Desmond E. Clarke – Descartes

DESCARTES, 1650’de, elli dördüncü doğum gününden birkaç hafta önce İsveç’te öldü. Otuz Yıl Savaşları boyunca süren yetişkinlik yaşamının çoğunu, bugün Hollanda diye bilinen ülkede nispeten inzivada geçirmişti. 1667’de bazı Fransız Kartezyenleri, naaşının Paris’e getirilmesi için hazırlıklar yaparken onun eserlerini tanıtmaya, karakteristik bir Kartezyen felsefe* geliştirmeye ve muhalifleri tarafından bir tür “tarikat” olarak tanımlanmaya başlamışlardı. Nicolas Malebranche dışında bu ilk destekçilerin arasındaki birçok filozof, bugün Batı düşüncesi tarihinde belki sadece marjinal figürler olarak hatırlanmaktadır. Oysa Descartes adı hala tanınmaktadır. O, Batı felsefesi kanonunda o kadar sağlam bir yer edinmiştir ki öneminden artık hiç kimse kuşku duymamaktadır. Descartes neden önemliydi? Hiç de bugün hem felsefe öğrencileri hem de diğer okurlar tarafından kolayca hatırlanmasını sağlayan “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü nedeniyle değil. Bu, ona has, özgün bir anlayış değildi ve eseri içinde çok önemli bir rolü yoktu. Geçtiğimiz yüzyılda Descartes genellikle bir metafizikçi olarak ya da çoğu kez septiklerin savlarını ciddiye alan bir filozof olarak okunmuştur. Ya da öznelliğin filozofu, insan zihninin iç haritasını çıkaran ve bilinçli deneyimlerin indirgenemezliğini savunan biri olarak sınıflandırılmıştır. Son olarak başta feminist eleştirmenler olmak üzere, Descartes’ın aklın önemini ve gücünü duygusal yaşam pahasına abarttığını düşünenler vardır. Onlara göre Descartes salt bir “akılcıydı”. Descartes’ın yaşamı, bu etiketlerin akla getirdiğinden çok daha karmaşık ve çok daha ilginç bir özellik ortaya koyar. On yedinci yüzyılın başında yaşamış bir entelektüel olarak, (Hobbes’un yaptığı gibi) ener- * Descartes’ın isminin Latince hali olan Renatus Cartesius’tan hareketle felsefesine verilen isim-e.n.


2 DESCARTES jisini siyaset felsefesine, (Pascal’ın yaptığı gibi) teolojik tartışmalara ya da daha önce Erasmus’un olağanüstü bir örneğini ortaya koyduğu hümanist düşüncenin ve klasik bilimlerin canlandırılmasına yöneltebilirdi. Ya da dehasını (çağdaşları Fermat ve Roberval’in yaptığı gibi) özellikle matematiğe yönlendirebilirdi. Bunu yapsaydı onların özgün ve tutkulu başarılarının, kuşkusuz fersah fersah ötesine geçerdi. Bütün bu ilgi alanları onun yaşamında bir ölçüde yer etmiş olsa da, Descartes’ın öncelikle uğraştığı alan başkaydı. Onu Bilimsel Devrimin bir filozofu olarak nitelemek daha uygun olacaktır. Descartes’ın entelektüel macerasını belirlemesine yardım eden iki büyük olay on altıncı yüzyılda meydana geldi. Bunlardan biri Polonya’da, diğeri ise Kutsal Roma İmparatorluğu’nun güney sınırlarındaki Trento’da gerçekleşti. Polonya’da Nicolaus Copernicus, ölüm döşeğinde yatarken, 1543’te Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine (De revolutionibus orbium coelestium) adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, yazarın niyetleri konusunda okurları ciddi biçimde yanlış yönlendiren Andreas Osiander’in onaysız önsözüyle yayımlanmasına rağmen, dünyayı evrenin ortasındaki geleneksel yerinden alıp güneşin çevresinde dönen nispeten küçük bir gezegen olarak yeni bir yere oturtuyordu. Bununla birlikte Osiander, Copernicus’un bu eserini salt bir “hipotez” diye tanımlayarak okurların onun önemini küçümsemelerine sebep oldu. Okurları, “Hipotezlerin doğru, hatta olası bile olması gerekmez. Tam tersine, bunlar gözlemlerle tutarlı olan bir hesaplama yöntemi sağlıyorsa, sadece bu bile yeterlidir,” 1 diye uyararak yanlışını daha da büyüttü. Osiander’in verdiği ipucu, Ptolemaios döneminden bu yana astronomide geçerli olan araçsallık geleneğini yansıtıyordu. Bu yoruma göre astronomlar gerçek dünyayı tanımlamaya ya da açıklamaya çalışmazlar. Gezegenlerin görünür konumlarındaki düzenli değişiklikleri tahmin etmek ve örneğin tutulmaların ne zaman gerçekleşeceğini hesaplamak için matematik yöntemleri geliştirmekten başka bir şey yapmazlar.

Copernicus’un, dünyanın neden güneşin çevresinde döndüğüne dair fiziksel bir açıklama getirmemesi, onun hakkındaki bu gerçekdışı yorumu bir ölçüde destekledi. Copernicus, gezegenlerin görülmeyen ama mekanik etkisi olan eş merkezli küreler üzerinde döndüğünü varsaymıştı. Bununla birlikte Copernicus’un matematiksel bir model oluşturmaktan çok daha fazlasını yaptığı, kitabındaki diğer özelliklerden belliydi. Giriş 3 Onun gerçek dünyayı tanımlamaya niyetlendiğinin göstergelerinden birisi, evrenin boyutlarıyla ve görünen cisimleri oluşturan sonsuz küçük madde parçacıklarıyla ilgili yorumlarıydı. Evrenin sonsuzluğa uzandığı iddiasında bulunmaya kadar varmadıysa da “dünyanın” geleneksel tasvirinde bir ölçek değişikliği yapılması gerektiğini kabul ediyordu. Duyuların tanıklığına göre dünyanın gök kubbeyle ilişkisi bir noktanın bir insan bedeniyle, sınırlı bir şeyin sınırsız bir büyüklükle ilişkisi gibiyken, bu muhakeme, gök kubbenin dünyayla karşılaştırıldığında uçsuz bucaksız olduğunu ve sınırsız bir büyüklük hali gösterdiğini açıkça ortaya koymaktadır … Zira bu kanıt, dünyaya göre gök kubbenin sınırsız büyüklükte olduğundan başka bir sonuç vermez. Ancak bu uçsuz bucaksızlığın nereye kadar uzandığı belli değildir. Aksi uçta “atom” denen çok küçük, bölünemez cisimler vardır. Bunlar algı lanamadıkları için, ikisi ya da birkaçı bir araya getirildiğinde görünen bir cisim oluşuvermez. Ama sonunda algılanabilir bir büyüklük oluşturmaya yetecek miktarda çoğaltılabilirler.2 Bu çekingen adımlarla Copernicus astronomide gerçek bir devrim yaptı. Krakov’daki piskoposluk bölgesinde saygın bir rahip olmasına rağmen Kutsal Kitap’ın ve diğer dinsel metinlerin bilimsel bilgi kaynağı olarak rolü konusunda önemli bir sorgulamayı da gündeme getirdi. Kepler, yeni teorinin önemini ilk kabul edenlerdendi. Astronomia Nova’sında (1609; Yeni Astronomi) “Dünya konusunda sadece Copernicus’un görüşünün (birkaç ufak değişiklikle) doğru [ve] diğer iki görüşün [Ptolemaios’la Brahe’nin] yanlış” olduğu sonucuna vardı.3 Osiander’in değerlendirmeleriyle yumuşatılmayan bu kesin dil, lafzi bir okumaya göre güneşin dünyanın çevresinde döndüğünü ima eden Kutsal Kitap’la yeni astronomi arasındaki apaçık çatışmayı ortaya koyuyordu.

Kepler, sorunu doğrudan ele alıyordu. “Kutsal Metinler (insanlara yol göstermeyi amaçlamadığı konularda) sıradan şeylerden söz ederken, insanlar bunları anlasınlar diye, onlarla insan gibi konuşur. Daha yüce ve daha tanrısal olan şeyleri başka şeylerle bir arada dokumak için, genel olarak kabul edilenlerden yararlanır. “4 Başka bir deyişle, Kutsal Kitap hiçbir zaman astronomi öğretme amacında olmadı. Bunun yerine insanlarla onların anladığı dilden konuştu. Süreç içinde Kutsal Kitap, ilk okurlarınınkiyle aynı evren görüşünü benimsedi. Kepler bunları, Prag’da Kutsal Roma İmparatoru il. Rudolf’un koruması altındaki bir Lutherci 4 DESCARTES olarak yazıyordu. Aynı tartışma Katolik dünyasında da ortaya çıktı; Galileo, Lorraine Grandüşesi Cristina’ya yazdığı mektupta (1615; Lettera di Granduchessa a Cristina di Lorena) bundan şöyle söz ediyordu: Kilise Babaları’nın birbirleriyle uyumlu yorumlarının damgasını taşıyan fizikle ilgili tüm yargıları imanla ilgili konular saymamızı emreden Kilise beyanını sorguluyorum. Bence bu, bazılarının kendi görüşlerini desteklemek için çeşitli konsil kararlarını keyfince basitleştirmesi olabilir . … Kutsal Kitap … bize astronomi öğretmek için yazılmadı.s Yeni astronominin, Kutsal Kitap’ın lafzi anlamıyla okunmasına bu şekilde karşı çıkışı, dinsel iman kaynağı olarak bile Kutsal Kitap’ın otoritesinin Avrupa’da geniş ölçüde tartışıldığı bir zamana denk geldi. Reformcu kiliseler genellikle Hıristiyanlan Kutsal Kitap’ı Tann’nın vahyedilmiş sözü olarak okumaya teşvik ederken Katolik piskoposlar onu yorumlamak için kendilerine özel ve kolektif bir yetkinin verildiğini iddia ediyor, bunu yaparken de geleneğe ve Kilise Babalan’nın [Bkz. Sözlükçe, s. 473] öğrettiklerine dayanıyorlardı.

Geleneğe ve otoriteye bu başvuru Trento Konsili’nin (1545-63) uzlaşmaz hükümleri tarafından da savunuluyordu. Ayrıca Konsil, fevri ruhları kontrol altına almak amacıyla, Hıristiyan öğretisinin oluşturulmasıyla ilgili iman ve ahlak konularında, hiç kimsenin kendi yargısına dayanarak ve Kutsal Metinler’i kendi anlayışına göre çarpıtarak, (Kutsal Metinler’in hakiki kastına ve anlamına karar verme hakkı olan) Kutsal Ana Kilisesi’nin geçmişte ve bugün inandığı amaca ya da Kilise Babaları’nın oybirliğiyle vardıkları görüşe ters düşecek bir yorumda bulunmaya, bu yorumlar asla yayımlanmayacak olsa bile cüret etmemesi gerektiğine karar vermiştir. Bu karara uymayanlar, yetkili makamlar [yani piskoposlar ya da dini amirler] tarafından belirlenecek ve yasada öngörülen cezalara çarptırılacaklardır.s Bu durum yeni astronominin savunucularıyla Vatikan arasında, daha sonra hepimizin bildiği gibi Galileo’nun mahkum edilip Floransa’ da ev hapsine alınmasına kadar varacak olan kaçınılmaz bir zıtlaşmaya zemin hazırladı. Kilise, Galileo’yu alenen savunanları da -bunlar sadece iki kişiydi- mahkum etti. 7 Paolo Antonio Foscarini 1615’te Lettera sopra l’Opinione de’ Pittagorici, e del Copernico della Mobilita della Giriş 5 Terra, e Stabilita del Sole, e del Nuove Pittagorica Systema del Mondo başlıklı ünlü mektubunu (Pisagorcuların ve Copernicus’un Yerkürenin Devinimi, Güneşin Sabitliği ve Yeni Pisagorcu Evren Sistemi Hakkındaki Görüşleriyle İlgili Mektup) yazdı ve bu mektup Yasak Kitaplar Listesi* Kurulu tarafından hemen ertesi yıl mahkum edildi. Engizisyon tarafından işkence edilen Tommaso Campanella ise ve 1634’te Fransa’ya kaçmadan önce, bir kısmı hücrede olmak üzere neredeyse otuz yılını hapiste geçirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir