Davut Ayduz – Namazi Anlayarak Kilmak

Namaz, aslında bir duadır; fakat diğer ibadetlerin özünü ihtiva eden bir duadır. Ayrıca yapmamız gereken duaların bir kısmı namazla ilgilidir. Daha namaza başlarken okumamız gereken dualar olduğu gibi, namazın içinde, muhtelif safhalarda, keza namazdan selâmla çıktıktan sonra da okunacak dualar mevcuttur. Fakat namazın özü, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh “Sübhânallah” demek, O’na hamd/şükür “Elhamdülillah” demek ve tekbir/ta’zîm “Allahu Ekber” demektir. Evet, tesbîh, hamd ve tekbîr, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde “Sübhânallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbirinden (namaza başlarken söylediğimiz “Allahu Ekber” sözü) selam vereceğimiz ana kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya “Sübhânallah” deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder (yani bütün mükemmel sıfatlara sahip ve bütün eksik ve kusurlardan uzak olduğunu söyleriz), ya “Elhamdülillah” sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir (O’na şükreder ve O’nu överiz) ya da “Allahu Ekber” diyerek O’na ta’zimde bulunuruz (O’nun büyük olduğunu kabul edip, bu hakîkati dilimizle söyleriz). Namaza başlarken söylenen tekbire, ibadete onunla başlandığı için “iftitah tekbîri” dendiği gibi; namaz içinde bazı şeylerin yapılması bu tekbîrle haram kılındığı için ona “tahrim tekbîri” ya da “ihram tekbîri” de denmiştir. Aslında bu tekbîr, Allah’ın dışındaki her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine (herkesin girmesine müsaade edilmeyen yere) adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a yönelme adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına ve saniyelerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme demektir. Namazı hakkıyla kılmak istiyorsak, tekbirle beraber Allah’ın dışındaki her şeyden sıyrılmalı ve gönlümüzü sadece O’na açmalıyız. Dudaklarımızdan dökülen her kelimeye şuurumuzun mührünü basmalıyız. Mesela, “Elhamdülillah” derken, bu sözün ne mana ifade ettiğini iyi bilmeli, onu derinlemesine düşünmeliyiz; “Kimden kime olursa olsun bütün hamd ü senâlar, bütün şükürler Allah’a aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, kâinatı yaratan Allah’ın da hakkıdır.” diye gürlemeliyiz. Böylece, o söz, Cenâb-ı Allah’a yükselirken üzerine yüklediğimiz o derin manalarla beraber yükselmeli.


O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu ilan ederken, yine aynı derin duygularla dolmalıyız. Namaz bizim için de bir mi’rac olmalı ve biz Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Mi’rac’da duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkumuzdan duymaya çalışmalıyız. Selam verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir kere daha ellerimizi kaldırmalı, yine o mübarek kelimeleri otuz üçer defa tekrarlamalıyız. İşte, namazı böyle engin duygu ve düşüncelerle kılmak gerekiyorsa, onu geçiştiremeyiz. Onun için biz böyle bir çalışma yaparak, namazda okuduğumuz dua ve sûrelerin manalarını ve kısa bir açıklamasını vermeye çalıştık ki, namazı duya duya ve anlaya anlaya kılalım. Namazı böyle kılmak için Türkçe ibadet etmeye lüzum yoktur ve doğru da değildir. Bu yazılanları dikkatlice okumak ve akılda tutmak, namazı anlayarak kılmak için önemlidir. Ancak namazı anlayarak kılmak için bu yeterli değildir. Yapılması gereken diğer hususları, kitabımızın sonunda ayrı bir başlık halinde ele alıp inceleyeceğiz. NAMAZIN KILINIŞ KEYFİYETİ Namazı Kılmamalı, İkâme Etmeli!. Dilimizde kullandığımız “namazı kılmak” tabiri yerine, “namazı ikâme etmek” tabiri daha doğrudur. Çünkü “namaz kılmak” tabiri; bir işi hakkıyla eda etmeyi değil, onu yapmış gibi olmayı çağrıştırmakta ve bir sun’îlik taşımaktadır. Ayrıca “namazı kılmak”; namazı, kılmış olmak için kılmak, gelişigüzel kılmak, aradan çıkarmak için kılmak, alelacele kılmak, ta’dîl-i erkâna riâyet etmeden kılmak gibi mânâlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, namazı hakkıyla kılanlar için, ي ص ُ َن َو ُّ ل) yüsallûne) “namazı kılarlar” َّلا الص ةَ ,denilmemiş َ ي ق ُیم ِون) َ ُyükîmûne’s-salête) “namazı ikâme ederler” denilmiştir. İkâme, kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, teşvik, terviç ve devam ettirmek veya önem vererek yerine getirmek mânâlarına gelmektedir.

“Namazı ikâme etmek” tabiri bize, “Namaz dînin direğidir.” 3 hadîs-i şerifini hatırlatmaktadır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya benzetiliyor ve namaz da bu binanın direği olarak gösteriliyor. Îman ise, bu binanın temelidir. Direk ayakta dimdik durduğu müddetçe, bina da ayakta duracak, yoksa yıkılacaktır. Aynı şekilde namaz da ikâme edildiğinde, yani dosdoğru ve tastamam kılındığında, din binası ayakta kalacaktır, yoksa yıkılacaktır. “Namazı ikâme etme” fiili, Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif kipleriyle birlikte elliden fazla ayette zikredilmekte ve pek çok ayette mü’minler/müttakîler için “namazı ikâme ederler.” veya “Namazı ikâme edin!” buyurulmaktadır. ذِي َن َ ُون ْ ِمن ُؤ ي اْل َغي ِب ْ ِب َوُي ِقی ُمو َن ََة َّلا الص َّ ال” O müttakîler ki gabya (görünmeyen âleme) inanırlar. Namazlarını ikâme ederler…” (Bakara, 3) ُتوا َاَة َّك الز َوأ ََة َّلا الص َوآ َ موا ُیِق” Namazı ikâme edin, zekâtı verin…” (Bakara, 43) 4 Namazı İkâme Etmek “Namazı ikâme etmek” demek; namazı, ta’dîli erkâna göre kılmak; namazı, zamanında kılmak; namazı, devamlı kılmak ve huşû ile kılmak demektir. Şimdi de bunları kısaca açıklayalım: a) Ta’dîli Erkân “Namazı ikâme etmek” demek, namazı, ta’dîli erkâna göre kılmak demektir. Yani, namazın içinde yer alan kıyam, rükû, secde gibi rükünleri yerli yerinde, düzgün bir şekilde, sükûnet içinde, hakkını vererek yapmak ve bir manada “dinin direği”ni itina ile ayağa kaldırıp yerine koymak demektir. Namazın rükünlerinde ve rükünler arasında en az bir tesbih miktarı, yani sübhânallah diyecek kadar durmak vaciptir. Bu itibarla ta’dîl-i erkânın asgarî ölçüsü, sübhânallah diyecek kadar sükûnet içinde uzuvların hareketsiz kalmasıdır. Bu miktar, zaman bakımından sadece birkaç saniye demektir.

Namazda özellikle rükûdan doğrulunca ve iki secde arasında bir müddet hareketsiz durmaya itina gösterilmelidir. Çünkü bu iki rükün çok defa aceleye getirilmekte ve ta’dîle riayet edilmeden hızlıca geçiştirilmektedir. Dolayısıyla namaz noksan ya da kusurlu eda edilmektedir. Özellikle günümüzde ta’dîl-i erkânda ihmal söz konusu olduğundan çok dikkat etmek gerekmektedir. Zira kimilerinin namaza durmasıyla birlikte hemen rükûa varması, daha tam doğrulmadan secdeye kapanması, iki secde arası oturmayı tam yapmadan ikinci secdeye gitmesi bir olmaktadır. Oysa kıyâm, kırâat, rükû, secde, oturuş ve bunların arasındaki rükünlerde ta’dîl-i erkâna riayet etmek şarttır. Aksi takdirde usûl ve âdâbına uygun namaz kılınmış olmaz. 5 (Kitabımızın son bölümünde bu konuya daha geniş bir şekilde temas edeceğiz.) b) Namazı Zamanında Kılmak “Namazı ikâme etmek” demek, namazı zamanında kılmak demektir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyurulduğuna göre, en fazîletli amellerden birisi de, namazı zamanında kılmaktır. “Resûlullah’a (aleyhissalâtu vesselâm), ‘Hangi amel daha fazîletlidir?’ diye sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: “İlk vaktinde kılınan namaz!” 6 Diğer bir hadîs-i şerîf ise şöyledir: “Namazın ilk vaktinde kılınmasında Allah’ın rızası, son vaktinde de affı vardır.” 7 Bu hadîs, namazı ilk vaktinde kılmanın Allah’ın rızasına sebep olduğunu belirtmektedir. Rızaya sebeptir, çünkü namazı ilk vaktinde kılmada, Allah’a ibadet etmeye acele etme, koşma vardır. Kul böylece ilâhî davetin ehemmiyetini kavradığını ifade etmiş olmaktadır. Son vaktinde kılmada ise, vaktin dışına çıkma veya en azından kerâhet vaktine girme ihtimali vardır.

Bu ise bir kusurdur. Öyle ise o vakitte kılmak affa vesile olan bir hayır olur. Fakat rızayı kazanmak nerede, affa mazhar olmak nerede? Rızaya eren, daha önceden işlenmiş kusuru varsa, onların da affına ister istemez mazhar olur. Her hâl û kârda namazı ilk vaktinde kılmak çok önemli ve çok fazîletlidir. c) Namazı Devamlı Kılmak “Namazı ikâme etmek” demek, namazı, devamlı kılmak demektir. Bazen kılıp, bazen kılmamak şeklinde değil de, devamlı kılmak, demektir. ِھ ْم َو َصل ُح ي َافِ ُظو َن ِات َىَلَع م ْھ ُوال َذين َِّ” َ O mü’minler ki, namazlarına devam ederler.” (Mü’minûn, 9) َّل الص e v ـو َت ِا َىَعل َظواِ ُحـاف” َNamazlara devam edin…” (Bakara, 238) âyetleri, namazın devamlı kılınması gerektiğini göstermektedirler. d) Huşû “Namazı ikâme etme”nin diğer bir yanı da, ‘iç ta’dîl-i erkân’ sözüyle ifade edebileceğimiz “huşû ve hudû” derinliğidir. Huşû; Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğmektir, gönülden saygı ve inkıyattır. Hudû ise; Allah’ın azameti karşısında mahviyetle iki büklüm olmaktır, samimî teslimiyettir. Huşû ve hudû; bir kulun, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve büyüklüğü ile kendi acz, fakr, ihtiyaç ve küçüklüğünü müşterek mülâhazaya alması sayesinde kalbinin hep saygı ve ta’zimle atması; hâl ve beyanlarının da bu telâkkiye tam bir tercüman olmasıdır. İşte Kur’an, ancak bu hava içinde namazı ikâme edenlere ve ubûdiyette bulunanlara kurtuluş vaad etmektedir: َّ ِذي َن ُھ ْم فِي ِ ْم َتِھ َصلا َخا ِشُعو َن ُؤ اْلم ْ َ ُون ِمن ال أ َح َ َفل ْقد” ْ َMuhakkak ki namazlarında huşû içinde olan müminler, mutluluk ve başarıya erip kurtuldular.” (Mü’minûn, 1-2) Namazda Huşû Huşû: “Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevâzu gösterme.” demektir.

Bazı âlimlere göre hudû, zâhirî eğilmek, huşû ise, mânevî ve rûhî eğilmektir. Bazı Âlimler ise, huşû uzuvlarla, hudû ise kalple olur, huşû gözle, hudû diğer uzuvlarla olur, demişlerdir. Namazda ayakta iken secde yerine, rükûda iken ayaklara, secdede iken burun ucuna, otururken iki elleri arasına bakılmalıdır. Bu söylenilen yerlere bakıp ta gözler etrafa kaymazsa, namazda huşû hali hâsıl olabilir ve kalp, dünya düşüncelerinden kurtulabilir. Hz Ali: “Huşû, kalpte bulunan bir şeydir. Namazda iken donmuş gibi durup, hiç bir yana bakmamak ve hiç bir şeyle ilgilenmemek huşûdandır.” demiştir. Huşû, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde geçmekte ve Peygamber Efendimizin hadislerinde de çokça zikredilmektedir. İslâm âlimlerinden bir kısmı huşûu, korku gibi yalnız kalp fiilinden olduğunu söylemiştir. Bazıları ise; namazda sükûnet ve sağa sola bakmayı terk etmek gibi, uzuv ve organlarla ilgili fiillerden kabul etmişlerdir. Resûlüllah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı, önceleri namazda gözlerini gökyüzüne kaydırıyorlarmış. Mü’minûn Sûresi’nin huşûdan söz eden ilk âyetleri nâzil olunca, gözlerini secde edilecek yere bakacak şekilde indirmişler. 8 Namazda huşû, kalbin tam olarak dış ilgilerden boşaltılıp, Allah’a bağlanması ile meydana gelir. O zaman gönül huzuru duyulur. Âlimler, namazdaki huşûu şöyle izah etmişlerdir: “Bütün himmetini namaz için toplamak, namazın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, gözlerini secde yerinden ayırmamak, sağa sola bakmamak, elbisesiyle oynamamak ve parmaklarını çıtlatmamak.

” 9 Bazı müçtehitler huşûu, namazın şartlarından kabul etmişlerdir. Fakat sahih olan görüşe göre; huşû, namazın şartlarından değil, kemâlindendir. Yani makbûl ve olgun bir namazın mutlaka huşû ile kılınması lâzımdır. Namaz sırasında kalp kıbleye yönelmiştir. Kalp ve zihin başka şeylerle meşgulse namaz gafletle kılınmış demektir. Böyle namaz, Hakkı hatırlatmaz. Hâlbuki namaz, Allah’ı hatırlatmak içindir. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: “Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl.” (Tâhâ, 14). Bu da ancak namaz ile olur. 10

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir