D. W. Winnicott – Oyun ve Gerçeklik

“Evlilikte cinsellik” konusunda sorular sormaya ihtiyaç duyuyorsak bu bizim mutlaka evliliğimizde mutlu olmadığımız anlamına gelmediği gibi cinsel yaşamımızda uyumsuz olduğumuz anlamına da gelmez. Yalnızca bizim bir “insan” olduğumuzu gösterir. Kişi “insan olduğunu” ne kadar rahatlıkla itiraf ederse, cinselliğin evlilik denen çok yönlü bir bütünün parçası, kıl payı dengelenmiş, çok hassas bir parçası olduğunu da o kadar daha iyi kavrar. Hepimiz cinselliği, yaşam boyu süren canlı bir faaliyet olarak görmek isteriz, ama hepimizin de günümüzün gergin dünyasında birtakım cinsel kaygılarımız olabilir. Yakın sayılabilecek bir geçmişte, evlilikte doyurucu bir cinsel yaşama kavuşabilmek için bedensel gerçekleri bilmek ve cinsel teknikleri öğrenmek gerekli sayılıyordu. Oysa artık biliyoruz ki evlilikte zaman ilerledikçe, eşler arasında sağlam köprüler kurmak için zorunlu olan duygusal ihtiyaçları karşılayamıyorsak bu tür bilgiler pek işe yaramamaktadır. Cinsellikte uyum sağlamak yalnızca cinsel bir sorun değildir. Cinsellikte uyum, iki insanın birçok bakımdan birbiri için ne anlam taşıdığını gösterir. Onların evliliğe, çocukluklarından ve gençliklerinden taşıyıp getirdikleri birçok duygu kalıntılarını kapsar; cinsellik konusunda kökü geçmişe dayanan birikimleri içerir. Ayrıca, günlük yaşantılarından beraberlerinde yatağa getirdikleri, çileden çıkaran çekişmeler, karşılıksız kalan özlemler, ilgiler ve ilgisizlikler. geleceğe güven ya da güvensizlik gibi gündelik yaşam kırpıntılarını da içerir. 9 “Evlilikte Cinsellik” adlı bir kitabın bölüm başlarına bakıp da: çocuklar, iş, para, aile, dostlar, gibi konuların işlendiğini görmek kimimize ilkin tuhaf gelebilir… Ne var ki cinselliğe karşı çağdaş bir tutum içinde olacaksak bu gibi şeylerin cinsel yaşama nasıl sızdığını arayıp sormak zorundayız. Bunların nasıl olup da eşimizle uyum sağlamamıza yarayabileceğini ya da aramıza mesafe koyabileceğini hesaplamak zorundayız. “Evli kişilerin nasıl davranması gerektiği” konusundaki yanlış fikirlerimizden kurtulmanın artık zamanıdır. En çok yapmamız gereken şeyleri yapmaktan kaçınırken, kaçınmamız gereken şeyleri ille yapacağız, diye diretmeye son vermeliyiz.


Öfke göstermeyi yanlış sayan, her zaman güler yüzlü ve sakin davranmayı gerekli gören düşünceyi artık terk etmeliyiz. Cinsel yaşamımızda doyum bulmadığımızı belli etmemek, kendi ihtiyaçlarımızı askıya almak alışkanlığından sıyrılmalıyız. “Birbirini fazla yakından tanıma, saygısızlık yaratır!” inancına da artık paydos! Evlilik konusundaki inanç ve ideallerimizden kimileri (bir türlü vazgeçemediğimiz bu saçmalıklar) gerçeklerden kopuktur. Bize mutluluk verecekleri yerde dert olurlar. Sevginin çürümesine yol açan koşulları besler, sevginin pekişmesini sağlayacak koşullarıysa göz ardı ederler. Dünyamızda sevgi kıtlığı var. Biz insanlar sevgi belirtmenin yollarını arayıp bulmak için, birbirimizi anlama sanatını geliştirmek için pek az zaman ayırıyoruz. Hele sevgiyi yok eden duyguları tanıyıp denetleyebilme konusuna hemen hemen hiç ilgi gösterilmiyor. Bu kitapta bütün bunlardan ve sağlam bir evlilik kurarak yaşamadan söz edeceğiz. Bu sağlam evliliğimiz sırasında kaçınılmaz olarak rastlayabileceğimiz sorunlar birer birer ele alınarak çözümlenecek ve hem sağlam hem de uyumlu bir beraberliğe ulaşabilmenin yollan araştırılacaktır. Evlilik birçok ihtiyacımızın tatminini sağlamalıdır. Çoğumuz için evlilik, tek başına yaşamaktan daha güven vericidir. 10 Birçoğumuz için de yalnızlık korkusuna karşı bir kalkandır. Ama hepsinden daha önemlisi, evliliğin cinsel ihtiyaçlarımızın doyumu için bedensel, ahlaksal ve duygusal yönden geçerli en iyi çözüm olmasıdır. Ne var ki, tüm isteklerimize karşın, evlilikte çoğunlukla hayal ettiğimiz güveni bulamayız.

Cinsel doyum da çoğu zaman beklenti düzeyinin altına düşer ve yalnızlık usul usul baş gösterir. Böyle bir evlilik de mutlu bir evlilik olarak kabul edilebilir. Ama birbirimizi daha iyi anlarsak, bundan iyisini başarabiliriz. Sorunun çözüm yolu, eşlerin gündelik yaşantılarını yönlendiren isteklerle gerçekleri ayarlayabilecek türden, anlayış ve sezgi yeteneklerini geliştirmesidir. HER EVLİLİĞİN SORUNLARI VARDIR Bize sayısız kişiler başvurur: genç, orta yaşlı, yaşlı, yeni çocuk sahibi ya da büyümüş çocukların ana babaları. Hepsi de ciddi sorunlara ciddi cevaplar aramakta. Şunu bilmeliyiz ki en mutlu evlilik bile kusursuz değildir. Her evlilikte sorunlar vardır: eşleri düşünmeye, sorular sormaya, çözümler aramaya iten sorunlar. Evlilikte mutlu olup mutlu kalmanın yolu, mutluluğu artırmanın yolu nedir? Evlilikten istediklerimiz nedir? Birbirimizde ne arıyoruz aslında? Evliliğimizin hep aynı canlılıkla sürmesini istiyorsak birbirimize ne gibi değerler getirmeliyiz? Gündüz saatlerinde, gece saatlerinde ortaya çıkan kaygıları ne yapmalı? Ya birbirimize karşı duyduğumuz istek söner gibi olduysa? Bedence birlikte olmamıza karşın uzaklık duygusuna kapıldığımız o yalnızlık dakikalarını nasıl savuşturmak? Çocuğumuz dünyaya geldiği zaman ortaya çıkan sorunlarla baş etmekte birbirimize nasıl yardımcı olabiliriz? Çocuklar büyürken ya da yeniyetmeliğin o çıldırtıcı başkaldırı dönemini yaşarken bizim birbirimize karşı tutumumuz ne olmalı? Üstelik ikimizden biri mantıksız derecede sinirli ve kızgın ise ne yapmalıyız? 11 Bütün bunların dışında üstelik cinsel yaşantımız da düşlediğimiz gibi gerçekleşmiyorsa, davranışlarımız nasıl olur acaba? Uzun, dolaşımlı yollardan geçerek bugünkü dünyamızda, cinselliğe evliliğin en önemli yanı gözüyle bakmayı öğrenmişiz. Bir evliliğe “iyi” diyebilmemiz için eşlerin cinsel yönden birbirlerini tam anlamıyla tatmin etmeleri gerektiğini anlamışız. Cinselliğin evliliğe olan olumlu katkısının bilincine varılması oldukça yeni bir aşama olduğundan, bu konudaki duygu ve düşüncelerimizde, manasız sayılabilecek eski görüşlerin izleri hâlâ varlığını sürdürüyor. Temelde hepimiz rahatça, özgürce sevebilmek isteriz, vücutlarımızın sahip olduğu bu çok yönlü, derin ve yüksek haz alma-haz verme, mutlu olma-mutlu kılma yeteneğinin tadını çıkarabildiğimizce çıkarmak isteriz. Bizce bunun için en iyi yaklaşım evlilik yaşamındaki cinsel beraberliğin iki vücudun birleşmesinden ibaret olmadığını kavramaktır. Evlilikte cinsellik, ayrı kişiler olma hissini geride bırakıp bütünleşmek isteyen iki kişinin tek kişi olma duygusunu arayışlarının bir ifadesidir. CİNSELLİK KİŞİLİĞİMİZLE İLGİLİDİR Cinsellik ya da seks bize sonsuz bir doyum duygusu verebilir.

Gene cinsellik, kısır bir mücadeleyi kazanamayıp yarım bırakmışız gibi bir buruk tat bırakabilir ağzımızda, içimizi bir veriş, bir sunuş kıvancıyla doldurabildiği gibi vermeye can attığımız armağanları eşimize sunmaktan bizi alıkoyan bir korku da yaratabilir. Cinsellik bize, bir kendine güven duygusu da verebilir; bizi sıkıntıya, kaygılara da boğabilir, istekle gerçekleşen bir cinsel yaklaşım da vardır; çeşitli isteksizliklere karşın cinsel ilişki kurmak da. Cinsellik kişinin gururunu okşayan bir şey de olabilir; kişiyi utançtan utanca sürükleyen bir şey de! Cinsellik, yatağımızı her şeyin ötesinde bir sevgiyle doldurabilir; suçluluk duygusundan, korkudan, öfkeden doğan yumruklarıyla sevgiyi yataktan da kovabilir. 12 Kendimize dikkatli bir gözle bakarsak, geçirdiğimiz günün her saatiyle ilgili duyguların cinsel birleşmeye yansıdığını görürüz. Öğleden sonra yaptığımız, sonuçsuz kalmış bir tartışma bizim cinsel birleşmeye bir öfke tortusuyla yaklaşmamıza yol açabilir. Ya da sabahleyin aldığımız bir doğum günü armağanı, bir güzel dost mektubu, pırıltısını ve sevincini o geceki cinsel eylemimize katar. Öte yandan, evliliğin başlangıcında ortaya çıkan ve yıllar boyu sürüp giden anlaşmazlıkların kızgınlığı ve hıncı ile bunların etkileri kolayca hatırlanabilir. Oysa evlenmeden, hatta birbirimizi tanımadan çok önceki yılların birikimi olan birçok duyguların da yatağımıza sızmakta olduğunu… bu eski duyguların bugün hâlâ yaşama ve sevme yöntemlerimize etki yaptığını kavrayıp bunları ayrımlamak zordur. Çocukluğumuzdan kalma duyguları, bilerek ya da bilmeyerek, cinsel eyleme, eşimize beslediğimiz sevgiye (ya da sevgisizliğe) yansıtmamız kabildir. Örneğin sevginin verilebilecek, inanılabilecek bir şey olduğunu hissetmek gibi. Bu tür duygular çocukluğumuzda ana babamızdan gördüğümüz sevgiden kaynaklanır. Onlar bizden karşılıksız, hiçbir şey beklemeden sıcak, sağlam bir sevgi verebilmişlerse biz de büyüyünce kurduğumuz yakın ilişkilerde köle olmadan, kölelik beklemeden sıcak ve sağlam bir sevgi göstermeyi başarabiliriz. Çocukluktan kaynaklanan birçok duygu cinsel yaşamda ve evlilikte başımıza irili ufaklı dertler açar. Bu duygular şiddetle arzulayıp elde edemediğimiz çeşitli doyumlarla ilgili olabilir. Çocukluğumuzda yeterince sevilip beğenilmemişsek yetişkinliğimizde kendine güvenemeyen biri olup çıkabiliriz.

Çocuklukta son derece önemli olan sevilme arzumuza kavuşamamışsak şimdi bize sunulan sevgiye inanıp güvenmekte güçlük çekeriz. Çocukluğumuzun korkuları da cinsel yaşamımızı ve evliliğimizi etkileyebilir. Bunlar, gerçek olayların doğurduğu korkular olabildikleri gibi, çocukluk hayallerinin yarattıktan da olabilir.

İngiliz “nesne ilişkileri okulu” psikanaliz tarihinde önemli bir rol oynar. Bu okul psikanalitik düşüncenin dikkatini dürtüler, bu dürtülerle ilgili çatışkılar ve karmaşalardan ilişkiye çekmiştir. İngiliz nesne ilişkileri okulunda Klein’dan hemen sonra öne çıkan isimlerden biri Winnicott’tır. Winnicott (1896-1971) psikanalize psikiyatriden değil çocuk doktorluğundan gelmiştir. Babası, Plymouth eşrafındandı ve ticaretle uğraşıyordu. Winnicott, babasının isteğine rağmen, aile şirketinin yönetimini devralmayı reddetti ve Cambridge’de tıp öğrenimine başladı. I. Dünya Savaşında İngiliz donanmasında askerlik yaptıktan sonra pediatri ihtisasını tamamladı. Psikanalizle ilk kez 1919’da Frcud’un Düşlerin Yorumu’nu okuyarak tanıştı. 1923’te Londra’nın yoksul semtlerinden Hackney’de bir hastanede pediatri danışmanlığına atandı ve aynı yıl Freud’un İngilizce çevirmeni James Strachey ile kendi analizine başladı. 1933’te sona eren bu analizden sonra Winnicott bu kez Joan Rivière ile beş yıl sürecek bir analize girdi. Pediatriyi tam bırakmadan psikoterapiye geçişi de bu tarihlere rastlar.


Winnicott’in terapistliğe başladığı dönemde Melanie Klein da Almanya’dan İngiltere’ye gelmiş ve Emest Jones’un desteğiyle psikanaliz çevrelerinde geniş bir dinleyici ve hayran topluluğu edinmeye başlamıştır. Klein, çocuk analizinin kurucusudur, konuşmayı henüz öğrenmemiş çok küçük çocuklara “oyun tekniği” adını verdiği bir yöntemle analitik deneyler yapmaktadır. Çocuklann oyunları, Klein’a göre, yetişkinlerin analizindeki seıbest çağrışımın yerini tutabilmektedir. Çocuk analizi deneylerinin ilerlemesiyle birlikte, klasik psikanalizde iki önemli dönüşüm de gerçekleşir. İlkin, psikanalizin odaklandığı nokta daha önce tek başına çocuk-bireyin cinsel ve ruhsal gelişimiyken, şimdi çocuğun “nesne” Ue ve özellikle ilk nesne olan anneyle ilişkisi öne çıkacaktır. Freud’un kuramına göre cinsel dürtünün dört öğesi vardı: kaynak (erojen bölge), enerji, amaç (enerjinin boşalımı) ve nesne (cinsel/duygusal eneıjinin yöneldiği ve bağlandığı kişi, cisim ya da düşünce). Freud’a göre bunlardan asıl önemlisi amaçtı; nesne o kadar önemli değildi; bir nesnenin yerini bir başkası tutabilirdi ve zaten öznenin cinsel/duygusal enerjilerinin kendi dışında bir nesne bulması da çocukluğun oldukça geç bir döneminde ortaya çıkıyordu: bundan önce bebeğin sadece kendinden zevk aldığı uzun bir “otoerotizm” dönemi vardı. Klein ise dürtünün en baştan beri bir nesneye yöneldiğini, ilkin “kısmi” nesnelere (örn. anne memesi), sonra da bütünsel nesnelere (annenin kendisi) bağlandığını öne sürecektir. Dürtü tek amacı boşalmak olan özerk (ya da felsefi deyimiyle solipsist) bir olgu değil, yönelişsel bir olgudur. Böylece psikoterapinin konusu bir başına bireylerden bireyler arası ilişkilere kayar. Bu yaklaşımın ikinci önemli sonucu da, erken çocukluk döneminin büyüteç altına alınması olur. Freud’un 4-5 yaşlarına özgü saydığı Oidipus ve suçluluk gibi şiddetli duygusal yaşantılar Klein’a göre aslında çok daha önce başlamaktadır. Öte yandan, suçluluk duygusunun tek kaynağının cinsellik (ana/babaya duyulan arzular) olmadığını, belki asıl önemli nedenin saldırganlık olduğunu da söylemektedir Klein; Freud’un 1920’de ortaya attığı ama hiçbir zaman tam sahip çıkmadığı “ölüm içgüdüsü” kavramını klinik çalışma düzleminde ciddiye alan ilk analist de odur. Dışa yönelik saldırganlığın (ve özellikle haset duygusunun) kaynağında ölüm içgüdüsü işliyordun Klein’ın düşüncesi, 18.

yüzyıl sonlarında Romantik felsefenin kısmen dinlerden devralarak sekülerleştirdiği ölüm-dirim, kötülükiyilik, parça-bütün ve inkâr-kabullenme gibi birbirine sarmalanan ikili karşıtlıklara dayanır. Psikanalize, Freud’un yüzeyde fazla serinkanlı ve temkinli görünen metinlerinde pek rastlanmayan tutkulu, mutlakçı ve dramatik bir anlatı yapısı kazandırmıştır. İşin ilginç yanı, bu tür kavramlara akademik bir eğitimle değil, esas olarak kendi analitik deneyleriyle varmış olduğunu hissettirmesi ve birtakım yalın karşıtlıklara dayanarak çok karmaşık görünen duygusal yaşantıları yorumlayabilmesidir,1930’larda Londra psikanaliz çevrelerinde, Klein’ı dinlerken, “Bunu aslında ben de düşünebilirdim, aslında ben de biliyordum, ama hiç böyle söyleyemedim” diye düşünenlerden biri de Winnicott olacaktır. O dönemde çocuk terapisinin bir başka öncüsü de Freud’un kızı OYUN VE GERÇEKLİK I 8 Atina’dır. Ancak, Anna Freud’un pratiği, analizden çok pedagojiye dayanmaktadır: Nevrozlu çocuğun dış dünyaya uyarlanmasını esas almaktadır (dış dünyanın kendisini hiç tartışmayan ve adaptasyonu sağlığın başlıca kıstası kabul eden bu anlayış 1930’lardan itibaren Amerikan ben (ego) psikolojisinin de temelini oluşturacaktır). Klein ve izleyicileri içinse dürtülerin evcilleştirilmesi imkânsızdır, ancak yüceltilmeleri mümkündür. Bu açıdan, terapiye de bir eğitim süreci olarak değil, olsa olsa bir öz-eğitim süreci olarak bakılabilir: Hasta, iyiliğin hastalıktan yapıldığım ve kendi iyileşmesini de yine kendi hastalığından (kendi kötülüğünden) yararlanarak kendisinin imal edeceğini bilmelidir – şüphesiz, analistin akıllıca yorum ve müdahalelerinin de yardımryla. Klein’ı Anna Freud’dan ayıran bir başka önemli nokta da çocuktaki fantazmatik dış dünya imgesinin bu fantazmatik niteliğinin yetişkinlerde de hep bir ölçüde sürüp gideceği düşüncesidir Özne ile nesnenin kendisi arasında her zaman öznenin arzulan ve fantazileri (ya da bunlann tortulan) bulunacaktır. Böylece 1930’larda Britanya Psikanaliz Cemiyeti iki gruba aynlır: Klein’cılar, Anna Freud’cular. Bir de Winnicott gibi “bağımsızlar” vardır. Bunlar, Klein’a yakın olmakla birlikte onun maniheizme varan mutlak ikiciliğinden ve ölüm içgüdüsü gibi spekülatif görünen düşüncelerinden bir parça ürkmüş olan ve katı kavramsal mekanizmalardan çok kendi sezgilerine (ve hastanın kendi kendini yorumlama kapasitesine) güvenmeyi yeğleyenlerdir. “Nesne ilişkisi teorisi” adı verilen akımın da asıl zenginliğini, aralarında Marion Milner, John Klauber ve Prens Masud Khan gibi parlak analistlerin bulunduğu “bağımsızlar” grubunun çalışmalarıyla ortaya koyduğunu düşünenler çoktur. Winnicott da görünüşte kuramsal bir sistem kurma çabasında değildir; Klein ve bilhassa Freud’un sadık bir izleyicisi olduğunu iddia eder. Bütün yapmaya çalıştığının büyük psikanalitik kuramın bazı ayrıntılarını ele almak olduğunu savunur. Ancak dikkatli bir Winnicott okuması bu savların asılsızlığını ortaya koyar.

İlk olarak Winnicott’ın sadık olduğunu söylediği Freud ve Klein’ı belli bir dönüştürme işlevine tabi tuttuğu söylenebilir. Gerçekten de onun sadık olduğu Freud ve Klein, kendi yorumladığı, kendisine uydurduğu Freud ve Klein’dır, Winnicott’m ortodokosluğu belli bir okumaya dayanır. İkinci olarak Winnicott aşağıda özetleyeceğim bazı özgün kavramları geliştirmiş ve önemli bir sistematizasyona gitmiştir. Bütün bunlar onu çekilmek istediği mütevazı konumun ötesine, büyük kuVVINNICOTT VE GEÇİŞ DENEYİMİ I 9 OYUN VE GERÇEKLİK I 10 ramcılar arasına taşımıştır. Winnicott’ın günümüzdeki önemi Kohut’un “kendilik psikolojisi”ne katkıları göz önüne alınırsa anlaşılır. Kohut hiçbir zaman tüm açıklığıyla Winnicott’a olan borcunu dile getirmemişse de pek çok bakımdan ondan etkilendiği açıktır. Winnicott çocuklarla ve psikopatolojik açıdan ağır vakalarla çalışmıştır. Bu durum onun özellikle “kendiliğin”, “kendilik duygusunun” gelişimi ile ilgilenmesine yol açmıştır. Winnicott’a göre, geniş psikopatoloji yelpazesi düşünüldüğünde hayli sağlıklı olan nevrotiklerle ilgilenen Freud, kendiliği adeta bir veri gibi ele almış, kendiliği oluşmuş insanın dürtüleriyle mücadelesini değerlendirmiştir. Bu sebeple de kendiliğin gelişiminin özgün dinamiklerine yeterince dikkat etmemiştir.1 Bu yargı hemen hemen Kohut’un da Freud ile ilgili yargısıdır. Winnicott’ın kuramını ana hatlarıyla özetlemek için bazı kavramlarını incelemek gerekir. Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş, zamanda ve mekânda dağınık deneyimler yaşamaktadır. Bu deneyimler kendiliğin çekirdeklerini oluşturur. Kendiliğin bütünleşmesi, gelişmesi anne ile ilişki içinde; annenin sağladığı çevre içinde gerçekleşir.

Çocuğun bütünleşmiş bir şekilde kendini algılaması ve kendilik duygusunu geliştirmesi annenin sunduğu “kucaklayıcı çevre” sayesinde olur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımlan çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasına yol açar. Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eşduyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde, iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir aşamaya yol açması bakımından ön plana çıkar: “yanılsama anı”. Çocuk eşduyumlu olarak ihtiyaçları karşılandığında kendini her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir “tümgüçlülük” deneyimidir.1 2 Çocuk her türlü yaratının kaynağıdır kendi iç dünyasında. Söz konusu tümgüçlülük deneyimi kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsama1. Greenbeig J. R. ve Mitchell S.A., Object Relations in Psychoanalytic Theory, Harvard Un. Press, 1993.

2. Winnicott, D. W., Human Nature, Free Asso. Books, Londra, 1988. sini, sanki her şeyi kendisi yaratıyormuş hissini veren annenin eşduyumlu yanıtlarına bağlanmıştır Winnicott’ta. Lacan’ın “ayna evresi” nosyonu geniş ölçüde Winnicott’a örtük göndermeler taşır ve Winnicott da Lacan’ın bu nosyonundan etkilenmiştir. Kendiliğin bütünleşmesi annenin eşduyumlu “ayna” yanıtlarına bağlanmıştır. Bu yanıtlar “kendilik duygusunun” gelişmesinde önemli rol oynar. Winnicott için önemli bir başka nokta da çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eşduyumlu olarak karşılamakla kalmamalı onun sakin dönemlerini, yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli, gereksiz uyancılık sunmamalıdır. Annenin talepsiz bir şekilde çocuğun yalnızlığına eşlik etmesi kendilik deneyiminin gelişimi açısından ön plana çıkmaktadır.3 Çocuğun “yanılsama anı”, tümgüçlülük duygusu güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu, çocuğun sanrılı bir şekilde tümgüçlülüğü deneyimlemesinden, deyim yerindeyse gerçeklik ilkesine geçişi anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir.

Bir dış dünya vardır, onun gerekleri, zorluklan, zorunlulukları vardır. Söz konusu geçiş annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu minimal örselenmeler bir dış dünya, bir gerçeklik olduğu fikrini yaratır. Annenin, çocuğun gelişimi ile paralel bir şekilde onun ihtiyaçlarına dereceli bir şekilde duyarsızlaşması çocuğun yanılsamasını, tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir. Bu, aynı zamanda anneden aynlma, ayrımlaşma, dolayısıyla bireyleşme anlamına da gelmektedir. Kanımca bu tip temalar sayesinde Winnicott bir anlamda Mahler’e de yaklaşmaktadır. Çocuğun tümgüçlülük yanılsamasının annenin eşduyumlu olmayan yanıtlarıyla erken ve sert engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Böyle bir durumdaki çocuk giderek bir “sahte kendilik” geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek, hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır. Artmış bir zihinsel aktivite ile kendini ve çevresini sürekli 3. Winnicott, D. W., “The Capacity to be Alone”, The Maturational Process and The Facilitating Environment içinde, I.U.P.

, New York, 1965. WINNICOTT VE GEÇİŞ DENEYİMİ 111 olarak tarayacak, gerçekliği değerlendirmeye çalışarak yüzeyel bir uyum göstermeye yönelecektir. “Hakiki kendilik” gelişmemiş bir nüve olarak “sahte kendilik” tarafından sarılıp, kuşatılıp korunacaktır.4 “Hakiki kendilik” kendiliğinden ihtiyaçların, dışa vurumlann kaynağıdır. “Sahte kendilik” ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturmaya yönelik bir aktivitedir. İşte Winnicott’ın “geçiş olgusu” adını verdiği durum da bu çerçevede değerlendirilir. Geçiş olgusunu iyi anlayabilmek için “geçiş nesnesi” kavramını anlamak gerekir. Geçiş olgusunu yaşayan bir çocuk (genellikle) cansız bir nesne ile belli bir ilişki kurar. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak, kimi zaman bir ev eşyası veya benzeri bir şeydir. Çocuk bir süre için sürekli olarak bu nesneyi kendi denetimine alır, sürekli yanında taşır ve bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu kendi elinde tutmak ister. Winnicott’a göre bu olgu sağlıklı bir gelişimi simgelemektedir. Annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesini, daha doğrusu annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolünü ikame ettiği yeni bir nesne aramaktadır. Winnicott’a göre insan daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı, ihtiyaçlarına göre düzenleyip yarattığı, iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile dış gerçeklik, gerçek dış dünyaya uyum arasında salınıp durur. Gerçeklik gücünün, ihtiyaçlarının sınırlandığı, kendinden bağımsız ötekilerin dünyasıdır. Tekbenci içsellik ile nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır bu.

İnsan sürekli olarak dış dünyayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde egemenliği altında tutmaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır, işte bu çerçevede kendini “geçiş nesnesi” ile gösteren “geçiş olgusu” önemli bir ara aşamadır. Geçiş nesnesi konusunda erişkinlerle çocuk arasında örtük bir anlaşma meydana gelir. Erişkinler çocuğun geçiş nesnesi üzerindeki kayıtsız egemenliğini tanırlar. Geçiş nesnesi ne tümgüçlü bir kontrole tabidir çocuk açısından, ne de büsbütün, egemen olamadığı dış dtinyaya aittir. Geçiş deneyimi kendini çocuğun oyun kapasitesinde de gösterir. Erişkinlikte kendi fantezileriyle, fikirleriyle oynamak gibi işlevlere ve yaratıcılığı kavramaya ışık tutar. 4. Winnicott, D. W., “Ego Distorsion in terms of True and False Self’, The Maturalional Process… içinde. OYUN VE GERÇEKLİK I 12 Winnicott’a göre geçiş deneyimi içsel olanla dışsalın, tümgüçlülük ile gerçekliğin, mutlak yaratıcılıkla zorunluluğun arasında yer alan paradoksal bir konum oluşturur. Bir insanın yaratıcı kapasitesi çocukluğun oyun gücüyle örtüşür bu alanda – oyun ne içseldir ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir. Çocuk oynamakla daha sonraları kültürel yaratıcılığın temeli olacak bir aktiviteyi gerçekleştirmektedir. Winnicott’a göre gerçek sağlıklı insan, paradokslarla birlikte yaşayabilen, oynayabilen, yaratabilen insandır. İşte Türkçesini sunduğumuz bu kitap özellikle geçiş olgusu ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi inceleyen ama aynı zamanda Winnicott’ın temel görüşlerini özetlemek bakımından da ön plana çıkan bir eserdir.

Winnicott’ın daha sonraki yazarlar, söz gelimi Masterson ve bilhassa Kohut üzerindeki etkileri ise ilginç bir araştırmanın konusu olabilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir