmak için yeterince zamanı vardı. Edgar-Quinet Bulvarı’na doğru saptı, Montparnasse Mezarlığı’ nın duvarları boyunca ilerledi ve ana kapıdan bu sessizlik mekânına dalıverdi.

Sağ tarafta, hayat arkadaşının ebedi istirahatgâhı bulunuyordu, gösterişsiz, sade. Rüzgâr sert esiyor, bulutları sürüklüyordu. Paris’in sol yakası üstünde bulutlar dağıldı, gökyüzü açıldı. Ağaçlı yollarda gezinenler vardı. Bahçıvanlar ve ameleler işleriyle uğraşıyorlardı. Kimsenin onun varlığına aldırdığı yoktu. Gönlünde onca değerli yer tutan mezarın önünde tek randevusu olan Beauvoir değildi: Japonlar ellerinde bir kitap, fotoğraf çektiriyordu; az ötede bir grup genç gevezelik ediyordu. Ziyaretçilerden hiçbiri onu tanımamıştı. Kendini belli etmeden orada bulunanlara yaklaştı, anıtın karşısına konmuş küçük banka oturdu, sağanağın ilk damlalarına aldırmadı. Düşünceleri oradan oraya sürükleniyordu. Sartre’ın onu kederiyle baş başa bırakarak göçüp gittiği 15 Nisan 1980’den beri beş yıl geçmişti. Mezar taşına, yazarın adı siyah harflerle kazınmıştı. Altına boş bir alan bırakılmıştı. Günün birinde bu boş yere, ömrünün elli bir yılını paylaşan erkeğin adının yanı başına onun adı gelecekti belki. Artık yanıtları bilen bir tek oydu, aralarındaki hiç bitmeyen diyalog, monologa dönmüştü.

Sartre’a seslenmeyi çok arzuluyordu ama biraz beklemeyi, ziyaretçilere bakıp oyalanmayı, konuşmalarını dinlemeyi yeğledi. Genç bir kadın tanıdı onu. Fısıldaşmalar yükseldi ve küçük topluluk onu anılarıyla bırakarak geri çekildi. Sonunda Sartre’la baş başa kalmıştı. Bir güneş ışını yüzünü okşarken, ‘Yine de güzel bir hayatımız oldu,’ diye mırıldandı kendi kendine. Vakit ilerliyordu. Ayağa kalkmak için temkinli bir el hareketiyle bankın arkasına tutundu ve La Coupole’de kendisini bekleyen öğle yemeğine doğru, güçsüz adımlarla uzaklaştı. 12 I. Bölüm Tanışma b; i üyük acılarını çabucak unutur yüzyıllar, o acılar ^yaşanırken ölümcül oldukları sanılsa da. 1905’te Fransa, ülkeye silinmez damgasını vuran şu ağır bunalımlardan biriyle sarsılıyordu. Laik cumhuriyetçilerin iktidara geldiği 1879 tarihinden beri, Dreyfus olayıyla ilişkili çatışmalardan yeni kurtulmuş bir toplumda Devlet ile Kilise arasındaki sıkı bağlar gevşemişti. Kilise savaştan yenik çıkıyordu. Napolyon’un papayla imzaladığı anlaşma Katolikliği ‘Fransızların çoğunluğunun dini’ ilan etmişti. Yeni bir yasa bu kararnameyi yürürlükten kaldırıyor, inananlara toplanma, konuşma ve unvan seçme özgürlüğü güvencesi vermekle yetiniyordu. Pahalıya mal olan bir özgürlüktü bu.

Devlet’i Kilise’ye bağlayan geleneksel bağlar aynı vesileyle, büyük bir gümbürtüyle koptu. Kilise bu arada o zamana dek sahip olduğu avantajları, simgesel ve somut nüfuzunu kaybedecekti. Sarsıntı geçiren Fransa’da Katolikler direnç gösterdi ve sayısız olay yaşandı. Brötanya’da inançlılar ellerine silah aldı; Bask ülkesinde kiliselerin girişine ayı zincirlediler.1 Kilise mensupları geceleri çan kulelerinde nöbet tutuyordu. Ülke bu bunalımın üstesinden nasıl gelecekti? Kilise’nin çöküşüne mi tanık olunuyordu yoksa? Jean-Paul Sartre, 21 Haziran 1905’te, kavganın en kızıştığı sırada doğdu. Babası Jean-Baptiste Sartre uzak ufuklar hayal ediyordu. Deniz Harp Okulu’nu bitirdi, deniz subayı oldu, yolculuklar yaptı, Anne-Marie Schweit1 Adrien Dansette, Histoire religieuse de la France contemporaine [Çağdaş Fransa’nın Dinsel Tarihi], Cilt 2, Flammarion, 1948, s. 359. 13 zer’le evlendi ve ona bir çocuk verdi. Sonra, uzak diyarlarda kaptığı hastalıklar ve ateşler yüzünden güçsüz düştü, otuz ikinci yaşgününü hüzünle kutladı ve uzun bir can çekişmenin ardından, genç karısının kollarında göçüp gitti. Daha sonraları oğlunun yazacağı üzere, ‘genç ölmek gibi bir ince zevk’ sergilemişti. Sartre bu olaydan ıstırap çekmedi. Otobiyografisinde bir yetimin hissedebileceği üzüntü belirtilerinden hiçbirini göstermez. Tam tersine, annesiyle yalnız kalmaktan duyduğu sevinci dile getirir: “Jean-Baptiste’in ölümü hayatımın büyük olayı oldu: Annemi zincirlerine döndürdü, bana da özgürlük sağladı.

”1 Yazar, babasından söz ederken ‘Jean-Baptiste’ adını kullanacaktır yalnızca. Dünyaya gelmesini sağlayan bu yabancıyı çabucak unutan küçük Jean-Paul, daha çok, yanında bulunan bir baba imgesine döndü; söylediklerine bakılırsa, Victor Hugo’ya benzeyen, sakalları etkileyici görünen bir adamdı bu: dedesi Charles Schweitzer. Yaşlı adam, ağabeyinin, yani Jean-Paul’ün büyükda-yısının ünlendireceği Alsacelı Protestan bir aileden geliyordu. Yazar, Doktor Albert Schweitzer ‘sonunda, hasta yerlileri tedavi etmek için Afrika ülkelerini yeğledi’ diye âdeta sert bir eleştiriyle, bu büyükdayıyı bir kalemde çizip atar. Albert Schweitzer, Gabon’da Lambarene Hastanesi’ni kurmuştu. Sayısız hayat kurtardığı cerrahi kliniğinin yanında, Papaz Schwietzer bir de cüzam hastanesi yaptırmıştı. Nobel Barış Ödülü 1952’de ona verilecekti, küçük yeğeni Sartre’ın da bir Nobel ödülüne, ama edebiyat alanındaki ödüle aday gösterilmesinden tam on iki yıl önce. O dönemde bu ünlü şahsiyet genç Poulou’yu pek heyecanlandırmıyordu, çünkü Poulou dedesinin ‘harikası’, annesinin, güzel Anne-Marie’nin tesellisi olmuştu. Gülü-cükleriyle, yetişkinleri şaşırtan keskin ve kurnaz zekâ1 Jean-Paul Sartre, Les Mots (Sözcükler), Gallimard, 1964, s. 11. 14 sıyla ailesine hükmediyordu. Sartre’dan üç yıl sonra, Fransa laiklik tartışmalarından yeni yeni kurtulurken, 9 Ocak 1908’de, Raspail Bul-varı’na bakan beyaz mobilyalı bir odada sabaha karşı saat dörtte Simone de Beauvoir doğdu. Beauvoir ailesi, Raspail Bulvarı’yla Montparnasse Bulvan’nın kesiştiği yerde, La Rotonde Kahvesi’nin üstünde oturuyordu. Paris’in bu kavşağı, o zamanlar başkentteki sanatçıların ve tiyatro oyuncularının buluşma noktasıydı. Baba bebeğine uzun uzun baktı! Ne büyük hayal kırıklığı! Bir oğul sahibi olmayı ne çok umut etmişlerdi! Bebek kızdı.

Kabul etmek gerekirdi ki çok güzel bir küçük kızdı bu, kahverengi saçları, canlı mavi gözleri vardı. Burgonya kökenli, Avukat Georges de Beauvoir, aristokrat bir aileden geliyordu. I. Napolyon için imal edilmiş, Sevres yapımı bir tabağın üstünde, atalarından birinin, Du Guesclin’in silah arkadaşı Bertrand de Beauvoir’ in portresi yer almaktadır. Devrim sırasında bir başka Beauvoir idam sehpasında can vermiştir. Daha sonra, Si-mone’un bizzat ifade edeceği üzere, ailede ‘soyadlardaki soyluluk takısı züppelerinden’ kalmayacaktı. Aristokrat ve burjuva kökenlerine karşın, Georges de Beauvoir varlıklı değildi. Verdun’de karşılaştığı, orada doğmuş Françoise Wantelle’i baştan çıkarmak için çekiciliğini ve şakacılığını kullanmıştı. Rahat ve neşeli Georges, müstakbel kayınpederi ve kayınvalidesinin salonunda, duvarın önüne yan yana dizilmiş, kıpırdamadan, konuşmadan oturan bir grup genç kız gördü. Delikanlı kızları alaycı bir tavırla tepeden tırnağa süzdü. “Siz hep böyle halka olup mu oturursunuz genç hanımlar?”1 dedi

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir