Connie Willis – Kiyamet Kitabi

Bay Dunworthy laboratuvarın kapısını açınca gözlüğü buğulanıverdi. Gözlüğünü çekip çıkarırken, gözlerini kısarak Mary’ye baktı. “Çok mu geciktim?” “Kapıyı kapa,” dedi Mary. “Şu feci Noel şarkılarından sesini duyamıyorum.” Dunworthy kapıyı kapadı ama bu, avludan gelen O Come, All Ye Faithful şarkısını tamamen dışarıda bırakmaya yetmedi. Bir daha sordu. “Çok mu geciktim?” Mary başını iki yana salladı. “Yalnızca Gilchrist’in konuşmasını kaçırdın.” Dunworthy’nin daracık gözlem yerine geçmesi için sandalyesinde arkasına yaslandı. Paltosuyla yün şapkasını çıkarmış, paketlerle dolu büyük alışveriş poşetiyle birlikte odadaki boş olan tek sandalyenin üstüne koymuştu. Kır saçları şapkasını çıkardıktan sonra kabartmaya uğraşmış gibi karmakarışıktı. “Ortaçağ’a, zamanda yapılacak ilk yolculuğa ve Brasenose akademisinin haklı yerini tarihin tacındaki mücevher olarak alacağına dair çok uzun bir konuşma,” dedi. “Yağmur hâlâ yağıyor mu?” Dunworthy gözlüğünü atkısıyla silerken, “Evet,” dedi. Tel çerçeveyi kulaklarına geçirip ağa bakmak için ince camlı bölmeye gitti. Laboratuvarın ortasında etrafı ters çevrilmiş sandıklar ve tahta kutularla çevrili çarpılıp çurpulmuş bir at arabası duruyordu.


Üzerlerinde de ağın koruma kalkanları ince bir paraşüt gibi asılıydı. Kivrin’in her zamankinden daha yaşlı ve çok daha halsiz görünen hocası Latimer sandıklardan birinin yanında duruyordu. Montoya da üstünde blucin ve terörist ceketiyle konsolun başında durmuş, sabırsızlıkla bileğindeki dijital saate bakıyordu. Badri konsolun önünde oturmuş bir şeyler tuşluyor, çatık kaşlarıyla gösterge ekranlarına bakıyordu. Dunworthy sordu: “Kivrin nerede?” “Görmedim,” dedi Mary. “Gel, otur. İniş öğlene kadar yapılmayacak, onu o saate kadar indireceklerinden de şüpheliyim. Hele Gilchrist bir konuşma daha yaparsa.” Paltosunu kendi sandalyesinin arkasına asıp yerde duran paket dolu alışveriş torbasını da ayaklarının yanına koydu. “Umarım bütün gün sürmez. Saat üçte kardeşimin torunu Colin’i metro istasyonundan almam gerek.” Alışveriş torbasını karıştırdı. “Yeğenim Deirdre, tatil için Kent’e gitti, benden ona göz kulak olmamı istedi. Colin buradayken sürekli yağmur yağmaz diye umuyorum.” Hâlâ torbanın içini karıştırıyordu.

“On iki yaşında, tatlı bir çocuk, kelime dağarcığı çok berbat halde olsa da çok zeki. Her şey ya yıkılıyor ya da bayıyor. Üstelik Deirdre fazla tatlı yemesine izin veriyor.” Torbanın içindekilere bakmaya devam etti. “Ona Noel için bunu aldım.” Kırmızı yeşil çizgili dar bir kutu çıkardı. “Buraya gelmeden önce alışverişimin geri kalanını bitirmeyi ummuştum ama şakır şakır yağmur yağıyordu; ana caddedeki o berbat dijital çan seslerine ancak kısa süre tahammül edebiliyorum.” Kutuyu açıp, kâğıdını kaldırdı. “On iki yaşındaki oğlan çocukları bugünlerde neler giyiyor hiçbir fikrim yok ama atkının modası hiç geçmez, sen ne dersin James? James?” Dunworthy dalıp gittiği ekranlardan dönüp baktı. “Ne dedin?” “Atkı oğlan çocukları için her zaman uygun bir Noel hediyesidir, değil mi, diyordum.” Dunworthy incelemesi için uzattığı atkıya baktı. Ekose desenli koyu gri yündendi. Çocuk olsa bu atkıyı hayatta takmazdı ve üstelik bu atkı elli sene öncede kalmıştı. “Evet,” dedi ve tekrar cama döndü. “Ne var, James? Bir terslik mi var?” Latimer pirinç kafesli küçük bir kutu alıp bununla ne yapacağını unutmuş gibi dalgınca ötesine berisine baktı.

Montoya sabırsızca saatine göz attı. Dunworthy, “Gilchrist nerede?” diye sordu. Mary “Şuraya girdi,” deyip ağın diğer tarafındaki kapıyı işaret etti. “Ortaçağ’ın tarihteki yeri üzerine nutuk çekti, Kivrin’le biraz konuştu. Teknisyen bazı testler yaptı, sonra da Gilchrist ile Kivrin o kapıdan içeri girdiler. Hâlâ içeride onunla birlikte olduğunu sanıyorum, kızı hazırlıyordur” Dunworthy mırıldandı. “Hazırlıyordur” Atkıyı kutusuna koyup alışveriş torbasına tıkarken, ‘‘James gel otur da bana ne olduğunu anlat,” dedi. “Hem neredeydin sen? Geldiğimde burada olmanı bekliyordum. Ne de olsa Kivrin senin en gözde öğrencin.” Dunworthy ekranlara bakarak, “Tarih fakültesinin dekanına ulaşmaya çalışıyordum,” dedi. “Basingame’e mi? Ben Noel tatili için bir yerlere gitti zannediyordum.” “Gitti. Gilchrist da onun yokluğunda vekaleten yerine bakabilmek için manevralar yaptı ki Ortaçağ’ı zaman yolculuğuna açtırabilsin. Onluk tasnifi ve her yüzyıla rastgele ayrılan tasnifleri iptal etmiş. 1300’lere ne ayırmış biliyor musun? Altı.

Altı! Basingame burada olsaydı, buna asla izin vermezdi. Ama adamı koydunsa bul.” Ümit dolu gözlerle Mary’ye baktı. “Nerede olduğunu bilmiyorsun, değil mi?” Mary “Hayır,” dedi. “Sanırım, İskoçya’da bir yerde.” “İskoçya’da bir yerde,” dedi Dunworthy acı acı. “Ha, bu arada, Gilchrist Kivrin’i onuncu dereceden bir yüzyıla gönderiyor, sıracayla vebanın kol gezdiği ve Jean d’Arc’ın yakılarak öldürüldüğü yüzyıla.” Dunworthy, konsolun kulaklığından konuşan Badri’ye baktı. “Badri testler yaptı dedin. Ne testleriymiş onlar? Koordinat kontrolü mü? Alan koruması mı?” “Bilmiyorum.” Mary elini rakam sütunlarının durmadan değiştiği ekranlara doğru salladı. “Teknisyeni tanıdığımı sanıyordum. Balliol Koleji’nden değil mi?” Dunworthy evet der gibi başını salladı. “Balliol’ün en iyi teknisyeni,” dedi. Gözlerini değişen değerlerden ayırmadan konsolun tuşlarına birer birer basan Badri’ye baktı.

“New College’ın teknisyenlerinin hepsi tatilde. Gilchrist tek bir insanlı iniş bile idare etmemiş, acemi, bir yıllık bir stajyer kullanmayı planlıyordu. Böyle uzak bir deneme için bir yıllık bir stajyer! Onu Badri’yi kullanmaya ikna ettim. Bu inişi durduramazsam, hiç olmazsa başında yetkin bir teknisyen bulunmasını sağlayabilirim.” Badri çatık kaşlarıyla ekrana baktı, cebinden bir metre çıkarıp at arabasına doğru gitmeye başladı. Dunworthy seslendi: “Badri!” Badri duyduğuna dair hiçbir belirti göstermedi. Elindeki metreye bakarak kutularla sandıkların etrafından dolaştı. Kutulardan birini birazcık sola itti. Mary, “Seni duyamaz,” dedi. Dunworthy, “Badri!” diye bağırdı. “Seninle konuşmam gerek.” Mary ayağa kalkmıştı. “Seni duyamaz, James. Cam bölme ses geçirmez.” Badri hâlâ elinde pirinç kafesli sandığı tutan Latimer’e bir şeyler söyledi.

Latimer’in yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Badri sandığı elinden alıp tebeşirle çizilmiş işaretin üstüne koydu. Dunworthy etrafta bir mikrofon aradı. Göremedi. “Gilchrist’in konuşmasını nasıl duydun sen?” diye sordu. “Gilchrist içeride bir yerde bir tuşa basıyordu.” Ağın yanındaki duvarda bir paneli işaret etti. Badri tekrar konsolun önüne geçip oturmuş, kulaklığa bir şeyler söylüyordu. Ağ kalkanları alçalmaya başladı. Badri bir şey daha söyleyince eski konumlarına döndüler. Dunworthy, “Badri’ye her şeyi tekrar kontrol etmesini söyledim, ağı, stajyerin hesaplamalarını, her şeyi,” dedi. “Ve Gilchrist ne derse desin, bir hata bulacak olursa inişi derhal durdurmasını da tembihledim.” Mary, “Ama Gilchrist Kivrin’in güvenliğini asla tehlikeye atmaz,” dedi. “Bana her türlü tedbiri…” “Her türlü tedbirmiş! O keşif testleriyle parametre kontrollerini yapmadı. Birini göndermeden önce, iki sene yirminci yüzyıla insansız iniş denemeleri yaptık.

O bir tane bile yapmadı. Badri en azından bir tane yapıncaya kadar inişi ertelemesini söyledi, ama Gilchrist bunu yapacak yerde inişi iki gün erkene aldı. Adam tam bir beceriksiz!” “Ama konuşmasında inişin neden bugün yapılması gerektiğini açıkladı,” dedi Mary; “1300’lerde yaşayanların ekim ve hasat dönemleri ile dini bayramlar haricinde tarihlere önem vermediklerini söyledi. Dini bayramların en çok Noel yakınında yoğunlaştığını ve bu yüzden Kivrin’i şimdi göndermeye karar verdiğini söyledi. Zamandaki konumunu belirlemek ve aralık ayının yirmi sekizinde iniş yerinde olmasını garantilemek için İsa’nın gelişiyle ilgili kutsal günleri kullanabilecek.” Dunworthy Badri’ye bakarak, “Onu şimdi göndermesinin kutsal günlerle hiçbir ilgisi yok,” dedi. Badri yine kaşlarını çatmış teker teker tuşlara basıyordu. “Kivrin’i gelecek hafta gönderebilir, randevu tarihi olarak da Epifani Yortusu’nu kullanabilirdi. Altı ay insansız deneme yapabilir, sonra da kızı yine o zamana gönderebilirdi. Gilchrist bunu şimdi yapıyor, çünkü Basingame tatile gitti ve onu durduramaz.” “Aman,” dedi Mary, “acele ettirdiğini ben de düşündüm. Ona Kivrin’i revirde ne kadar süre tutmam gerektiğini söylediğim zaman beni vazgeçirmeye çalıştı. Aşılarının etkisini göstermesi için zaman gerektiğini izah etmeye uğraştım.” Dunworthy acı acı, “Yirmi sekiz aralıkta randevu,” dedi. “Hangi kutsal gün, farkında mısın? Masum Çocuklar Günü.

Ve bu inişin yapılış tarzına tam da uyuyor.” “Neden durdurmuyorsun?” dedi Mary. “Kivrin’i gitmekten men edebilirsin, değil mi? Sen onun özel öğretmenisin.” “Hayır,” dedi, “değilim. Kivrin Brasenose’un öğrencisi. Onun hocası Latimer.” Elini pirinç kafesli sandığı yeniden eline alıp dalgın dalgın içine bakan Latimer’e doğru salladı. “Kız Balliol’a geldi ve gayrı resmi olarak ders vermemi istedi.” Dönüp boş gözlerle ince cama baktı. “Ona gidemeyeceğini ta o zaman söyledim.” Kivrin birinci sınıf öğrencisiyken onu görmeye gelmişti. “Ortaçağ’a gitmek istiyorum,” demişti. Boyu bir elli bile yoktu, sarı saçları örgülüydü. Daha sokakta tek başına karşıdan karşıya geçemeyecek kadar küçük görünüyordu. Dunworthy, “Gidemezsin,” demişti, bu ilk yanlışıydı.

Onu Ortaçağ bölümüne geri göndermeli, konuyu hocasıyla halletmesini söylemeliydi. “Ortaçağ kapalıdır. On yıllık tasnif geçerlidir.” “Kapsamlı on,” dedi Kivrin, “Bay Gilchrist hak etmediklerini söylüyor ama. O tasnif asla yıllık analizi kaldırmaz diyor. Dönem insanlarının büyük ölçüde kötü beslenme ve tıbbi desteksizlik nedenli ölüm oranlarına dayanıyor. Bu tasnif hastalığa karşı aşılanmış bir tarihçi için hiç de yüksek olmazdı. Bay Gilchrist Tarih Fakültesi’nden tasniflerin yeniden değerlendirilmesini ve on dördüncü yüzyılın kısmen açılmasını istemeyi tasarlıyor.” “Tarih bölümünün yalnızca veba ve kolera değil, Yüzyıl Savaşları’nın da yaşandığı bir asrı açacağını düşünemem bile.” “Açabilirler ama ve eğer açarlarsa, gitmek isterim.” “İmkânsız” dedi Dunworthy. “Açılsa bile, Ortaçağ bölümü bir kadın göndermez. On dördüncü yüzyılda refakatçisiz bir kadın duyulmamış şey. Ancak en alt sınıfa mensup kadınlar yalnız dolaşırlardı ve karşılarına çıkan her erkek ya da her hayvan için kolay bir av olurlardı. Soylu kadınlar ve hatta yeni gelişen orta sınıf kadınlarının yanında daima babaları, eşleri veya hizmetkarları bulunurdu, genellikle üçü birden olurdu.

Erkek olsaydın bile, henüz lisans öğrencisi olduğundan gidemezdin. On dördüncü yüzyıl, Ortaçağ bölümünün bir lisans öğrencisi göndermeyi düşünemeyeceği kadar tehlikelidir. Gönderseler, tecrübeli bir tarihçi gönderirlerdi.” Kivrin, “Yirminci yüzyıldan daha tehlikeli değil,” dedi. “Hardal gazı, trafik kazaları ve milimetrik bombalamalar. Hiç olmazsa kimse üstüme bomba atmayacak. Tecrübeli Ortaçağ uzmanı olan kim var ki? Kimsenin saha deneyimi yok, hem sizin burada, Balliol’deki yirminci yüzyıl tarihçileri de Ortaçağ hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Kimse bir şey bilmiyor. Papazlık ve vergi kayıtlarının haricinde neredeyse hiç kayıt yok, nasıl yaşadıklarını bilen yok. Yaşantılarını, neye benzediklerini öğrenmek istiyorum. Bana yardım etmeyecek misiniz?” Dunworthy sonunda, “Korkarım bu konuyu Ortaçağ bölümüyle konuşmak zorundasın,” dedi, “ama artık çok geç.” “Onlarla çoktan konuştum bile,” dedi Kivrin. “Onlar da Ortaçağ hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Yani pratikte bir şey bilmiyorlar. Bay Latimer bana Ortaçağ İngilizcesi öğretiyor, o da yalnızca zamir çekimleriyle sesli değişmelerinden ibaret.

Bana hiçbir şey söylemeyi öğretmedi daha. Kivrin, Dunworthy’nin masasına yaslanıp, “Dili ve âdetleri bilmem gerekiyor,” dedi, “parayı, sofra adabını ve diğer şeyleri. Tabak kullanmadıklarını biliyor muydunuz? Mançet denen ekmek somunları kullanırlarmış tabak yerine, etlerini yiyip bitirdikten sonra da ekmeği kırıp yerlermiş. Bana bu tür şeyleri öğretecek birine ihtiyacım var ki yanlış yapmayayım.” “Ben Ortaçağ uzmanı değil, yirminci yüzyıl tarihçisiyim. Ortaçağ üstünde çalışmayalı kırk yıl oldu.” “Ama siz öğrenmem gereken şeyleri biliyorsunuz. Siz bana yalnızca ne olduklarını söyleyin, ben araştırıp öğrenirim.” Dunworthy, adamı kendini beğenmiş bir sersem olarak görse de sordu: “Peki ya Gilchrist?” “Yeniden tasnifleme üzerinde çalışıyor ve hiç vakti yok.” Gönderecek hiç tarihçisi yokken, yeniden tasniflemeye ne gerek var, diye düşündü Dunworthy. “Amerikalı profesör Montoya’yı ziyaret etsen? Witney yakınlarında bir kazıda çalışıyor, değil mi? Örf ve âdetler konusunda bilgisi olmalı.” “Bayan Montoya’nın da hiç zamanı yok, Skendgate kazısında çalışacak eleman almaya çalışmakla meşgul. Anlamıyor musunuz? Hiçbirinin bana faydası yok. Bana yardım edebilecek tek kişi sizsiniz.” Dunworthy şöyle demeliydi: “Yine de onlar Brasenose’un öğretim üyeleri, ama ben değilim.

” Ama bunu söyleyecek yerde, bu insanlar hakkında öteden beri düşündüklerini kızın ağzından büyük bir zevkle dinlemişti. Latimer titrek bir ihtiyardı, Montoya hüsrana uğramış bir arkeologtu, Gilchrist da tarihçileri eğitmekten acizdi. Ortaçağ bölümüne bu işin nasıl yapılacağını göstermek için bu kızı kullanmaya can atmıştı. “Seni bir tercümanla takviye edeceğiz,” demişti. “Ayrıca kilise Latincesi, Norman Fransızcası ve eski Germen dilini de öğrenmeni istiyorum.” Kız hemen cebinden bir not defteriyle bir kalem çıkarıp liste yapmaya koyulmuştu. Parmaklarıyla sayarak, “Çiftlik işlerinde pratik yapman gerekecek; inek sağmak, yumurta toplamak, sebze yetiştirmek,” demişti. “Saçın yeterince uzun değil. Cortixidil alman gerekecek. Yün eğirmeyi de öğreneceksin, çıkrıkla değil, kirmenle. Çıkrık henüz icat edilmemişti. Ata binmeyi de öğreneceksin.” Nihayet aklı başına gelmiş ve susmuştu. Ciddiyetle listesinin üstüne eğilmiş, örgüleri omuzlarının üstünden sallanan kıza bakarak “Ne öğrenmen gerek biliyor musun?” demişti. “Açık ve iltihaplı yaraların nasıl tedavi edildiğini, çocuk cesetlerinin defin için nasıl hazırlandığını ve mezar kazmayı.

Gilchrist bir biçimde tasnifleri değiştirtmeyi başarsa bile ölüm oranı yine de onluk tasnife layık. 1300’lerde ortalama yaşam süresi 38 yıldı. Oraya gitmek senin üstüne vazife değil.” Kivrin başını kaldırıp bakmıştı, kalemi kâğıdın üstünde havada kalmıştı. Ciddi bir tavırla, “Cesetlere bakmak için nereye gideyim?” demişti. “Morga mı? Yoksa revirdeki Dr. Ahrens’e mi sorayım?” “Ona gidemezsin demiştim,” dedi Dunworthy, hâlâ görmeyen gözlerle cama bakıyordu. “Ama beni dinlemezdi.” “Biliyorum,” dedi Mary. “Beni de dinlemezdi.” Dunworthy kaskatı, kadının yanına oturdu. Yağmurla Basingame’in peşinden koşmak artritini azdırmıştı. Paltosu hâlâ üzerindeydi. Güçbela çıkardı, boynundaki atkıyı çözdü. Mary, “Burnunu koterize etmek istedim,” dedi.

“On dördüncü yüzyılın kokularının bizi kıpırdayamaz hale getireceğini, dışkı, bozuk et ve çürük kokusuna alışık olmadığımızı söyledim. Bulantının hareket kabiliyetini önemli ölçüde etkileyeceğini anlattım.” “Ama dinlemedi,” dedi Dunworthy. “Dinlemedi.” “Ortaçağ’ın tehlikeli olduğunu, Gilchrist’in yeterli tedbirleri almadığını anlatmaya çalıştım, ama o bana boş yere endişeleniyorsun dedi.” “Belki de boş yere endişeleniyoruzdur,” dedi Mary. “Neticede inişi idare edecek olan Badri, Gilchrist değil. Hem bir sorun çıkarsa durduracağını kendin söyledin.” Dunworthy camın arkasından Badri’yi izleyerek, “Evet,” dedi. Yine gözleri ekranda birer birer tuşlara basıyordu. Badri yalnızca Balliol’deki değil, üniversitedeki en iyi teknisyendi. Ve onlarca iniş yönetmişti. Mary, “Üstelik Kivrin çok iyi hazırlandı,” dedi. “Onu sen yetiştirdin, ben de son bir ayı revirde onu fiziksel olarak hazırlayarak geçirdim. Kolera, tifo ve 1320’de hâlâ etkin olan her türlü hastalığa karşı dirençli, -ki o çok endişelendiğin veba o zamanlar mevcut değildi.

1348’de Kara Ölüm ulaşıncaya dek İngiltere’de tek bir vaka bile görülmedi. Apandisitini aldım ve bağışıklık sistemini güçlendirdim. Geniş spektrumlu antiviral ilaçlar verdim ve Ortaçağ ilaçları hakkında kısa bir kursa tabi tuttum. Tek başına hatırı sayılır bir çalışma yaptı. Revirde şifalı otları da inceledi.” “Biliyorum,” dedi Dunworthy. Geçen Noel tatilini Latince ayinler ezberleyerek, dikiş nakış öğrenerek geçirmişti. Dunworthy de ona aklına gelen her şeyi öğretmişti. Ama bütün bunlar onu attan düşmekten ya da Haçlı Seferi’nden evine dönmekte olan sarhoş bir şövalyenin tecavüzünden korumaya yeter miydi? 1320’de hâlâ insanları kazıklara bağlayıp yakıyorlardı. Kivrin’i bunlardan da, zamanına geçiverdiğini görüp de cadı olduğuna karar verecek birinden de koruyacak bir aşı yoktu. Cam bölmenin ötesine baktı. Latimer sandığı üçüncü kez eline alıp tekrar yerine bıraktı. Montoya yine saatine baktı. Teknisyen tuşlara basıp kaşlarını çattı. “Ona ders vermeyi kabul etmemeliydim,” dedi.

“Bunu sırf Gilchrist’in yetersizliğini ortaya çıkarmak için yapmıştım.” Mary, “Saçma,” dedi. “Kabul ettin, çünkü o Kivrin. Tıpatıp sen -zeki, becerikli ve kararlı.” “Ben bu kadar gözü kara değildim.” “Tabii ki öyleydin. Hatırlıyorum da bir keresinde Londra bombardımanını görmeye gitmek ve o bombalara maruz kalmak için can atmıştın. Hatta Bodleian Kütüphanesi’yle ilgili bir hadise daha hatırlıyor gibiyim.” Hazırlık odasının kapısı açılıverdi ve Kivrin ile Gilchrist içeri girdi. Kivrin etrafa saçılmış kutuların üstünden atlarken uzun eteğini yukarı kaldırdı. Üzerinde dün gelip Dunworthy’ye gösterdiği içi tavşan kürkü kaplı pelerinle, açık mavi fistan vardı. Pelerinin el dokuması olduğunu söylemişti. Biri omuzlarına eski bir yün battaniye örtmüş gibi görünüyordu, fistanın kolları da fazla uzundu. Neredeyse ellerini örtüyordu. Uzun sarı saçları bir file içinde toplanmış, gevşekçe omuzlarına düşmüştü.

Yine de karşıdan karşıya tek başına geçemeyecek kadar küçük görünüyordu. Dunworthy ayağa kalktı, Kivrin o tarafa bakar bakmaz cama vurmaya hazırdı, ama Kivrin dağınıklığın ortasında durup yerdeki işaretlere baktı, birazcık öne gitti ve sarkan eteklerini düzeltti. Gilchrist, Badri’nin yanına gidip bir şey söyledikten sonra konsolun üzerinde duran not panosunu eline alıp ışıklı kalemle listedeki maddeleri işaretlemeye başladı. Kivrin ona bir şey söyleyip pirinç kafesli sandığı işaret etti. Badri’nin omzuna yaslanmış duran Montoya sabırsızca doğruldu ve başını iki yana sallayarak Kivrin’in yanına gitti. Kivrin daha sertçe bir şey daha söyleyince, Montoya diz çöküp sandığı arabanın yanına itti. Gilchrist listedeki bir maddeyi daha kontrol etti. Latimer’e bir şey söyledi. Latimer gidip düz madeni bir kutu getirdi ve Gilchrist’e verdi. Gilchrist Kivrin’e bir şey söyledi. Kız açtığı ellerini göğsünde birleştirdi, başını ellerine doğru eğip konuşmaya başladı. Dunworthy, “Kıza dua pratiği mi yaptırıyor?” dedi. “Bu inişte ona sadece Tanrı’nın yardımı ulaşabileceğinden, faydalı olabilir.” “İmplantı test ediyorlar,” dedi Mary. “Ne implantı?” “Saha çalışmasını kaydedebilmesi için özel bir çip.

Dönem halkının çoğunun okuma yazması olmadığından bir bileğine bir mikrofonla analog dijital çevirici, öbür bileğine de hafıza çipi yerleştirdim. Avuçları birleştirerek çalıştıracak. Mikrofona konuştuğu zaman, dua ediyor gibi görünecek. Çiplerin 2.5 gigabayt kapasitesi var, yani gözlemlerini iki buçuk hafta boyunca kaydedebilecek.” “Yardım isteyebilmesi için bir de konum belirleyici çip yerleştirmeliydin.” Gilchrist düz madeni kutuyla uğraşıyordu. Başını iki yana salladıktan sonra Kivrin’in kıvrılmış ellerini biraz yukarı kaldırdı. Fistanının fazla uzun kolları geriye düştü. Kivrin’in eli kesilmişti. Kesikte ince kahverengi bir kurumuş kan çizgisi vardı. Dunworthy, “Bir terslik var,” deyip Mary’ye döndü. “Eli kesilmiş.” Kivrin yine avuçlarının içine konuşuyordu. Gilchrist başını öne doğru salladı.

Kivrin ona bakarken Dunworthy’yi gördü ve sevinçli bir gülümseme gönderdi. Şakağında da kan vardı. Filenin içindeki saçları kandan keçeleşmişti. Gilchrist başını kaldırdı ve Dunworthy’yi gördü, aceleyle cam bölmeye doğru geldi, sinirli görünüyordu. “Kız daha gitmeden yaralanmasına göz yummuşlar!” Dunworthy yumruğunu cama indirdi. Gilchrist duvardaki panele gidip bir tuşa bastıktan sonra gelip Dunworthy’nin karşısında durdu. “Bay Dunworthy,” dedi. Başıyla Mary’ye selam verdi. “Dr. Ahrens, gelip Kivrin’in gidişini görmeye karar verdiğinize çok memnun oldum.” Son cümlesini belli belirsiz vurgulayınca, kelimeler kulaklarına tehdit gibi geldi. Dunworthy sordu: “Kivrin’e ne oldu?” “Ne mi oldu?” Gilchrist şaşırmış gibiydi. “Ne demek istediğinizi anlamadım.” Kivrin kanlı eliyle eteklerini kaldırıp cam bölmeye doğru gelmeye başladı. Yanağında da kırmızımsı bir çürük vardı.

“Onunla konuşmak istiyorum,” dedi Dunworthy. Gilchrist, “Maalesef zaman yok,” dedi. “Uymamız gereken bir program var.” “Onunla konuşmak istiyorum.” Gilchrist dudaklarını büzdü, burnunun iki yanında iki beyaz çizgi belirdi. Soğuk bir sesle, “Bunun Balliol’ün değil, Brasenose’un inişi olduğunu hatırlatmak isterim. Bize teknisyen vermekle yaptığınız yardımı takdir ediyorum ve tarihçi olarak engin tecrübelerinize de saygı duyuyorum, ama sizi temin ederim her şey kontrol altında.” “Öyleyse tarihçiniz neden daha gitmeden yaralandı?” Kivrin camın önüne geldi. “Ah, Bay Dunworthy, gelmenize çok sevindim,” dedi. “Size hoşça kal diyemeyeceğimden korkuyordum. Çok heyecanlı, değil mi?” Heyecanlı… “Kanıyorsun,” dedi. “Ne terslik oldu?” “Hiç.” Kivrin dikkatle şakağına dokunduktan sonra parmaklarının ucuna baktı. “Kostümün bir parçası.” Bakışları Mary’ye kaydı.

“Ah Dr. Ahrens siz de gelmişsiniz. Çok sevindim.” Mary ayağa kalkmıştı, alışveriş torbası hâlâ elindeydi. “Anti-viral aşısının yerini görmek istiyorum,” dedi. “Şişmenin haricinde başka tepkiler oldu mu? Kaşıntı falan?” “Her şey yolunda Dr. Ahrens,” dedi Kivrin. Fistanın kolunu sıyırdı ve Mary kolunun iç kısmına iyice bakamadan tekrar indiriverdi. Kolunun üst kısmında kırmızımsı bir çürük daha vardı, şimdiden kararıp mavileşmeye başlamıştı. Dunworthy, “Neden kan içinde olduğunu sorsan daha yerinde olurdu,” dedi. “Söyledim ya, kostümün bir parçası. Ben Isabel de Beauvrier’im ve seyahat ederken haydutların yolumu kesmiş olması gerekiyor.” Dönüp parçalanmış arabayla kutuları işaret etti. Eşyalarımı çaldılar, beni de ölüme terk ettiler.” Sitemkar bir tavırla ekledi.

“Bu fikri sizden almıştım, Bay Dunworthy.” “Ben kesinlikle yola kan revan içinde çıkmak diye bir fikir ileri sürmedim,” dedi Dunworthy. Gilchrist, “Sahte kan kullanışsızdı,” dedi. “Yaralarına kimsenin pansuman yapmayacağına dair istatistiksel olarak anlamlı bir olasılık göremedik.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir