David Mitchell – Bulut Atlasi

Hint köyünün ötesinde, ıssız bir sahilde taze ayak izlerine rastladım. Çürümüş yosunların, denizcevizlerinin ve bambuların arasındaki izler beni sahiplerine, pantolonunun paçalarıyla Gemici ceketinin kollarını kıvırmış, düzgünce biçimlendirilmiş bir Sakalı ve kocaman bir şapkası olan, bir çay kaşığıyla cüruflu kumları küreyip büyük bir dikkatle inceleyen bir Beyaz adama götürdü; adam bu işe o kadar dalmıştı ki üç metre yakınına gelip de selam verinceye kadar beni fark etmedi. İşte, Londra asilzadelerinin cerrahı Dr. Henry Goose’la tanışmam böyle oldu. Tabiiyeti beni hiç şaşırtmadı. Bir İngiliz’in kurcalamasından kurtulacak kadar yüksekte bir kartal yuvası ya da çok uzakta bir ada varsa bile, bu benim gördüğüm hiçbir haritada yer almıyor. Doktor o kasvetli sahilde bir şey mi kaybetmişti? Ona yardımlarımı sunabilir miydim? Dr. Goose başını sağa sola salladı, düğümlediği mendilini çözdü ve içindekileri bariz bir gururla sergiledi. “Dişler, bayım, arayışımın nedeni bu mine kaplı kutsal kâseler. Eskiden bu Arkadya sahili yamyamların ziyafet salonuydu, evet, burada güçlüler zayıfları domuz gibi yerdi. Siz ya da ben kiraz çekirdeklerini nasıl tükürürsek, onlar da dişleri öyle tükürürdü. Ama, bayım, bu azı dişleri altına dönüştürülebilir. Nasıl mı? Soylular için takma diş imal eden Picadillyli bir zanaatkâr, insan dişleri için iyi para ödüyor. Bunların yüz gramı ne kadar eder, biliyor musunuz, bayım?” Bilmediğimi itiraf ettim. “Sizi ben de aydınlatamam, bayım, çünkü bu bir meslek sırrıdır!” Parmağıyla burnuna pat pat vurdu.


“Bay Ewing, Mayfair Markizi Grace’le tanıştınız mı? Hayır mı? Böylesi sizin için daha iyi, zira kendisi kabarık etekler içinde bir cesettir. O cadaloz, adıma leke sürüp Cemiyetten dışlanmama neden olan suçlamalarda bulunduğundan bu yana beş yıl geçti.” Dr. Goose gözlerini denize dikti. “Seyahatlerim işte o karanlık anda başladı.” Doktorun vaziyetine duyduğum üzüntüyü dile getirdim. “Teşekkür ederim, bayım, ama bu dişler” —mendilini şöyle bir salladı— “benim kurtarıcı meleklerim. Müsaade buyurursanız izah edeyim. Markiz, az önce sözünü ettiğim doktor tarafından imal edilen takma dişler kullanmaktadır. O kokular sürünmüş Dişi Eşek, önümüzdeki Noel yortusunda Büyükelçiler Balosu’nda konuşma yaparken ben, Henry Goose, evet ben, ayağa kalkacak ve gerçeği herkese ilan edeceğim: yani, ev sahibemizin yemeklerini çiğnemek için yamyam dişleri kullandığını! Büyük ihtimalle, Sir Hubert söylediklerime karşı çıkacak, ‘Delil gösterin ya da verdiğiniz zararı tazmin edin!’ diye kükreyecektir o hödük. Ben de o zaman, ‘Delil mi, Sir Hubert? Annenizin dişlerini Güney Pasifik’in tükürük hokkasından bizzat topladım! İşte bakın, birkaç arkadaşı da yanımda!’ diyecek ve işte bu gördüğünüz dişleri markizin bağa çorba kâsesine fırlatacağım; bu da bayım, benim tazminatım olacak! O çokbilmişler, buz kalpli Markiz’i gazetelerinde yerden yere vuracak; Markiz önümüzdeki mevsim Fakirler Balosu’na bile davet edilirse kendisini şanslı sayacak!” Henry Goose’a aceleyle iyi günler diledim. Delinin teki olduğunu sanıyorum. 8 Kasım Cuma ~ Penceremin altındaki kaba saba tersanede, cıvadra üzerinde yapılan çalışmalar Bay Sykes’ın yönetimi altında ilerliyor. Ocean Bay’in tek tavernasının sahibi olan Bay Walker, yine buranın en önemli kereste taciri; Liverpool’da usta bir gemi yapımcısı olarak geçirdiği yıllarla böbürlenip duruyor. (Artık Yeni Zelanda ve Avustralya adabımuaşereti konusunda, böyle olasılıktan uzak hikâyeleri kurcalamayacak kadar ustayım.

) Bay Sykes, Propethess’i “Bristol usulü”ne uydurmanın bütün bir hafta süreceğini söyledi. Musket’ta tıkılı geçirilecek yedi gün çetin bir ceza gibi geliyor; gelgelelim, o ölümcül fırtınanın keskin dişleri ve sularda yitip giden gemiciler aklıma geldiğinde, şu an yaşadığım talihsizlik gözüme o kadar da büyük görünmüyor. Bu sabah merdivenlerde Dr. Goose’la karşılaştım, birlikte kahvaltı ettik. Ekimin ortasında, zanaatini misyoner olarak ifa ettiği Fiji’den buraya Brezilya’ya ait Namorados adlı yük gemisiyle geldiğinden beri Musket’ta kalıyormuş. Doktor şimdi, varışı çok gecikmiş olan, Avustralya yapımı, Nellie adlı fok gemisinin gelip onu Sydney’e götürmesini bekliyor. Sömürgeye vardığında, memleketi Londra’ya dönmek için bir yolcu gemisinde yer arayacak. Dr. Goose’la ilgili kanaatim hem haksız, hem de erken olmuş. Benim mesleğimde ilerleyebilmek için insanın Diyojen kadar şüpheci olması gerekir ama bu şüphecilik bazen kişinin karşısındaki, hemen göze çarpmayan erdemleri görmesine mani olabilir. Doktor’un kendine has tuhaflıkları var ve bunları bir damla Portekiz piscosu (asla fazla kaçırmıyor) karşılığında memnuniyetle anlatıyor; ama Sydney’nin doğusuyla Valparaiso’nun batısındaki bu enlemde, benim dışımdaki tek centilmen olduğunu kabul etmem gerek. Belki ona Sydney’deki Partridge’lere götürmesi için bir tavsiye mektubu bile yazabilirim; Dr. Goose’la sevgili Fred aynı hamurdan yoğrulmuş. Kötü hava sebebiyle sabah yürüyüşüne çıkamadığım için turba kömürü ateşinin başında hikâyeler anlattık ve saatler dakikalar gibi geçti. Uzun uzun Tilda’yla Jackson’dan, bir de San Francisco’daki “altına hücum”la ilgili korkularımdan söz ettim.

Sonra sohbetimiz memleketimden Yeni Güney Galler’de üstlendiğim noterlik görevine, oradan da Leeches ve Locomotives yoluyla Gibbon, Malthus ve Godwin’e atladı. Böyle nazik sohbetler, Propethess’te eksikliğini derinden hissettiğim bir hoşluk: doktor da hakiki bir bilge. Üstüne üstlük, Propethess limandan ayrılana ya da Nellie gelene dek bizi oyalayacak, çok güzel bir fildişi satranç takımı var. 9 Kasım Cumartesi ~ Güneş, bir gümüş dolar gibi pırıl pırıl doğdu. Bizim uskuna, Körfez’de hâlâ acıklı bir manzara oluşturuyor. Bir Hint savaş kanosu sahilde karina ediliyor. Henry’yle ben tatil havasında “Şölen Kumsalı”na doğru yola koyulduk, Bay Walker için çalışan hizmetçiye gamsızca selam verdik. Asık suratlı kız bir çalıya çamaşır asıyordu; bizi görmezden geldi. Teni, kanında bir miktar Siyahilik olduğunu gösteriyor; herhalde annesi, orman ahalisinin pek de uzak akrabası değilmiş. Hint köyünün aşağısından geçerken duyduğumuz bir “vızıltı” merakımızı uyandırdı, kaynağını bulmaya karar verdik. Yerleşim yerinin etrafı kazıklardan yapılma bir çitle çevrili; bu çit o kadar çürümüş ki, insan istese kendine bir düzine giriş yolu bulabilir. Tüysüz bir dişi köpek başını kaldırdı ama dişleri dökülmüştü, ölmek üzereydi, havlamadı. Ponga kulübelerinin (dallardan, toprak duvar ve hasır tavandan müteşekkil) oluşturduğu bir dış halka, oyma lento parçaları ve gelişigüzel yapılmış verandaları olan ahşap “asilzade” evlerinin çevresini sarmış. Bu köyün merkezinde, biri herkesin içinde kırbaçlanıyordu. Henry’yle ben orada bulunan yegâne Beyazlardık, ama olayı izleyen Hintliler, üç kast halinde birbirlerinden ayrılmışlardı.

Tüylü bir pelerin içindeki reis tahtında oturuyor; dövmeli eşraf, karıları ve çocuklarıyla orada hazır bulunuyordu; sayıları toplam otuz kadardı. Kestane rengi efendilerinden daha esmer ve kirli, sayıları da efendilerinin yarısından az olan kölelerse çamurun içine çömelmişlerdi. Akraba evliliği mahsulü, hantal güruh! Çiçekbozuğu suratları haki-haki çıbanlarıyla kaplı bu zavallılar, karşılarında infaz edilen cezayı o tuhaf, arılarınkine benzer “vızıltı” dışında bir tepki vermeden seyrediyorlardı. Empati miydi, kınama mı; bu uğultunun manasını anlayamadık. Kırbaçlayan, cüssesi değme boksörün gözünü korkutabilecek bir insan azmanıydı. Bu vahşi adamın kaslarının her bir santimine büyüklü küçüklü kertenkele dövmeleri kazınmıştı — derisi iyi para ederdi ama onun derisini yüzme işini Hawaii’nin bütün incileri karşılığında bile yapmam! Saçları geçirdiği zor yıllar yüzünden kırlaşmış, acınası haldeki tutsak, A biçimindeki bir çerçeveye çırılçıplak bağlanmıştı. Vücudu, derisini yüzen her bir darbeyle sarsılıyordu; sırtı kanlı harflerle kaplı bir parşömeni andırıyordu; ama hiçbir duygu yansıtmayan yüzünde, şimdiden Tanrı’nın himayesine girmiş bir şehidin sükûneti vardı. İtiraf etmeliyim ki, tutsağın sırtına inen her kırbaç darbesinde bayılacak gibi oldum. Sonra tuhaf bir şey oldu. Kırbaçlanan vahşi, öne düşmüş olan başını kaldırdı, gözleriyle gözlerimi buldu ve bana esrarengiz, dostane bir aşinalıkla baktı! Çoktandır karşılaşmadığı bir arkadaşını Kraliyet Locasında gören; seyircilere fark ettirmeden arkadaşına onu tanıdığını belirten bir bakış atan bir tiyatro oyuncusu gibiydi. Dövmeli bir “kara adam” yanımıza geldi, orada istenmediğimizi belirtmek için nefrit hançerini salladı. Tutsağın suçunun mahiyetini sormak istedim. Henry kolunu omzuma doladı. “Gel, Adam, aklı başında insan bir hayvanla avının arasına girmez.” 10 Kasım Pazar ~ Bay Boerhaave çok güvendiği haydut çetesinin ortasında, Lord Anakonda ve küçük yılanlarını andırır biçimde oturuyordu.

Alt kattaki pazar “kutlamaları” ben kalkmadan başlamıştı. Tıraş olmak için su bulmaya gittiğimde, tavernayı, Walker’ın ağına düşürüp o anda düzenlenmiş bir umumhaneye hapsettiği zavallı Hintli kızlarla yatmak için sırasını bekleyen gemicilerle dolu buldum. (Rafael bu âleme katılmamıştı.) Pazar orucumu bir kerhanede açacak değildim. Henry de durumdan benim kadar iğrenmişti; böylece kahvaltıdan vazgeçtik (şu an hizmetçi şüphesiz başka işlere koşuluyordu) ve orucumuzu açmadan, ibadet için şapele doğru yola çıktık. Daha iki yüz metre gitmemiştik ki Musket’taki odamda, içeri dalabilecek sarhoş gemicilerin rahatlıkla görebileceği şekilde masanın üstünde duran bu günlüğü dehşetle hatırladım. Günlüğün güvenliğinden (ve kendi güvenliğimden; ya Bay Boerhaave’in eline geçerse?) endişelenerek, günlüğü daha sağlam bir yere saklamak için geri döndüm. Dönüşüm kulaklara varan ağızlarla karşılandı, ben de “iti an çomağı hazırla” durumu yarattığımı sandığım bu sırıtışların gerçek sebebini, odamın kapısını açtığımda öğrendim: Bay Boerhaave’in ayı gibi kaba etleri benim yatağımda, Sarışın Zenci’ye binmiş halde, iş üstünde! O şeytan Hollandalı özür diledi mi peki? Ne gezer! Mağdur tarafın kendisi olduğuna kanaat getirerek, “Çek git buradan, Bay Kalemçük! Yoksa kitabını s———m, o düzenbaz Yanki gaganı orta yerinden kırarım!” diye kükredi. Günlüğümü kapıp aşağıya indiğimde, orada toplanmış eğlenmekte olan Beyaz vahşilerin alaylarıyla karşılandım. Walker’ı, özel oda parası ödediğimi ve odanın ben orada yokken bile özel kalmasını beklediğimi söyleyerek payladım, ama o dolandırıcı yalnızca, “çeyrek saat boyunca ahırındaki en güzel kısrağa” üçte bir indirimle “binmem”i teklif etmekle yetindi. İğrenmiş halde, ona bir koca ve baba olduğumu hatırlattım ve çiçekbozuğu orospularıyla yatıp gururumu ve edebimi lekelemektense ölmeyi yeğleyeceğimi belirttim. Walker kendi biricik kızlarına bir daha “orospu” dersem “gözlerimi süslemek”le tehdit etti beni. Dişsiz yılanlardan biri, bir eşe ve çocuğa sahip olmak tek bir erdemse, “Aa, Bay Ewing, o zaman ben senden on kat daha erdemliyim!” diyerek benimle dalga geçti ve görmediğim bir el, üstüme bir maşrapa dolusu sheog boca etti. Sıvının yerini daha sert bir şey almadan geri çekildim. Şapelin çanı Ocean Bay’in içinde Tanrı korkusu olan sakinlerini çağırıyordu; ben de oraya, Henry’nin beklediği yere doğru seğirttim.

Bir yandan da az önce pansiyonda tanık olduğum çirkin olayları unutmaya çalışıyordum. Şapel, eski bir banyo küveti gibi gıcırdıyordu; cemaatse iki elin parmaklarını ancak geçer sayıdaydı; ama hiçbir seyyah susuzluğunu çöldeki bir vahada, bu sabah Henry’yle benim ibadet ettiğimiz kadar minnet duyarak gidermemiştir. Şapelin Lutherci kurucusu on kış önce ölüp şapelin mezarlığına gömülmüş, o zamandan beri yerine kimse atanıp da mihrabın başına geçmemiş. Bu yüzden, cemaatin mezhebi Hıristiyan inançlarıyla dolu karman çorman bir pazar torbası gibiydi. Cemaatin okuma yazma bilen yarısı Kitabı Mukaddes’ten pasajlar okuyordu, biz de yüksek dini mahkemenin öngördüğü bir iki ilahiye katıldık. Bu avam sürüsünün önderi, Bay D’Arnoq denen adam, mütevazı haçın altında durarak Henry ve beni de kendisine katılmaya davet etti. Geçen haftaki fırtınadan kurtulmama duyduğum minnetle Luka’nın 8. babından okumaya başladım, “Yanına geldiler, onu uyandırıp dediler: Üstat, üstat, helâk oluyoruz! İsa uyanıp yeli ve suyun çalkanmasını azarladı; ve onlar durdu, ve limanlık oldu.” *

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir