Daniel Klein – Filozofun Mutluluk Seyahatnamesi

Yunan adası Hydra’daki Kamina Köyü’nde bulunan Dimitri’nin tavernasında, taraçanın en ucundaki tahta masada oturuyor. Kulağının arkasına, buraya gelirken zor bela kopardığı bir lavanta filizini sıkıştırmış. Genellikle masada sohbetin kesildiği anlarda filizi alıyor, kokluyor ve tekrar kulağının ardına sıkıştırıyor. Sapında kalaydan bir kız başı –tapınağı tanrıça Artemis’e adanmış Karya’dan bir figür– bulunan zeytin ağacından bastonu sağında, masaya dayalı duruyor. Yürümesi için gerekmese de her yere bastonuyla gidiyor: Yavaş yürüyor ama aksamıyor. Bu baston yaşının bir işareti. Aynı zamanda hayatını bir erkek olarak geçirdiğini de simgeliyor; zira Yunancada baston anlamına gelen sözcüğün kökeninde askerlerin savaşta kullandıkları sopalar var. Bastonun sapında yer alan genç kız figürünün ise daha kişisel bir anlamı var: Gençliğinde kadının güzelinden iyi anladığına işaret ediyor. Elimde Mutluluk Sanatı ya da Epikuros’un Öğretileri adlı kitap, oturduğum yerden başımla selamlıyorum. Ak saçlı kafasını hafif yana eğerek, mağrur bir sıcakkanlılıkla karşılık verdikten sonra dostlarıyla sohbetine geri dönüyor. Adı Tasso. Yetmiş iki yaşında. Yıllardır tanışıyoruz. Aslında Tasso yaşının her yılını gösteriyor, yüzü ve boynu derin çizgilerle dolu. Yine de burada hâlâ yakışıklı, ihtiyar bir yakışıklı kabul ediliyor.


“Yaşını yüzünde taşımayı” iltifat sayıyor. Albert Camus Düşüş adlı romanında, “Heyhat, belli bir yaştan sonra her insan kendi yüzünden sorumludur,” derken de aynı noktayı vurguluyordu. Yüzün kişiye dair gerçekleri anlattığını söylüyordu: Yüzü, kişinin yaptığı seçimlerle bu seçimleri izleyen yaşanmışlıklar yaratıyordu. Adalılara bakılırsa, zorlu mücadelelerden geçmiş kişilerin, yaşlandıklarında zarafetle biçimlenmiş yüzleri oluyordu. Tasso’nun her çizgisiyle hak ettiği yüzü ve bu yüzün kaba güzelliği yaşadığı hayatı bire bir ifade ediyor. Sohbetlerine kulak misafiri oluyorum. Buralarda yan yana oturulup yüksek sesle konuşulduğundan duyma sorunu çekmiyorum. Yunancam ne kadar kırık dökük olsa da ben gelmeden çok önce başlamış olan ve güneş denizde batana dek sürecek sohbetin genel gidişatını anlıyorum. Belli bir amaç gütmeyen, neşe yüklü, sıradan bir muhabbet. Bugün alışılmadık ölçüde puslu görünen günışığından, liman pazarındaki peynir dükkanının yeni sahibinden, çocuklarından ve torunlarından, Atina’daki siyaset ve devlet işlerinden bahsediyorlar. Arada biri tutup diğerlerinin önceden dinlediği, kendi geçmişinden bir öykü katıyor sohbete. Laf arasına, hep birlikte manzarayı seyre daldıkları keyfe keder molalar serpiştiriyorlar. Bu adaya kişisel bir arayış için geldim. Artık ben de yaşlıyım –yetmiş üç yaşındayım– ve hayatımın bu safhasını en tatminkar haliyle yaşamanın yollarını arıyorum. Geçmiş yıllarda defalarca gelip uzun süreler kaldığım Yunanistan’da yaşlıların nasıl yaşadıklarına dair ipuçları bulabileceğime inanıyorum.

Bildim bileli Hydra adasındaki ihtiyarlar gözüme alışılmadık ölçüde yaşamlarının bu devresinden hoşnut görünmüşlerdi çünkü. Gelirken yanıma çoğu kadim Yunan filozoflarına, bir kısmı da yirminci yüzyıl varoluşçularına artı kişisel gözdelerime ait bir yığın kitap aldım, zira onlarda da bir takım ipuçları bulabileceğimi düşünüyordum. Elli küsur yıl önceki üniversite öğrenciliğimden beri büyük filozofların değerli ve doyurucu bir hayat sürmek hakkında söyledikleri hep ilgimi çekmişti. Bu büyük düşünürlerden bazılarının ihtiyarlığın nasıl tatminkar kılınabileceğine dair ilginç fikirler öne sürdüklerini hatırlıyordum. Ancak bu tür meseleler gençlik hevesleri taşıdığım yıllarda (çok daha enerjik ve saçlıyken) öncelik verdiğim konular arasında değildi. Bu fikirlerin ilk yeşerdiği kayalık, güneşli ortamlarda kadim Yunan filozoflarını okumak gayet uygun görünmüştü gözüme. Bu kişisel yolculuğa beni sürükleyen, doğum günümde birdenbire fark ettiğim bir şey, yaşadığım şok değildi; çok daha sıradan bir olaydı: Dişçime gitmem. Doktor ağzımı biraz kurcaladıktan sonra, çenemde yaştan dolayı meydana gelen zayıflama yüzünden alt dişlerimin bir kısmının çekilip yerlerine protez takılması gerektiğini söyledi. Tek alternatifiyse, sağlam herhangi bir dişe bağlanamayacak bir takma damaklıklı diş setiydi. Takma diş demek, bir daha biftek yiyememek, yapay damağın ağızdan fırlaması gibi utanç verici sahnelere kurban gitmek, şekerlemelerin yapışmaları ve daha beteri, yaşlılara has bir gülümseme edinmek demekti. Derhal protezi seçtim. Eve dönünce bunu yaptırmak için katlanmam gereken işleri düşündüm. Diş cerrahına en az yedi defa gitmem gerekecekti ve en yakın cerrah arabayla bir saatlik mesafedeydi. Ve tüm işlemlerin tamamlanması bir yılı bulacaktı. Dahası, her operasyondan sonra birkaç gün ağrı çekecek ve haftalar boyunca bebek maması seviyesinde yiyeceklerle beslenecektim.

Ve tabii bir de, binlerce dolar para harcayacaktım. Ne uğruna peki? Biftek yiyebilmek için mi? Damaklık ağzımdan fırlamasın, rezil olmayayım diye mi? Gülümsemem daha genç dursun diye mi? Seçimimi etkileyen nedenlerin başında takma dişlerin fırlayabileceği ve bana yaşlılara has bir gülümseme vereceği vardı. Düşününce hiç de makul gelmedi bu nedenler: Hayatımın bu noktasında gerçekten değer verdiğim şeyleri yansıtmıyorlardı. Yetmişlerimin başında dünyaya yaşlı bir adam gibi gülümsemek umurumda mıydı sahiden? Daha önemlisi, duru düşünebilme ve hareket etme kabiliyetim çenem kadar hızla aşınırken koca bir yılı diş cerrahına gidip gelmeye harcamak istiyor muydum? İstemiyordum. Derken, hayatın doruk noktasını eskiden beri “ihtiyarlık” adıyla bilinen döneme yaymaya yönelik eğilime kendimi hiç düşünmeden kaptırdığımı fark ettim. Kalan hayatım diye algıladığım şeye dair bu eğilime kendimi kaptırışım kozmetik meseleleri de aşmıştı. Hesaplar yapıyordum. İnkar salgınına yakalanmıştım. Hiç farkına varmadan ağzıma “gençlik protezi” taktırmaya kalkmıştım… Birden bu yeni ihtiyarlık amentüsünün her yanı sardığını kavradım. Biri tutup yaşlanmaya başladığını söylediğinde hemen bir başkası davranıp “Yok yahu! Daha hayatının baharındasın!” diyordu. “Yetmiş demek, artık elli demek,” diyor, ona ihtiyarlığa “teslim olmamasını” salık veriyorlardı. Bu inanç benim yaşımdakileri yeni hedefler saptamaya, yeni maceralara atılmaya, kendini geliştirme amaçlı yeni programlara girişmeye zorluyordu. Bizlere tıbbın kaydettiği ilerlemelerin ve yeni ilaçların vaat ettiği uzun ömrün tarihte eşi benzeri görülmemiş bir fırsat yarattığı söyleniyordu. Hayatlarımızın baharını alabildiğince uzatabilecektik artık. İhtiyarlığa teslim olmaksa aptallık hatta ödleklik demekti.

Çevremdeki pek çok yaşıtım hayatlarının baharlarında yaptıkları işlerde, üstelik daha yüksek tempolarda çalışıyordu. Kimileri de ellerinde Ölmeden Görmeniz Gereken 1000 Yer türü kitaplarla egzotik gezilere çıkıyordu. Bazıları Fransızca derslerine yazılıyor, sabah akşam koşuyor hatta gençlik vaat eden hormon tedavilerine ve estetik ameliyatlara girişiyorlardı. Mesela altmışlarındaki bir arkadaşım yüzünü gerdirmekle yetinmeyip göğüslerine silikon taktırmıştı. Bir başka yaşıtımsa testosteron bantları ve yetmiş iki saatlik Cialis [1] kürü sayesinde kendini genç bir aygır gibi hissettiğini öne sürüyordu. “Ebediyen Genç”, neslimin marşına dönüşmüştü ve ben de hiç farkına varmadan katılmıştım koroya. “Ebedi Gençlik” hareketinin çekiciliğini görmek elbette hiç zor değil. Dönüp baktığımda hayatımın baharı denen bölüm gayet iyi geçmişti; eğer böyleyse niye uzatmayacaktım? Neden iyi bir şeyi sürdürmeyecektim? Neden daha, daha, daha demeyecektim? Ama işte… Bu yeni ihtiyarlık felsefesinde bana ters gelen bir şey vardı, işte bu şeyi kurcalamaya beni şu protez diş meselesi itti. Günün modası olan bu yola düştüğüm takdirde çok önemli bir şeyi kaçıracağımdan, kendimi hayatın eşsiz ve paha biçilmez bir aşamasından mahrum edeceğimden kuşkulanmaya başladım. Uzatmalı gençlikten doğrudan ihtiyar ihtiyarlığa, ölümün öncesindeki bunama ve zayıf düşme dönemine geçeceğimi düşündüm. Bu yola çıkarsam sadece sahiden ve hoşnutlukla yaşlı olma gibi bir şeyi ebediyen ıskalayabileceğimden endişelendim. Önümdeki sorunsa sahici, otantik ihtiyarlığın ne olduğundan veya nasıl yaşanması gerektiğinden tam emin olmamamdı. Ama bir takım sezgilerim vardı ve bu sezgilerden başlamak en iyisi görünüyordu. En azından ihtiyar bir adamın, geriye ne kadar tamamen bilinçli ve rasyonel bir ömrünün kaldığı konusunda kendine dürüst davranacağına inanıyordum. Böyle bir adam kalan zamanını en iyi ve en uygun şekilde geçirmeye çabalardı.

Ayrıca böyle bir adamın hayatının bu evresinin kendisine daha önce hiç karşısına çıkmamış anlamlı fırsatlar sunacağını hissedebileceği fikrindeydim. Ama bunların dışında elimde sadece sorular vardı. İşte bu Yunan adasına bir bavul dolusu felsefe kitabıyla gelmemin nedeni de buydu. Tasso’nun arkadaşlarından biri, Dimitri’ye şarap ve meze –zeytin, yaprak sarması ve cacık– getirmesini işaret ediyor. Masanın etrafına toplanıyorlar. Şimdiye dek Dimitri’nin yemek sonrası masaya fatura getirdiğini hiç görmedim: Kalkarken masaya gönüllerince, “ihtiyar tarifesi” üzerinden para bırakıyorlar. Tasso cebinden bir deste kağıt çıkarıyor, sohbeti kesmeden oynamaya koyuluyorlar. Ben de Epikuros’un kitabına dönüyorum. Birinci Bölüm İhtiyarın Zeytin Ağaçları EPIKUROS’UN DOYUM KURAMI Epikuros bir başka adada, buraya üç yüz kilometre mesafedeki, Anadolu veya Küçük Asya’ya yakın Samos Adası’nda yaşamıştı. M. Ö. 341’de, Platon’dan sadece sekiz yıl sonra doğmuş, ama Platon’dan pek etkilenmemişti. Ölümden sonraki yaşama inanmayan Epikuros’un esas derdi hayatın, hele elde sadece bir tanecik varken, mümkün en iyi şekilde nasıl yaşanabileceğiydi. Bu soru, felsefenin en temel sorusu hatta tüm soruların sorusudur. Ama Batı felsefesi öğrencileri yüzyıllar geçtikçe bu sorunun geri planda kalışı ve yerini daha önemli görünen, “gerçeğin ne olduğunu nasıl bilebiliriz” ve Heidegger’in anlamadan kahkahalarla güldüğüm kafa karıştırıcı, “neden hiçbir şey değil de bir şey var” sorularının alışı karşısında hep hayal kırıklığı yaşamışlardır.

Epikuros bunlara hiç takılmamıştı. Aradığı yegane şey hayatını nasıl olabildiğince değerli kılabileceğiydi. Fena bir soru değildi bu. Epikuros’un uzun yıllar boyunca düşündükten sonra bulduğu yanıt, insanın yaşayabileceği en iyi yaşamın mutlu, hazla dolu bir yaşam olduğuydu. İlk bakışta bu yanıt, basmakalıp denebilecek, sakızlardan çıkacak türden öğütlerden biri gibi görünüyor. Ama Epikuros bu yanıtın sadece bir başlangıç noktası olduğunu biliyordu, zira yanıt kendisiyle birlikte bir yığın zor soruyu gündeme getiriyordu: “Mutlu bir hayatı nelerden oluşur?”, “Hangi hazlar sahiden tatmin edici ve kalıcıdır?”, “Hangi hazlar uçucu ve ıstırap vericidir?” ve “Neden kendimizi mutluluğa erişmekten mahrum edip duruyoruz?” Epikuros’un en azından bugün kullandığımız anlamda bir Epikurosçu –yani duyumsal zevklere düşkün bir zevkperest- olmadığını kavradığımda azıcık hayal kırıklığına uğramıştım. Epikuros bir tabak mercimek çorbasını, kadim Yunan’da esirlerin efendilerine hazırladığı mastikalı sülün yemeğine tercih ederdi. Bunun altında herhangi bir demokratik eğilim değil, yiyecek konusundaki rahatlığı da içeren kişisel rahatlık hasreti yatıyordu. Sülün yemeği ağızdaki tat cisimciklerini coşturuyordu, evet ama Epikuros bu anlamda bir duyumcu değildi; duyusal haz deneylerinin peşinde değildi. Hayır, kardeşim! Gelsin mercimek çorbası! Epikuros kendi yetiştirdiklerini yemeyi severdi… mercimekten aldığı haz da bununla ilgiliydi. Ayrıca duyularına karşı bir Zen-tavrı içindeydi: Mercimeğin tadına kendini tamamen verdiğinde baharatlı yemeklerden alınacak tadlarla aynı lezzetleri tümüyle alabileceğini düşünüyordu. Ayrıca mercimek yemeği hazırlamak çok daha kolaydı; Epikuros yavaşça kızaran sülüne mastikayı damla damla koymak gibi gereksiz ölçüde bezdirici, zahmetli çabalara pek meraklı değildi. Kimi Atinalılar Epikuros ve fikirlerini toplumsal istikrar için bir tehdit saydılar. Ne de olsa kişisel hazzın yaşamın en yüksek ereği olduğunu söyleyen ve açık bir şekilde kişisel çıkarı savunan bir felsefe, onların cumhuriyeti bir arada tuttuğuna inandıkları harcı, yani diğerkâmlığı bozabilirdi. Epikuros’un benmerkezciliğinin yurttaşlığa yakışmadığını öne sürdüler.

Ama ne Epikuros ne de öğrencileri kendilerini kötüleyenleri umursuyorlardı. Bir kere Epikurosçular siyasetle neredeyse hiç ilgilenmiyorlardı. Hatta gerçekten doyurucu bir hayat için kişinin kendini kamusal alandan uzaklaştırması gerektiğine, herkesin yaşa ve yaşat politikasını seçip kendi mutluluğunu kovaladığında toplumun çok daha iyi işleyeceğine inanıyorlardı. Bu görüş, Epikuros’un temel düsturlarından birinden kaynaklanıyordu: “Hoş bir yaşam sürmeden bilgece, iyi ve adil yaşamak mümkün değildir.” Epikuros, felsefesine göre yaşayan bir adamdı. Bu da Atina’nın dış mahallelerinde izleyicileriyle birlikte bir proto-komün, Bahçe oluşturmasına yol açtı. Bu topluluk burada sebze-meyve ekerek ve çoğunlukla Epikurosçuluk üzerine olan uzun sohbetler yaparak sade bir yaşam sürdürdüler. Bahçe katılmak isteyen herkese açıktı ve kapısına şöyle bir yazı yerleştirilmişti: “Yabancı, burada iyi vakit geçirebilirsin çünkü burada en yüksek iyi mutluluktur. Buranın bakıcısı iyi bir ev sahibidir; seni bol ekmek ve suyla karşılayacak ve ‘İyi ağırlanmadın mı? Bu bahçe iştahını kabartmaz, susuzluğunu giderir,’ diyecektir.” Evet, tam bir gurme menüsü değil ama hem fiyatı uygun hem katılanları ilgi uyandırıcı… Kayda değer bir nokta daha: Epikuros döneminde Yunanistan’da hüküm süren âdetlerin aksine Bahçe’de kadınlar hoş karşılanıyordu. Felsefi muhabbetlerde eşit muamele görüyorlardı. Arada masalara fahişeler dahi oturuyordu. İşte bu durum Atina’da dedikoduların yayılmasına yol açtı: Epikuros ve takipçileri “ahlaksız hedonistler”di. Oysa hiç de öyle değildiler: Bizzat Epikuros sakin hazları azgınlarına yeğlerdi. Devrin diğer Helenist felsefe akımlarının aksine Epikurosçuluk hem cinsiyet hem toplumsal sınıf bakımlarından eşitlikçiliği kucaklıyor ve uyguluyordu.

Epikuros’un özgün yazıları bugün ya kayıptır ya imha edilmiştir (üç yüzden fazla kitap yazdığına inanılmakla birlikte günümüze sadece üç mektubu ve bir avuç aforizması ulaşabilmiştir) ama felsefesi Yunanistan’a sağlığında yayılmış, daha sonra, özellikle Romalı şair Lucretius’un, başyapıtı Şeylerin Doğası’nı temel Epikurosçu ilkeler üzerine kurmasıyla İtalya’yı ele geçirmiştir. Epikuros’un felsefesinin yayılmasında kendi öngörüsü ve kitabının büyük payı vardı: vasiyetinde her şeyini öğretilerini sürdürecek bir okul açılmasına bağışlamıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir