D. H. Lawrence – Mina Urgan

D.H. Lawrence, yirminci yüzyılın ilk yarısında işçi kökenli tek önemli İngiliz romancısıdır. Beş çocuklu bir maden işçisinin dördüncü çocuğu ve en küçük oğlu olan D.H. Lawrence, 11 Eylül 1885’te Eastwood köyünde dünyaya geldi. 2 Mart 1930’da, Fransız Riviera’sında Vence kasabasında, daha kırk beş yaşını tamamlamadan veremden öldü. Tam adı David Herbert Lawrence’tı. Ama ilkokul öğretmeni bu adın çok güzel olduğunu ona söyleyip durduğu halde, Lawrence her nedense David adından hiç hoşlanmazdı. Ailesi ona Herbert diyeceklerine Bert ya da Bertie derdi. Gelgelelim, Lawrence bu adı da sevmezdi. Onun için, büyüyünce, yakınları –karısı dahil– onu soyadıyla çağırırlar; ya da Lawrence’ı İtalyanlaştırıp Lorenzo derlerdi. D.H. Lawrence’ın doğduğu Eastwood köyü, Nottingham kentinden aşağı yukarı on mil uzakta, Ortaçağın Robin Hood efsanelerinin sevimli haydutlarının barındıkları Sherwood ormanına yakın, üç bin kişilik bir yerleşim merkeziydi.


İleride göreceğimiz gibi, Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felâketi sayardı. Ne var ki, bu köy, kırsal bölgenin doğal güzelliklerini henüz yitirmiş olmamakla birlikte, sanayileşmenin bir ürünüydü. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında maden ocakları açılınca, yoksul köylüler ekmek paralarını kazanmak için buraya çalışmaya gelmişlerdi. Yani sanayileşme başlamasaydı, Eastwood köyü de olmayacaktı. Lawrence, Bestwood adını verdiği köyünden, yalnız ilk önemli romanı Sons and Lovers’da (Oğullar ve Âşıklar) değil, The Rainbow’da (Gökkuşağı), Women in Love’da (Âşık Kadınlar), son romanı Lady Chatterley’s Lover’da (Lady Chatterley’nin Âşığı) ve birçok öyküsünde de söz eder. D.H. Lawrence’ın dedesi yoksul bir terziydi. Madencilerin ocaklarda giydikleri özel giysileri dikmek için Eastwood’a yerleşmişti. Babası ise, okumayı yazmayı doğru dürüst öğrenemeden, daha on yaşındayken, madende çalışmaya başlamıştı. Güler yüzlü, yörenin halk oyunlarını güzel oynayan, kadınlara çekici gelen, içkiye biraz fazla düşkün olmaktan başka kusuru bulunmayan kendi halinde bir emekçiydi. Lawrence sınıfsal kökenini hiçbir zaman gizlemedi. Tam tersine, işçi sınıfından gelen çok yoksul bir çocuk olduğunu her zaman söyledi. Ölümünden bir yıl önce, 1929’da özyaşamını anlatan kısa yazısında (“Autobiographical Sketch”) emekçiler arasında yetiştiğini, yaşayabilmek için onlarla birlikte savaşım verdiğini anlattı. Lawrence’ın annesinin genç kızlık adı Lydia Beardsall’dur.

Birazdan göreceğimiz gibi, bütün çocukluğunu ve gençliğini anne saplantısı içinde geçiren yazarın ilk romanı The White Peacock’un (Beyaz Tavuskuşu) kadın başkişisine aynı soyadını vermesi ve The Rainbow’daki Polonyalı dulun ilk adının Lydia olması ilginçtir. Lydia Beardsall ile kocası arasında sınıf farkı vardı. Lydia, emekçi kökenli değil, küçük burjuva kökenliydi. Az çok eğitim görmüş, hattâ evlenmeden önce kısa bir süre yardımcı öğretmenlik yapmıştı. Kitap okurdu, piyano çalardı. Lawrence’ın demin sözünü ettiğimiz “Autobiographical Sketch”te anlattığı gibi, yörenin şivesiyle konuşan cahil babasından farklı olarak, “The King’s English” denilen İngilizceyi, yani dilbilgisi kurallarına uygun düzgün İngilizceyi konuşurdu. Eastwood köyünde, babasına pek saygı duyulmaz, annesine büyük saygı gösterilirdi. D.H. Lawrence, ölümünden bir yıl önce yazdığı halk balladlarına öykünen şiirlerinden birinde annesiyle babası arasındaki sınıf farkını alaya alır: “My father was a working man And a collier was he, At six in the morning they turned him down, And they turned him up for tea. My mother was a superior soul, A superior soul was she, Cut out to play a superior role In the god-damned bourgeoisie.” (Babam bir emekçiydi, Bir maden işçisiydi o. Sabahın altısında ocağa indirirler, Çay vakti yukarı çıkarırlardı onu. Annem üstün bir ruhtu, Üstün bir ruhtu o. Kahrolası burjuvazide üstün bir rol Oynamak üzere biçimlendirilmişti.

) Oysa gülünecek bir durum yoktu ortada. Annesiyle babasının, kısmen bu sınıf farkından kaynaklanan kavgaları, Lawrence’ın çocukluğunu zehir etmişti. Sons and Lovers’da bu durumu bütün ayrıntılarıyla ele aldığını göreceğiz ileride. Annesinin ömrü boyunca babasına ölesiye bir düşmanlık hissettiğini; babasının damarına basınca, adamın da bağırıp çağırmaya başladığını söyler özyaşamını anlatan kısa yazıda. Lawrence birçok romanında işlediği aşk-kin ilişkisinin, yani birbirinden kopamayan bir kadınla bir erkeğin sürekli çatışmalarının ilk örneğini kendi ailesinde yaşamıştı. Bu çatışmaların nedeni, babasının içkiyi biraz fazla kaçırması ya da maden ocağından döndüğünde yıkanmadan sofraya oturması değildi sadece. İşçi sınıfıyla orta sınıf arasında bir çatışmaydı bir bakıma. Çünkü annenin başlıca amacı, dünyaya getirdiği üç erkek ve iki kız çocuğun, gerekli eğitimi görerek, emekçi kitlelerden sıyrılıp orta sınıfa geçmeleriydi. Böyle bir incelemede bunun pek yeri olmadığı halde, Lawrence’ın Studies in Classic American Literature’da * (Klasik Amerikan Edebiyatı Üstüne İncelemeler) anlattığına göre, babası kitap okuyan ya da yazı yazan birini görmeye bile tahammül edemezdi. Oğullarının kendisi gibi hemen maden ocaklarına inmelerini, kızlarının evleninceye kadar çiftliklerde hizmete verilmelerini isterdi. Annesi ise, onların okumalarına, sınıf atlamalarına kararlıydı. Lawrence’ın çocukluk aşkı Jessie Chambers’ın E.T. baş harfleriyle imzaladığı D.H.

Lawrence: A Personal Record’da (D.H. Lawrence: Kişisel Bir Anımsama) anlattıklarına bakılacak olursa, Mrs Lawrence’ın ailede büyük bir otoritesi vardı. Dediği dedikti. Yetkisini, yalnız analık hakkından değil, doğrudan doğruya Tanrıdan alıyor, böylece kutsallaştırıyordu sanki. Nitekim oğlunun Jessie ile ilişkisinin sürmesini engelleyen de Mrs Lawrence olmuştu. Lawrence da özyaşamını ele aldığı kısa yazıda, kendi kuşağının çoğu erkeklerinin ve kadınlarının kişiliklerinin, babaları tarafından değil, kendilerini eşlerinden üstün sayan anneleri tarafından biçimlendirildiğini söyler. Böylece Lawrence ailesindeki savaşımı elbette ki anne kazandı. Eğer Lawrence, babası gibi on yaşında maden ocağına inseydi, büyük bir dâhi heba olup gidecekti. Ama annesinin istediği oldu; D.H. Lawrence eğitim gördü. Yirminci yüzyılın başlangıcında bir maden işçisinin yoksul oğlunun böyle düzgün bir eğitim görmesi, iki yıllık bir yüksek okuldan diploma alması bir mucizeydi aslında. Ve bu mucize, belki Lawrence’ın çalışkanlığından çok, annesinin kararlılığı sayesinde gerçekleşmişti. D.

H. Lawrence, köy okulunu bitirdikten sonra, on iki yaşındayken Nottingham High School’a bir burs kazandı. Üç yıl boyunca, her gün sabahın köründe kalkıp trenler ve tramvaylarla on mil uzaktaki kente gidip gelmek, doğuştan zayıf olan bu çocuğun sağlığını büsbütün bozdu. 1900’de on beş yaşında okuldan parlak bir öğrenci olarak mezun olunca, Nottingham University College’dan ikinci bir burs kazandı. Ama parası olmadığı için, bu burstan hemen yararlanmasının yolu yoktu. Bir süre çalışıp para biriktirmek zorundaydı. Üç ay kadar, cerrahi ve ortopedik âletler yapan bir yerde çalıştı. Sons and Lovers’da dediği gibi, sanayi düzeni daha şimdiden onu tutsak almış, köle yapmıştı. On yedi yaşında, kız kardeşi Ada ile birlikte, Ilkeston’daki Pupil-Teacher Centre’da (Öğrenci-Öğretmen Merkezi) çalıştı. Dört yıl süreyle bir yandan öğrenim görüyor, bir yandan da yardımcı öğretmenlikle para kazanıyordu. Bu arada, ülke çapında düzenlenen King’s Scholarship Examination’da (Krallık Burs Sınavı) birinci oldu. 1905’te yirmi yaşındayken, Londra Üniversitesi’nin “Matriculation” yani olgunluk sınavını verdikten sonra, kazandığı burstan yararlandı, Nottingham Üniversitesi’ne bağlı bir yüksek öğretmen okulu olan University College’a gidebildi. İki yıl sonra, oradan da çok iyi bir dereceyle mezun oldu. T.S.

Eliot’ın Lawrence’ı eğitimsiz bir yazar saymakla ona haksızlık ettiği besbellidir. Gerçi Lawrence, Eliot’ın kendisi ve çağının öteki ünlü yazar ve şairleri gibi pahalı özel okullara, Oxford’lara Cambridge’lere gidememişti. Ama yeterince eğitim görmüştü gene de. Üstelik yazar olacak bu yoksul işçi çocuğuna asıl gerekli olan, İngilizcenin dilbilgisi kurallarını, sentaksını, imlâsını doğru dürüst öğrenebilmesiydi. Aldığı eğitim ona bu bilgiyi sağlamıştı. Ama şu da var ki, Lawrence, salt kitap okuyarak da aynı bilgiyi edinebilir, anadilini kullanmasını öğrenebilirdi. Nitekim burslar kazanan, başarıyla sınavlar veren bir öğrenci olmasından hiç hoşnut değildi. Sons and Lovers’da toplumsal düzenin, on iki yaşındayken ona bir burs vermekle boynuna bir kement attığını, onu köle ettiğini anladığını; ilk gün ağlaya ağlaya Nottingham High School’a gittiğini anlatır. Ölümünden bir yıl önce yazdığı kısa özyaşam yazısında da okul yıllarını boşuna harcanmış yıllar sayar; oralarda düşkırıklığından başka bir şey bulmadığı için, okullardan kurtulduğuna sevindiğini söyler. Bir şımarıklık sayamayız bu tutumu. Çünkü Lawrence, kendi kendisini eğitmiş, her öğrendiğini çok okuyarak tek başına öğrenmişti aslında. Birçok yabancı dil de öğrendi daha sonraları. Okulda Fransızca dersleri almıştı. Fransızca yazdığı bir iki mektuptan anlaşıldığı gibi, bu dili iyi biliyordu. Baudelaire’i hayranlıkla okuyor, onun Verlaine’den daha iyi bir şair olduğunu söylüyordu.

Daha sonraları uzun süre İtalya’da oturduğundan, Giovanni Verga’yı İngilizceye çevirebilecek kadar iyi öğrendi İtalyancayı. Yolculuklarından ötürü Almanca ve İspanyolcayı da rahat okuyabiliyor, konuşabiliyordu. Daha önce de öğretmenlik deneyimi olan, kendi dediği gibi, “maden işçilerinin oğullarına vahşi bir biçimde ders veren” (“savage teaching of collier lads”) D.H. Lawrence, öğretmen okulunu bitirince, yirmi üç yaşındayken, Londra’nın güneyinde bir banliyö olan Croydon’da bir okula atandı. Öğretmenlikten nefret ettiği için, ancak iki üç yıl yürütebildi bu işi. İleride göreceğimiz gibi, yazdıklarında okuyucularına bir şeyler öğretmek isteyen, edebiyatın öğretici bir nitelik taşıması gerektiğini açıkça söyleyen, aslında ömrünün sonuna değin öğretmenlik yapan Lawrence’ın bu meslekten nefret etmesi acayip bir paradokstur. Ama ne çare ki, nefret ediyordu öğretmenlikten. Bir çiftlikte ırgat olarak çalışmanın bundan daha yararlı bir iş olduğunu söyleyip durur, Croydon’daki okulda geçirdiği yılları bir karabasan olarak anımsardı. Peki, öyleyse neden yüksek öğretmen okuluna gitti, neden bu mesleği seçti diye sorulabilir. Lawrence’ın kendi seçimi değil, kısa bir süre öğretmenlik yapan, öğretmenliği ideal meslek olarak gören annesinin seçimiydi bu. Ve Lawrence annesine derin bir tutkuyla bağlı olduğu için, onun bu isteğini yerine getirmişti. Mrs Lawrence, evliliğinde mutsuz birçok kadın gibi, eşine veremediği sevgiyi oğullarına vermişti. Bu sevgi ilkin en büyük oğlu üstünde yoğunlaştı. Ama Ernest, küçük bir memur olarak çalıştığı Londra’da yirmi üç yaşındayken zatürreeden ölüverince, annenin sevgisi en küçük oğluna transfer edildi ve sağlıksız bir tutkuya dönüştü.

Lawrence, Aralık 1910’da yirmi beş yaşındayken yazdığı bir mektupta şöyle der: “We have been like one, so sensitive to each other that we never needed words. It has been rather terrible and has made me in some respects abnormal. I think that fusion of soul never comes back in a life-time – it doesn’t seem natural.” (Bir tek kişi gibiydik. Birbirimize öyle duyarlıydık ki, sözcükler kullanmaya hiç gerek duymazdık. Bir hayli korkunç bir şeydi bu ve bazı açılardan beni anormal yaptı. Ruhların böylesine kaynaşması bir insan ömründe iki kez olmaz bence – doğal bir şey değildir.) Lawrence gibi bir çocuğun annesiyle kendisini bir tek varlık hissetmesi, gerçekten de hiç doğal değildi. Çünkü Mrs Lawrence, oğluna hiç mi hiç benzemeyen, geleneksel ahlâk değerlerini ve Hıristiyanlığın öğretilerini tümüyle benimsemiş, oğlunu bir küçük burjuva yapmayı amaçlayan darkafalı bir kadıncağızdı aslında. Kendisini kıskanıp oğlundan ayıran Mrs Lawrence’ı sevimli bulmak için hiçbir nedeni olmayan Lawrence’ın ilk sevgilisi Jessie Chambers’a bakılacak olursa, kadın henüz yayınlanmayan The White Peacock’tan birkaç sayfa okuyunca, şok geçirmiş, öz oğlunun “böyle şeyler” (“such things”) yazmasına ah vah etmişti. Ömrü boyunca sansüre uğrayan D.H. Lawrence’a ilk sansür darbesi sevgili anasından gelmişti böylece. Ne var ki, Lawrence, annesine tapıyordu. Jessie’ye itiraf ettiği gibi, asıl felâket, onu bir oğul gibi değil, “bir âşık gibi sevmesi, bu yüzden de Jessie’ye aslâ aşk duymamasıydı” (“I’ve loved her like a lover; that’s why I could never love you”).

3 Aralık 1910 tarihli mektubunda da, annesiyle arasındaki sevginin ana-oğul sevgisi değil, “nerdeyse bir karı-koca sevgisi” (“almost a husband and wife love”) olduğunu yazar. Bütün aşklar gibi, bu aşk da acılarla doluydu. Lawrence, annesinden artık kopmak istiyordu. Annesinin ağzından yazdığı “Monologue of a Mother” (Bir Annenin Monologu) adlı şiirden anlaşıldığı gibi, anne de oğlunun aslında ona ve çevresine yabancı olduğunu bilmenin acısını çekiyordu. Oğlu, “kırık bir kanatla uzak kuzey denizlerinden gelip, / kömür tozuyla örtülü bahçelerine konan bir kuş” (“like a bird from the northern sea blown with a broken wing / into our sooty garden”) kadar yabancıydı ona. Sevgiyle uzattığı ele yaklaşmıyor; tutsak olduğu bu bahçeden uçup gitmek istiyordu. Lawrence ile annesi arasında kopamayan bağı ölüm kopardı sonunda. Mrs Lawrence, elli beş yaşındayken kanser oldu. Dört ay süren hastalığı boyunca korkunç acılar çekti. Oğlu da onunla birlikte acı çekiyordu. Bir şiirinde dediği gibi, “gökyüzünün karanlığında ışıldayan / Can çekişmesinin kızıl yansımasından başka” (“only there glowed in the dark of the sky / The Red reflection of her agony”) hiçbir şey göremiyordu gözleri. Annesiyle ilişkisini anlatan Sons and Lovers’da Lawrence’ın kendisini temsil eden Paul Morel ve kız kardeşi, can çekişen annenin morfin dozunu artırarak, ölmesine yardım ederler. Ama Lawrence ile Ada’nın bunu yapabilecek kadar cesur olup olmadıklarını bilemeyiz. Annesini yitirmek, D.H.

Lawrence’ı yıktı. Ölmekle ona ihanet etmişti annesi. Gözlerini yaşama değil, sanki oğluna karşı “kapamıştı sonsuza değin” (“you closed your eyes forever against me”). Çok daha sonraları yayınladığı toplu şiirlerinin önsözünde, bu ölümle birlikte dünyanın çöktüğünü; kendisinin de, her şeyin de yok olduğunu; ruhunun da bedeninin de ağır bir hastalığa kapıldığını anlatır. Ne var ki, daha yirmi beş yaşındaydı. Bir yandan dayanılmaz bir acı çekerken, bir yandan da başka bir kadına bağlanarak yaşamak istiyordu. 3 Aralık 1910’da yazdığı bir mektupta anlattığı gibi, annesi ölmeden altı gün önce, bir trende giderken, kendisinden çok hoşlanan Louie Burrows adlı bir kıza, hiç düşünmeden evlilik önermiş, onunla nişanlanıvermişti. Bu nişanlanma lâfta kaldı elbette. Lawrence, yıllar sonra, 1918’de arkadaşı ünlü öykü yazarı Katherine Mansfield’a bir mektubunda, annesine bu aşırı bağlılığın bir çeşit ensest olduğunu bildiğini, bu aşktan kurtulmak istediğini söyler: “This mother-incest idea can become an obsession… This is a kind of incest… I have done it and now struggle all my might to get out of it… If we don’t recover, we die.” (Anneyle ensest düşüncesi bir saplantıya dönüşebilir… Bir çeşit ensesttir bu… Ben bunu yaptım ve şimdi kurtulmak için olanca gücümle savaşıyorum… Eğer kurtulamazsak, ölürüz.) Gelgelelim, kurtulmak hiç de kolay değildi. Şiirlerinde annesini yüceltir, onu bir çeşit Kutsal Bâkire olarak görür: “Come back then, mother my love, whom I told to die. It was only I who saw the Virgin in you.” (Geri dön öyleyse, anne, öl dediğim sevgilim. Ancak ben gördüm sendeki Bâkire’yi.

) “The Bride” (Gelin) adlı şiirinde, ölü yatan annesini, gencecik bir geline benzetir. “The Virgin Mother”da (Bâkire Ana), ayrıca hoşlandığı ufak tefekliğine değinerek, “küçük sevgilim” (“my little love”) diye söz eder ondan. Annesi, hem rahmiyle, hem ruhuyla, iki kez doğurmuştur oğlunu. Onu yeryüzünde bir daha göremeyecek, ama sonsuza değin bağlı kalacaktır annesine. “Piano” (Piyano) adlı şiirinde, annesi çalıp söylerken, piyanonun altına çömelmiş, annesinin ayaklarını okşayan küçük bir çocuk olarak düşler kendini, geçmiş günleri anımsayıp ağlar. Çoğu D.H. Lawrence uzmanına göre, yazar, Frieda ile yaşamaya başladıktan sonra anne saplantısından kurtulmuştu. Ne var ki, Frieda ile aşk serüvenini anlatan Look! We Have Come Through! (Bakın! Başardık!) derlemesinde, Frieda’yı değil, annesini yücelten birçok şiir vardır: Annesi “gözlerinin tahtında oturmaktadır” (“you sit on the throne of my eyes”). “Annesiyle paylaşamadığı güzellik ne işe yarar?” (“What is loveliness my love, save you have it with me?”). Kendisi “annesinin mezarının üstünde yanan bir mumdur” (“I am a candle burning off on your grave”) ve bu mum sonsuza değin yanacaktır. “Annesi toprağın altında yatarken yüzünü oğluna doğru çevirmiştir” (“My love lies underground, with her face upturned to mine”). Look! We Have Come Through!’nun başka bir şiirinde de Frieda’ya sevgisini annesiyle paylaşmak ister. Oysa, oğlunu hiçbir kadına vermeye katlanamayan annesinin, o evli barklı, üç çocuklu, iriyarı Alman sarışına tepkisi korkunç olurdu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir