Clive Barker – Cehennemin Kizil Hakikati

Uzun bir ölüm sessizliğinin ardından Joseph Ragowski’den nihayet ses çıkmıştı. Bu ses, ne kulağa ne de duygulara hitap eden türdendi. “Şu halinize bir bakın,” dedi kendisini rüyasız uykusundan uyandıran beş büyücüyü mercek altına almış incelerken. “Hepiniz hortlak gibi görünüyorsunuz.” “Senin de pek iyi durumda olduğun söylenemez, Joe,” dedi Lili Saffro. “Rujuna ve göz kalemine bakılırsa seni mumyalayan kişi, işine oldukça ateşli bir hal katmış.” Ragowski hırıldadı. Elini yanağında gezdirirken şiddetli ölümünün üzerinde bıraktığı mide bulandırıcı solgunluğu örtmek adına kullanılan makyajın bir kısmı silindi. Alelacele mumyalandığı açıktı. Hamburg’un dış muhitlerinin olduğu taraftaki bir mezarlıkta aile anıt mezarına konmuştu. “Umarım bunca zahmete bana belden aşağı sataşmak için girmemişsinizdir,” dedi etrafa serpiştirilmiş kişisel eşyasını incelerken. “Yine de, etkilenmediğimi söyleyemeyeceğim. Bu büyü işi için saplantılı denilebilecek kadar dikkat gerektiren detaylara inilmiş.” Büyücülerin Ragowski’yi uyandırmak için kulandıkları N’guize büyüsü, ilk aybaşını gören bir kızın, ilk adet kanının enjekte edildiği, yedi saf beyaz güvercin yumurtasının, cesedi çevreleyen kaymaktaşından yapılmış on bir tasın içine, eşit bir şekilde kırılmasını gerektiriyordu, ki o tasların içinde birçok karmaşık bileşen daha vardı. Saflık, bu büyünün esas niteliğiydi.


Kuşlarda tek bir siyah leke bile olmamalıydı, âdet kanının taze olması gerekmekteydi ve siyah tebeşirle kaydedilmiş iki bin yedi yüz dokuz ayrı şey, tasların üzerinden başlayarak ortada yatan, hayata döndürülecek cesede kadar dairesel bir hareketle doğru sırada yerleştirilerek yazılmalıydı. Ne silmeye ne düzeltmeye ne de molaya yer vardı. “Bu senin işin, değil mi Elizabeth?” diye sordu Ragowski. Büyücülerden en yaşlısı Elizabeth Kottlove’ın büyüleri en karmaşık ve istikrarsız muhafazalara dayanan yetenekleri, hem iştahını hem de on yıllardır uyku yüzü görmemiş gibi görünen o yüzünü saklayabilecek kadar bol değildi anlaşılan. Başını salladı. “Evet,” diye cevapladı. “Sana ihtiyacımız var, Joey.” “Bana böyle demeyeli uzun zaman olmuştu,” dedi Ragows-ki. “Ve bu ismi beni becerirken kullanırdın. Buraya beni becermeye mi çağırdın yoksa?” Kottlove, büyücü dostlarına -Lili Saffro, Yashar Heyadat, Arnold Poltash ve Theodore Felixson- kısa bir bakış fırlattığında artık kimsenin Ragowski’nin hakaretlerinden zevk alır halde olmadıklarını gördü. “Gördüğüm kadarıyla ölüm, o sivri dilinden bir şey eksilte-memiş,” diye cevapladı. “Lanet olsun! Hadi ama,” dedi Poltash. “En başından beri problem buydu! Yaptığımız ya da yapmadığımız, sahip olduğumuz veya olmadığımız hiçbir şeyin bir önemi yok.” Başını iki yana salladı. “Birbirimizi saf dşı bırakmak adına boşa harcadığımız onca zaman -hep beraber çalışabilme ihtimalimiz varken hem de- ağlamak istememe sebep oluyor.

” “Sen istersen ağlayabilirsin,” dedi Theodore Felixson. “Ben savaşacağım.” “Evet. Lütfen. Bizi gözyaşlarından uzak tut, Amold,” dedi Lili. Sol bacağı olmadığı için diğerlerinin arasında oturan tek kişi oydu. “Hepimiz bir şeyleri değiştirmek için buradayız-” “Lili, tatlım,” diye araya girdi Ragowski, “artık eskisi gibi olmadığını fark etmemem elde değil. Bacağına ne oldu?” “Aslında,” diye yanıtladı Lili, “şanslıydım. Beni neredeyse ele geçiriyordu, Joseph.” “Nasıl, o mu? Bana onun hâlâ durdurulmadığını mı söylüyorsun?” “Biz nesli tükenen bir soyuz, Joseph,” dedi Poltash. “Türümüz tehlikede.” “Çember’den geriye kaç kişi kaldı?” diye sordu Joseph, sesindeki panik çok net hissediliyordu. Beşi birbirine tereddütlü bakışlar fırlatırken bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan Kottlove’dı. “Kalan herkes burada,” dedi kaymaktaşından yapılmış taslardan birine ve içindeki kanlı karışıma bakarken.

“Siz mi? Beş kişi? Olamaz.” Sesindeki ve davranışındaki tüm o iğneleme ve küçük kelime oyunları yok olmuştu. Mum-yalayıcının parlak boyaları bile Ragowski’nin yüzündeki korku dolu ifadeyi hafifletememişti. “Ne kadar zamandır ölüyüm?” “Üç yıldır,” dedi Kottlove. “Şaka yapıyor olmalısınız. Bu nasıl mümkün olabilir?” dedi Ragowski. “Tek başına Yüksek Çember’de bile iki yüz yetmiş bir kişi vardı!” “Evet,” dedi Heyadat. “Hatta o sayı, aramızda sadece bilinmek isteyenleri temsil ediyor. Çember’lerin dışında kaç kişi kaldığının bir kaydı bile yok. Yüzlerce? Binlerce belki?” “Gidenlerin sahip olduklarıyla ilgili de hiçbir bilgi yok,” dedi Lili. “Elimizde bir liste vardı ve-” “O liste bile tam değildi ki,” dedi Poltash. “Hepimizin gizli tuttuğu malı mülkü var. Onların da olduğundan eminim.” “Ah… Çok doğru,” dedi Felixson. “Beş… ” dedi Ragowski başını sallayarak.

“Neden kafa kafaya verip onu durduracak bir yol bulamadınız ki?” “Seni geri getirmede bunca sorun yaşamamızın sebebi de bu,” dedi Heyadat. “İnan bana, hiçbirimiz bunu isteyerek yapmadık. O piçi yakalamaya uğraşmadığımızı mı sanıyorsun? Öyle bir uğraştık ki… Ama lanet şeytanın zekâsı-” “Her seferinde zekâsını ikiye katlıyor,” diye devam etti Kottlove. “Bir bakıma gururunun okşanması lazım. Seni erken aldı çünkü dersine iyi çalışmıştı. Hepimizi onun karşısında birleştirecek tek kişinin sen olduğunun çok iyi farkındaydı.” “Öldüğünde, kavga eden küçük çocuklar gibi tartışıp birbirimizi suçladık,” diyerek iç çekti Poltash. “Her birimizi teker teker alıp götürdü, dünyanın herhangi bir yerinde aniden beliriveriyor, bir sonraki darbenin nereden geleceğini tahmin etmemize imkân tanımıyordu. Bir sürü insan, kimsenin ruhu duymadan ortadan yok oldu. Genellikle olanları birkaç ay sonrasında duyabiliyorduk. Hatta bazen bir yılı bulabiliyordu. Kayıplar şans eseri fark ediliyordu. Birisiyle bağlantıya geçmeye çalışıyorsun, bir bakıyorsun ki evi satılmış, yakılıp yıkılmış ya da öylece çürümeye bırakılmış. Bizzat kendim bu şekilde birkaç yer ziyaret ettim. Brander’ın Bali’deki evini hatırladın mı? Oraya gittim.

Peki ya Doktor Biganzoli’nin Roma’nın dışındaki mekânını? Oraya da gittim. Yağmaya dair hiçbir işaret yoktu. Bölge halkı, evlerde oturanlar hakkında duydukları şeylerden dolayı evler boş olsa dahi, iki eve de adım atmayacak kadar korkmuşlardı.” “Ne buldun peki?” dedi Ragowski. Poltash devam ederken bir sigara çıkarıp yaktı. Elleri titriyordu, çakmağı tuttuğu elini sabitlemesi için Kottlove’ın yardımı gerekti. “Büyü değerine sahip her şey ortadan kaybolmuştu. Bran-der ’ın müzik kitapları, Biganzoli’nin Vatikan Şüpheli Metinleri. En gereksiz din karşıtı kitapçıklar bile uçup gitmişti. Raflar çırılçıplaktı. Brander’ın karşı koymaya çalıştığı aşikârdı; mutfakta, her yerde kan izleri-” “Tüm bunları tekrar hatırlamamıza şu an gerek var mı?” dedi Heyadat. “Tüm bu hikâyelerin nasıl bittiğini hepimiz biliyoruz.” “Oldukça hoş karşılanan bir ölümden ruhlarınızı kurtarayım diye uyandırıldım,” dedi Ragowski. “En azından gerçekleri duymaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Arnold, devam et.

” “Pekâlâ, kan taze değildi. Oldukça fazlaydı, evet ama ben gitmeden birkaç ay önce kuruduğu belliydi.” “Biganzoli’de de durum aynı mıydı peki?” diye sordu Ra-gowski. “Biganzoli’nin evi ben gittiğimde hâlâ mühürlüydü. Uzun bir tatile çıkmış gibi kepenkleri kapalı, kapıları kilitli olmasına rağmen kendisi hâlâ içerideydi. Çalışma odasında buldum onu. O -Tanrım, Joseph, tavana zincirlenmiş sallanıyordu. Zincirlerin ucunda etine geçmiş kancalar vardı. O kadar sıcaktı ki… Tahminimce, o kuru sıcakta en kötü altı ay boyunca o şekilde beklemişti. Vücudu artık bembeyaz olmuş, adeta pörsümüştü. Fakat yüzündeki o ifade, ancak ceset kururken ağzının çevresindeki etin geriye çekilmesiyle oluşabilirdi, ah Tanrım, çığlıklar içinde ölmüş gibi bir hali vardı.” Ragowski önünde duran yüzleri inceledi. “Yani, siz kendi dava kavganızı sürdürürken şeytan, yüzlerce hayatı sonlandırıp gezegendeki en önemli büyücülerin zihinlerini yağmaladı, öyle mi?” “Özet olarak mı?” diye sordu Poltash. “Aynen.” “Neden? Amacı ne ki? Onu öğrenebildiniz mi bari?” “Bizimkiyle aynı olduğunu düşünüyorum,” dedi Felixson.

“Güce sahip olup onu elde tutmak. Sadece antlaşmalarımızı, kara büyü kitaplarımızı, parşömen tomarlarımızı almamış. Cüppeler, tılsımlarımız, muskalarımız, hepsi-” “Şşş,” dedi Ragowski aniden. “Dinleyin.” Önce, herkes susunca derin bir sessizlik oldu, hemen ardından uzaktan kasvetli bir zil sesi kulaklara çalınmaya başladı. “İsa aşkına,” dedi Lili. “Bu onun zili.” Ölü adam güldü. “İşte, buldu sizi.” Çoktan ölmüş olan Ragowski dışında tüm grup, hiçbiri aynı dilde olmayan onca duayı, karşı çıkışı, yalvarışı dudaklarından sel gibi akıtmaya başladı. “Bana hediye ettiğiniz bu ikinci hayat için çok sağ olun dostlar,” dedi Ragowski. “İki kere ölmenin zevkini çok az insan yaşayabilir, özellikle de cellâdı yine aynı kişi olacaksa.” Ragowski tabutundan dışarı çıktı. Kaymaktaşı taslardan bir tanesini tekmeleyip devirdikten sonra büyülü dairenin etrafında saat yönünün tersine doğru yürümeye başladı. Kırılmış yumurtalar, âdet kanı ve her biri hayati değer taşıyan N’gui-ze büyüsünün bileşen bileşen maddeleriyle dolu tüm karışım yerdeydi.

Taslardan biri yuvarlanıp anıt mezarın duvarlarından birine şiddetle çarpana kadar hareketine devam etti. “Bu son yaptığın oldukça çocukcaydı,” dedi Kottlove. “İsa aşkına,” dedi Poltash. “Çan sesi gittikçe yaklaşıyor.” “Bize yardım edip hepimizi koruman için her birimiz aramızdaki kavgayı bitirdik,” diye bağırdı Felixson. “Tek seçeneğimiz teslimiyet olmamalı! Böyle bir şeyi kabul etmiyorum.” “O barışma işini oldukça geç halletmişsiniz,” dedi Ragows-ki ayağıyla yerdeki kırık kapları toz haline getirirken. “Burada bilgilerini birbiriyle paylaşacak yaklaşık elli kişi olsaydı eğer, o zaman tutunacak bir umut dalımız kalırdı belki. Fakat mevcut durumun gösterdiği üzere, sayınız çok yetersiz.” “Yetersiz mi? Yanında yardımcıları da mı var demek istiyorsun?” diye sordu Heyadat. “Ah, Tanrım! Ölümün donukluğundan mı, yoksa geçen bunca yılın etkisiden mi bilemiyorum ama ciddi anlamda bu kadar aptal olduğunuzu hatırlamıyorum. Bu iblis, sayısız zihnin erdemini çekip içine hapsetmiş. Desteğe falan ihtiyacı yok. Var olan hiçbir büyü onu durduramaz lafının nesini anlamıyordunuz?” “Hayır, bu doğru olamaz!” diye çığlık attı Felixson. “Bu umutsuz gerçeği üç sene öncesinde de söylemiş olabilirdim fakat tabii o dönem, zamansız vefatımın gerçekleşmediği zamanlardandı, Kardeş Theodore.

” “Dağılmamız lazım!” dedi Heyadat. “Herkes ayrı bir yöne gitmeli. Ben Paris’e-” “Dinlemiyorsun Yashar. Artık çok geç,” dedi Rakowski. “Ondan saklanmanın bir yolu yok. Kanıtı benim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir