David Mitchell – Hayalet Yazilar

Enseme üfleyen de kim? Arkama döndüm. Renkli cam kapılar tıslayarak kapandı. Işık parlaktı. Bomboş lobide yapma eğreltiotları, yukarı aşağı yavaşça sallanıyordu. Güneşin altında kalmış otoparkta ufacık bir hareket bile yoktu. Otoparkın ötesinde de bir sıra palmiye ve derin gökyüzü. “Beyefendi?” Arkama döndüm. Resepsiyon görevlisi kalemini uzatmış, üniforması gibi düzgün tebessümüyle hâlâ bana bakıyordu. Kadının makyajının gizleyemediği derisindeki gözenekleri gördüm, fon müziğinin gizleyemediği sessizliği, sessizliğin gizleyemediği hareketliliği duydum. “Kobayaşi. Biraz önce, havaalanından telefon etmiştim. Oda rezervasyonu için.” Avuçlarımda karıncalanmalar. Minik dikenler. “Ah, tabiî, Bay Kobayaşi…” Peki ya bana inanmazsa? Otellere hep sahte adlarla kaydolmanın kirliliği.


Düzüşmek için, yabancılarla. “Buraya adınızı, adresinizi yazmanızı rica etsem, Efendim… bir de mesleğinizi?” Sargılı elimi gösterdim. “Üzgünüm, ama formu benim yerime sizin doldurmanız gerekecek.” “Tabiî… Geçmiş olsun, nasıl oldu bu?” “Kapıya sıkıştı.” Kadıncağız yüzünü anlayışla buruşturdu ve formu kendine doğru çevirdi. “Mesleğiniz, Bay Kobayaşi?” “Yazılım mühendisiyim. Anlaştığım çeşitli şirketlere programlar yazıyorum.” Kadın kaşlarını çattı. Söylediğim, elindeki forma uymuyordu. “Anladım, yani bir şirket adı falan yok…” “İsterseniz, şimdi adına çalıştığım şirketin adını yazalım.” Kolay. Kardeşliğin teknoloji bölümü teyidini ayarlasın artık. “Çok güzel, Bay Kobayaşi… Okinava Garden Oteli’ne hoş geldiniz.” “Teşekkür ederim.” “Okinava’ya iş için mi geldiniz, turist olarak mı, Bay Kobayaşi?” Tebessümündeki bir merak belirtisi miydi? Yüzündeki bir kuşku mu? “Yarı iş, yarı turizm” diye yanıtladım alfa kontrol sesimle.

“Umarım burada rahat edersiniz. Buyurun anahtarınız, Efendim. Oda numaranız 307. Yardıma ihtiyacınız olursa, lütfen bizi aramakta tereddüt etmeyin.” Sen? Bana yardım? “Teşekkür ederim.” Kirlilik, kirlilik. Bu Okinavalılar hiç saf kan Japon olmadılar. Ataları daha farklı, daha güçsüzdü. Dönüp asansöre doğru yürürken, içimden bir ses resepsiyondaki kadının yüzünü buruşturduğunu söylüyordu. Karşısındaki zekânın kalibresinden haberi olsa, böyle yapmazdı. Onun da zamanı gelecek, herkes gibi. Dev otelde tek bir ruh bile kımıldamıyordu. Sessiz koridorlar, öğlen vaktinde katakomplar kadar bomboş uzanıyordu. Odamda hava yok. Alfa dalgalarına zarar verdiği için, Tapınak’ta klima yasak.

Kardeşlerimle dayanışma içinde olduğumu göstermek amacıyla klimayı kapatıp pencereleri açtım. Perdeleri kapalı tutarım. Odaya kimin teleobjektif doğrultacağı bilinmez. Dışarıya, güneşin gözüne baktım. Naha çirkin ve değersiz bir kent. Arkasında Pasifik’in mavi- yeşili olmasa, burası Tokyo’nun kollarından herhangi biri sanılabilirdi. Kırmızı-beyaz televizyon anteni hükümetin bilinçaltına yönelik komuta frekanslarını yayıyor. Alışıldık büyük mağazalar penceresiz tapınaklar gibi yükselip, kirlenmişi şaşırtarak boyun eğmeye zorluyor. Mahalleler ve fabrikalar havaya ve su kaynaklarına zehir pompalıyor. Buzdolapları çer çöple dolu arsalarda terk edilmiş. Bunların kentleri bayağılık aşılanmış yerlere nasıl bu kadar benzetilebilir! Yeni Dünya’nın güçlü bir süpürge gibi bu cerahatli kargaşayı bir kenara süpürdüğünü, dünyaya bekâretini geri verdiğini pekâlâ düşleyebiliyorum. Ondan sonra da, Kardeşlik bizlere layık, hayatta kalanların sonsuza dek seveceği bir şey yaratacak. Temizlendim ve banyo aynasında yüzümü inceledim. Hayatta kalanlardan birisi de sensin, Quasar [1] . Samuray mirasımı daha da belirginleştiren güçlü çizgiler.

Kalkık kaşlar. Kartal burnu. Müjdeci Quasar. Muhterem Serendipity [2] adımı kehanet gibi koymuş. Benim görevim, imanlılar dünyasının kıyısında nabız gibi vurmaktı, karanlıkta yapayalnız. Bir koruma. Bir haberci. Vantilatörün pervanesi vınladı. Vınlamanın ötesinde bir yerde, küçük bir kızın hıçkırıklarını duydum. Bu çarpık dünyada ne çok mutsuzluk. Tıraşa başladım. Sabah erken uyandım, ilk birkaç dakika nerede olduğumu çıkaramadım. Düşümün yapbozları sağa sola saçıldı. O düşte liseden etüt öğretmenim Bay İkeda vardı, bir de en azgın zorbalardan iki ya da üç tanesi. Biyolojik babam da görünmüştü.

Zorbaların, sınıftakileri ölüymüşüm gibi davranmaya zorladıkları o günü hatırlıyorum. Öğleden sonraya kalmadan, haber bütün okula yayılmıştı. Beni görmediklerini söylüyorlardı. Konuştuğumda da sanki beni duymuyormuş gibi davrandılar. Bay İkeda olanları duydu ve toplumun genç dimağlara göz kulak olmakla görevlendirdiği biri olarak, ne yaptı dersiniz? Pezevenk, son etüt saatinde benim için cenaze töreni düzenledi. Hatta tütsü bile yaktı, ilahiler söyletti, ne gerekiyorsa yaptırdı. Muhterem Serendipity hayatımı aydınlatana kadar, savunmasızdım. Vazgeçmeleri için onlara bağırıp çağırdım ağladım, ama kimse beni görmüyordu. Ölüydüm. Uyanır uyanmaz bir rahatsızlık hissettim, kamışımın dikildiğini gördüm. Gereğinden çok gama ışını paraziti. Aletim inene kadar Muhterem Serendipity’nin resminin altında meditasyon yaptım. Kirlenmişlerin istediği cenaze töreniyse, Muhterem Serendipity ayağa kalkıp krallığını istemeden önce, Beyaz Geceler boyunca, istemedikleri kadar cenaze töreni olacak. Yas tutanın olmadığı cenaze törenleri. Kentin ana caddesi Kokusai Dori’de yürüdüm, peşime düşen varsa, onu atlatmak için aynı yolu geri dönüp, yan sokaklara saptım.

Yazık ki alfa potansiyelim henüz görünmezliği gerçekleştirecek kadar güçlü olmadığından takipçileri eski yöntemlerle atlatmak zorundayım. Peşimden kimsenin gelmediğinden emin olunca bir oyun merkezine dalıp, oradaki bir telefon kulübesinde bir numarayı çevirdim. Umumî telefon kulübelerinin dinlenmesi daha zor. “Kardeşim, ben Quasar. Beni lütfen Savunma Bakanı’na bağla.” “Tabiî, kardeşim. Bakan seni bekliyordu. İzin ver de, seni son görevindeki başarından dolayı kutlayayım.” İki dakika kadar beklemede kaldım. Savunma Bakanı, Muhterem Serendipity’nin gözdelerinden. Muhterem Serendipity’nin çağrısını işitmeden önce yargıçtı. Doğuştan önder. “Ah, Quasar. Harika. Sağlığın iyi mi?” “Muhterem Serendipity’nin emrinde, Bakanım.

Sağlığım hep iyi oldu. Alerjilerimi atlattım ve dokuz ay var ki…” “Seninle gurur duyuyoruz. Muhterem Serendipity imanının derinliğinden çok etkilendi. Çok etkilendi. Şimdi inzivasında hayat kaynağın üzerine meditasyon yapıyor. Sadece senin hayat kaynağını güçlendirip zenginleştirmek için.” “Bakanım, lütfen en derin şükranlarımı iletin.” “Memnuniyetle. Bunu hak ettin. Bu, kirlenmiş kalabalığa karşı verilen bir savaş ve bu savaşta cesaret örnekleri görmezden gelinemez, ödülsüz kalamaz. Şimdi. Ailenden ne kadar süre daha ayrı kalacağını merak ediyor olmalısın. Kabine yedi günün yeterli olacağını düşünüyor.” “Anlıyorum, Bakanım.” Yere kadar eğildim.

“Televizyon haberlerini gördün mü?” “Kirlenmiş devletin yalanlarından kaçınıyorum, Bakanım. Hangi yılan, oynatıcısının çağrısına isteyerek uyar ki? Tapınağın uzağında olmama rağmen, Muhterem Serendipity’nin talimatı yüreğimde kazılı duruyor. Eşek arılarının kovanını epeyce çomakladık, sanırım.” “Gerçekten de öyle. Terörizmden söz edip, ağızlarındaki pis köpükleri göstermeye başladılar bile. Zavallı hayvanlar neredeyse acınacak durumdalar -neredeyse. Muhterem Serendipity’nin tahmin ettiği gibi, asıl gözden kaçırdıkları nokta başlarına gelenlerin nedeninin günahları olduğu. Gururları Quasar, seçilmiş adalet dağıtıcılarından birisin! Otuz Dokuzuncu Kutsal Vahiy: Kişinin kendi fedakârlığından gurur duyması günah değil, kendine saygıdır. Sen yine de fazla göze batmamaya bak. Bulunduğun ortama karış. Biraz etrafı gez. Masraf ödeneğin yetecektir, değil mi?” “Sayman olağanüstü cömert davrandı, zaten benim ihtiyaçlarım da basit.” “Çok iyi. Yedi gün sonra bizi yine ara. Kardeşlik sevgili biraderimizin eve dönüşünü dört gözle bekliyor.

” Gün ortası temizliği ve meditasyon için otele döndüm. Bir iki kraker, yosun bisküvisi ve kaju fıstığı yedim, odamın yanındaki makineden aldığım yeşil çayı içtim. Yemekten sonra otelden çıkarken, resepsiyondaki kirlenmiş görevliden bir harita aldım ve gezmek için turistik bir yer seçtim. Japon Deniz Komuta Merkezi, Naha’nın kuzeyine doğru, şehre hâkim bir tepedeki bakımsız bir parkın içindeydi. Savaş sırasında öylesine iyi gizlenmişti ki, Okinava’yı ele geçiren Amerikalı işgalciler komuta merkezini üç hafta sonra bir rastlantı sonucunda buldular. Amerikalılar pek zeki bir ırk değil. En belirgin olanı bile gözden kaçırıyorlar. On yıl önce, büyükelçilikleri, Muhterem Serendipity’ye oturma izni vermeyi reddetme cüretini bile göstermişti. Tabiî şimdi Muhterem Serendipity uzay altı dönüşüm yöntemlerini kullanarak istediği yere gidip geliyor. Hiçbir güçlükle karşılaşmadan Beyaz Saray’ı bile birkaç kez ziyaret etti. Bilet alıp basamakları indim. Loş serinlik hoşuma gitti. Bir yerlerde bir boruda sızıntı yapıyordu. Amerikalı işgalcileri bekleyen bir sürpriz daha vardı. Onurlu bir ölümle gitmek için birlikteki dört bin kişinin tamamı hayatına kıymıştı.

İşgalden yirmi gün önce. Onur. Kirlenmişlerin ilahlarla dolu, köpüklü dünyası onurdan ne anlar? Tünellerden geçerken, parmaklarımın ucuyla duvarları okşadım. Askerlerin kalelerini kazmak için el bombalarıyla, kazmalarıyla duvarda açtıkları yara izlerini okşarken o askerlerle akrabalık hissettim. Tapınak’ta hissettiğim akrabalığın eşini. Güçlendirilmiş alfa kat sayımla, onlardan kalan hayat kaynağı kalıntılarını topluyordum. Zaman kavramını yitirene dek tünellerde dolaştım. Bu soyluluk anıtından ayrılırken, bir otobüs dolusu turist sökün etti. Onlara, fotoğraf makinelerine, patates cipsi paketlerine, salak Kansai ifadelerine, bir karasinekten de düşük alfa kapasitesine sahip kolsuz bacaksız akıllarına baktım ve elimde temizlik sıvısından bir şişecik daha olmamasına üzüldüm; olsaydı, şişeyi peşlerinden merdivenlere atar ve kapıyı üstlerine kilitlerdim. Böylece bunlar da, tıpkı Tokyo’nun parayla körleşmişlerinin temizlendiği gibi arınırlardı. Böylesi bir temizlik onlarca yıl önce, daha yetmiş iki saat önce benim de yapmaya hazır olduğum gibi, inançları için ölen genç askerlerin ruhlarını sakinleştirirdi. Bu kahramanlar savaştan sonra topraklarımızı yağmalayan kukla hükümetlerin ihanetine uğradılar. Disney ve McDonald’s pazarına dönüşen toplumun hepimize ihaneti gibi. Bütün bu fedakârlıklar, ne için? Amerika Birleşik Devletleri’ne batırılamaz bir uçak gemisi yapmak için. Ama elimde hiç şişe kalmadığından bu kirlenmiş, geveze, pisletici, boyuna üreyen, saygısız salaklara dayanmak zorundaydım.

Onlar yüzünden, kelimenin tam anlamıyla soluk almakta zorlanıyordum. Palmiye ağaçlarının altından, tepeden aşağıya indim. 2 Sol elin ayasında bir alfa alıcı nokta vardır. Muhterem Serendipity beni ilk kez huzuruna kabul ettiğinde, sol elimi açtı ve işaret parmağını bu alıcı noktaya usulca bastırdı. Sanki zevk veren elektrik akımının tuhaf vızıltısını hissettim; sonraları konsantrasyon gücümün dört katına çıktığını fark ettim. Üç buçuk yıl önceki o çok değerli gün yağmur yağıyordu. Bulutlar Fuji Dağı’ndan aşağılara inmeye başlamıştı, Tapınağın çevresindeki engebeli tarlalarda doğu rüzgârı esiyordu. O günden on iki hafta önce Kardeşliğe Hoş Geldin Programı’na yazılmış ve daha o sabah Kardeşlik Saymanlığı’ndan bir bakan yardımcısıyla bazı işleri halletmiştim. Maddecilik hapishanesinden kurtulmamı sağlayacak kâğıtlar imzalamıştım. Artık evim ve içindekiler, birikimlerim, emeklilik hesabım, golf üyeliğim ve arabam Kardeşliğe aitti. Kendimi hiç düşünemeyeceğim kadar özgür hissediyordum. Tahmin edileceği gibi, ailem -kirlenmiş, biyolojik ailem, kan bağlarım- anlayamadı. Bütün hayatım boyunca her başarıyı ve başarısızlığı santim santim ölçmeye alışmışlarken, şimdi elimi kolumu bağlayan kuralları koparıp atıyordum. Annemden aldığım son mektupta, babamın beni vasiyetinden çıkardığı yazılıydı. Oysa Muhterem Serendipity’nin 71’inci Kutsal Vahiy’de belirttiği gibi, Lanetlilerin öfkesi, kutsal dağı kemirmeye çalışan sıçan kadar etkisizdir.

Beni zaten hiç sevmemişlerdi. Televizyonda görmeseler, dünyanın varlığından bile haberdar olmayacakları muhakkaktı. Muhterem Serendipity, yanında Güvenlik Bakanı’yla birlikte merdivenlerden indi. Büroya yaklaştıkça, ışık beyazlaştı. Önce sandaletti ayakları ile kızıl cüppelerini gördüm, sonra da sevgili biçimi görünür oldu. Kim olduğumu, neler yaptığımı telepatiyle bilerek, bana bakıp gülümsedi. “Ben Guru’yum.” Ve kutsal yakut yüzüğünü diz çökerek öpmeme izin verdi. Manyetik kutbu hisseden bir pusula gibi, ondan yayılan alfa dalgalarını duyabiliyordum. “Efendi” dedim. “Eve geldim.” Muhterem Serendipity’nin konuşması pürüzsüz ve harikaydı, kelimeler ta gözlerinden geldi. “Kendini kirlenmişlerin tımarhanesinden kurtardın. Küçük kardeş. Bugün, yeni bir aileye sahipsin.

Eski kan bağı aileni aştın ve yeni ruh ailene katıldın. Bugünden itibaren on bin biraderin ve hemşiren olacak. Dünyanın sonu geldiğinde, aile milyonlara ulaşacak. Ve tüm ülkelere kök salarak gelişecek, gelişecek, gelişecek. Yabancı ülkelerde verimli topraklar buluyoruz. Dıştaki dünya içteki dünya olana kadar, ailemiz büyüyecek. Bu, kaçınılmaz, geleceğin gerçeği. Kehanet değil. Sınırsız ve ıstırapsız dünyamızın en yeni çocuğu, kendini nasıl hissediyorsun?” “Talihli, Muhterem Serendipity. Daha yirmilerimde olmama rağmen, gerçek pınarından içebilecek kadar talihli.” “Benim küçük kardeşim, seni buraya getirenin talih olmadığını ikimiz de biliyoruz. Seni bize sevgi getirdi.” Sonra beni öptü, ben de ebedî hayatın ağzını öptüm. “Kim bilir” dedi Efendim, “eğer alfanı kendi kendine yükseltmeye Eğitim Bakanı’nın anlattığı hızda devam edersen, gelecekte çok özel bir görev alabilirsin…” Yüreğim daha da havalara uçtu. Benden bahsetmişler! Daha toy bir çırakken, benden bahsetmişler! Kafe barlarda, dükkânlarda ve bürolarda ve okullarda, alışveriş merkezinin dev ekranında, tavşan kafesine benzeyen her apartman dairesinde, insanlar temizlik haberlerini izledi.

Odamı temizlemeye gelen hizmetçi, bir an bile susmadan olanlardan bahsetti. Saçmalamasına izin verdim. Ne düşündüğümü sordu. Sadece Nagoyalı basit bir bilgisayar sistemleri mühendisi olduğumu, bu işlerden hiç anlamadığımı söyledim. Onun gözünde, kayıtsızlık yeterli değildi: Nefreti dışa vurmak şarttı. Kuşku çekmemek için, biraz rol yapmalıydım. Kadın Kardeşlik’ten söz etti. Geçmişteki uyarılarımıza rağmen, anlaşılan ülkenin iğrenç medyasının cüzamlı parmaklan bize uzatılmış. Tam ikindi vakti biraz daha şampuan ve sabun almak için yine dışarı çıktım. Resepsiyondaki kadın gözlerini televizyon ekranına dikmiş, sırtı lobiye dönük oturuyordu. Televizyon kirli yalanlar yayınlar ve insanın alfa korteksine zarar verir. Buna rağmen, birkaç dakikanın benim için bir şey fark ettirmeyeceğini düşünüp, kadınla birlikte izledim. Yirmi biri temizlenmiş, yüzlercesi yarı temizlenmiş. Kirlenmişlerin devletine kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir uyarı. “Böyle bir şeyin Japonya’da olmasına inanamıyorum” dedi resepsiyondaki kadın.

“Amerika’da, tamam. Ama burada?” “Uzmanlardan” oluşan bir panel “zulmü” tartışıyordu. Uzmanların içinde on dokuz yaşında bir pop yıldızı ile Tokyo Üniversitesi’nden bir sosyoloji profesörü de vardı. Japonlar neden sadece pop yıldızları ile profesörleri dinler? Aynı görüntüleri durmadan tekrarladılar, temizlenmemişlerden bir kalabalığın metro istasyonundan koşarak çıkmasını, mendillerini ağızlarına tutarak kusmalarını, gözlerini ovuşturmalarını gösterdiler. Muhterem Serendipity’nin 32’nci Kutsal Vahiy’de belirttiği gibi, Eğer gözlerin seni rahatsız ediyorsa, çıkar onları. Arınmanın özgürleştirdiği yerde yatan temizlenmişlerin görüntüleri. Bilgisizliklerinin ortasında hıçkırıp ağlaşan kan bağı aileleri. Başbakana, içlerindeki en büyük salağa kameraların dönmesi ve berikinin “bu canavarlığı yapanlar adalet önüne çıkarılmadıkça rahat etmeyeceğini” söylemesi. Bu ikiyüzlülük insanın gözünü körleştirmiyor mu? Gerçek canavarlığın, insanın kendi hayat kaynağı ile birliğinin sistematik katli olduğunu göremiyorlar mı? Kardeşliğin yaptığı çağımızın gerçek canavarına karşı basit bir karşı saldırının ötesine gitmiyor ki. Evrimin kaderimize kazanmayı yazdığı uzun bir savaşta ilk çatışma. Ve insanlar neden bunun boşluğunu göremiyorlar? İçine düştüğü lağım çukurunun farkına varmaktan bile âciz, rüşvete bulanmış, insanı sırtından hançerleyen, masa altlarında gezinen hamam böceği kılıklı başka bir siyasetçi daha: Böylesi kirlenmiş aşağılıklar Muhterem Serendipity’yi bir şey yapmaya zorlamayı nasıl düşünebilir? İstediği zaman görünmez olabilen, suyun altında nefes alabilen tanrısal varlığını, bu uçan yogi boddhisattva’yı? [3] O’nu ve O’nun Hizmetkârlarını “adalet” önüne çıkarmayı nasıl düşünebilir? Biz gezici adalet bakanlarıyız! Tamam, kendimi telepati ya da telekinesis yoluyla korumak için gerekli alfa kat sayısına henüz sahip değilim, ama temizliğin yapıldığı yerden yüzlerce kilometre uzaktayım. Kimsenin aklına beni burada aramak gelmeyecek. Serin lobiden dışarıya süzüldüm. Bütün hafta boyunca fazla göze batmamaya çalıştım, ama görünmemenin de dikkat çekebileceğini düşündüm. Katılmam gereken iş toplantıları uydurdum ve pazartesiden cumaya kadar her sabah tam 8.

30’da nazik bir “Günaydın”la resepsiyon görevlisinin önünden geçtim. Zaman sürünerek geçti. Naha’nın öteki küçük kentlerden pek farkı yok. Bu adaların kanını emen askerî üslerden gelen Amerikalılar, çoğu kolunda bizden bir dişiyle, birkaç kıvrım kumaştan başka bir şey giymemiş Japon dişileriyle anacaddelerde volta atıp duruyorlar. Okinava’nın erkekleri yabancıları taklit ediyor. Büyük mağazalarda dolaştım, sonu gelmez talep ve satın alma zincirlerinin arasında gezindim. Ayaklarım sızlayana kadar yürüdüm. Rafları akıl çöplüğü dergilerin ağırlığıyla bel vermiş loş kafelerde oturdum. Kendilerine ait olmayanı alıp satan işadamlarına kulak misafiri oldum. Yürümeye devam ettim. Sıradan salaklar, Muhterem Serendipity içimdeki gözleri açmadan önce, bir zamanlar benim de yaptığım gibi pachinko [4] makinelerinin sarsıntılı boşluğuna bakıyorlardı. Ana karadan gelen turistler hatıra eşyası satan dükkânları geziyor, kimsenin gerçekten istemeyeceği ıvır zıvırlardan kutular dolusu alıyorlardı. Ruhsatları olmadığı halde, kaldırımlarda saat ya da ucuz incik boncuk satan, her zamanki yabancılar. Zehirlenmiş çocukların okuldan sonra toplandığı, gözlerini günahkâr cyborg’ların, hayaletlerin ve zombilerin dövüştüğü ekranlardan ayıramadıkları oyun salonlarından geçtim. Hemen her yerdeki dükkânların eşi… Burger King, Benetton, Nike… Bana kalırsa, dünyanın her yerinde anacaddeler birbirine benziyor.

Ev kadınlarının döşeklerini havalandırmak için dışarı çıkardığı, aynı yılı altmış kez yaşadıkları arka sokaklardan geçtim. Dönen tezgâhının üzerine eğilmiş, yüzü çiçek bozuğu bir çömlekçiyi seyrettim. Ağzındaki sigarayı çıkarmadan öksüren, ölmek üzere bir adam, merdivenin son basamağına oturup, bir çocuğun bisikletini onardı. Ağzında tek dişi kalmamış bir kadın, ailenin kutsal kutusunun altındaki vazoya taze çiçekler koydu. Bir öğleden sonra, eski Ryuku sarayına gittim. Avluda içecek makineleri ve anahtarlık ve kamera filminden başka bir şey satmayan, Kutsal Kılıç Ustası adında bir dükkân vardı. Yüksek surların üstü Tokyo’dan gelen okul çocuklarıyla kımıl kımıldı. Erkekler uzun saçları, delik kulakları ve alınmış kaşlarıyla kızlara benziyorlar. Kızlar cep telefonlarıyla konuşup, şebek maymunları gibi gülüyorlar. Onlardan nefret et, dünyadan nefret etmek zorunda kalırsın, Quasar. Pekâlâ, Quasar. Öyleyse dünyadan nefret edelim. Naha’daki tek sakin yer, limandı. Gemileri, adalıları, turistleri ve görkemli yük gemilerini seyrettim. Denizden hep hoşlanmışımdır.

Biyolojik amcam beni Yokohama’da limana götürürdü. Gemilerin hangi limandan geldiğine ve ait oldukları ülkeye bakmak için, yanımıza bir cep atlası alırdık. Tabiî, bir ömür önceydi bu. Gerçek babam beni eve çağırmadan önce. Bir gün, öğlen temizliğimden sonra alfa transından çıkarken örümcek biçiminde donmuş bir gölge gördüm. Tuvalete atıp sifonu çekmek üzereyken, bana bir alfa mesajı iletti. Tabiî ya! Muhterem Serendipity benimle konuşmak için bu örümceği kullanıyordu. Guru’nun şeytanî bir mizah anlayışı vardı. “Cesaret, Quasar, seçilmişim. Cesaret ve kuvvet. Bu senin kaderin.” Örümceğin önünde diz çöktüm. “Beni unutmayacağını biliyordum, Tanrım” diye cevap verdim ve örümceğin vücudumun üzerinde gezinmesine ses çıkarmadım. Sonra onu küçük bir cam kavanoza koydum. Küçük biraderimi beslemek amacıyla, sinek yakalayabilmek için yapışkan kâğıt almaya karar verdim.

İkimiz de Muhterem Serendipity’nin habercisiydik. Kıyamet günü kültü hakkında spekülasyonlar gırla gidiyor. Beni nasıl rahatsız ediyor! Kardeşlik hayat için var, kıyamet için değil. Kardeşlik “kült” falan değil. Kültler insanı esir eder. Kardeşlik özgürleştirir. Kült önderleri, sahnenin gerisinde orospulardan haremleri ve Rolls-Royce filoları olan, yılandilli dolandırıcılardır. Guru’nun yakın çevresindeki hayata bir göz atma ayrıcalığına eriştim – görünürde tek bir kız bile yoktu! Muhterem Serendipity cinselliğin yapışkan ağından arınmış. Eşi sadece ona çocuk doğurması için seçilmiş. Guru’nun mütevazı ihtiyaçlarını Kabine üyelerinin ve ayrıcalıklı müritlerin en küçük oğulları yerine getiriyor. Efendi kutsamaya karar verdiğinde hemen zezen alfa oturuşuna geçebilmeleri için, bu talihlilerin üzerinde meditasyon peştamalından başka bir şey yok. Ve bütün Tapınak’ta sadece üç Cadillac var. Muhterem Serendipity, kirlenmişlere sahip olan materyalizm iblislerini ne zaman def edeceğini ve dışarıdaki dünyanın çamuruna girerken bu madde tutkusunu ne zaman bir Troya atı gibi kullanacağını iyi biliyor. Kardeşliğin üzerindeki kuşkuları uzaklaştırmak için, Muhterem Serendipity bazı gazetecilerin Tapınağa girmelerine ve alfa zenginleştirmesi sırasında biraderler ile hemşireleri filme almalarına izin verdi. Kimyasal tesislerimiz de denetlendi.

Bilimler Bakanı gübre ürettiğimizi açıkladı. “Etyemez insanlar olarak” diye şaka da yaptı, “Kardeşliğin çok sayıda hıyar yetiştirmesi gerekiyor!” Biraderlerim ile hemşirelerimi tanıdım. Ekran görüntüleri aracılığıyla biraderleri Quasar’a telepatik cesaret mesajları ilettiler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir